Hayatın içinden yaşamları sanki içine dert etmiş de bunları yazıya dökerek bir “Avuntu” oluşturmuş Ömer Arslan. Ön plana çıkmayan ama hayatta rastlayabileceğimiz karakterleriyle hayatın gerçeklerine ilgi çeken yazar, bunu bazen sezdirerek bazen de öyküyü tekrar tekrar okutarak detayları yakalama imkânı sunuyor okura. Hem de bunu yalın bir dil kullanarak yapıyor.
Diyaloglarla ilerleyen öykü, eski dönemlere ait anıları, karı-koca ilişkilerini, kaçamakları ve etkisi hâlâ devam eden kaygıları yani üzerinde durulması gereken konuları işliyor.
Yazarın bu öyküde özellikle metinlerarasılıktan yararlandığını fakat bu tekniği “nesneler, kişiler ve konular” üzerinden sezdirerek verdiğini anlıyoruz.
Öykü iki kişinin dâhil olduğu bir yolculukla başlıyor. Son dönem edebi eserlerde “yol/yolculuk,” bir metafor olarak kullanılıp “bireyin yalnızlığını, içsel sorunlarını, iletişimsizliğini, kaçma arzusunu, değişimini, kaçamaklarını” ifade ediyor genellikle.
Yazar, öykü boyunca ismini hiç belirtmediği direksiyondaki adam ve Cemre’nin yolculuk esnasında etrafında gözlemledikleri nesneler üzerinden göndermeler yapar. Çiftlerin kaygılarını, evliliği sorgulayışlarını, çıkmazlarını, gizlerini, anılarını, çözüm arayışlarını yolculuk boyunca okura sezdirerek onu adeta bir dedektif olmaya iter.
Ana karakterlerin medeni durumları öyküde net olarak verilmemiş. Bu karakterlerin sessiz yolculuğu esnasında yağmurun atıştırmaya başlamasıyla Cemre’nin uzanıp silecekleri çalıştırması, “başı önüne düştü düşecek” olan direksiyondaki adamı kendine getirir. Yolculuğun başından beri arabada aynı kaset çalıp durmaktadır bu da ilişkinin monotonluğuna bir göndermedir. Cemre’nin iç sesiyle “Çalan şarkı, sözlerini çoktan yitirdi; yalnızca geçmiş yolculukları hatırlatıyor.” demesi aralarındaki ilişkinin eski önemini çoktan kaybettiğini gösterir.
Direksiyondaki adamın “Konuşsana, Cemre.” isteğine karşın Cemre’nin “Konuşacak bir şeyimiz yok, başından beri yok, hiç olmadı.” şeklindeki iç konuşması konuya başka bir boyut kazandırıyor. Bu sessiz yolculukta Cemre’nin huzursuzluğunun nedeni evli olan ve evli olmayan çiftler arasındaki iletişimsizlik sorunlarını irdelemesidir. “Uzun sessizliklerden sonra ya o ya ben, iyi ki evlenmemişiz değil mi, evli olsak şimdi ne konuşacaktık.” diye yaptıkları espriyi de paylaşır. Yine iç konuşma tekniğiyle çiftlerin suskunluklarını devam ettirerek evlilik yapabileceklerini ama çiftlerden birinin karşısına konuşabileceği biri çıkar da o bundan zevk alırlarsa evliliği yine zora sokacağını düşünür.
Cemre bu kaygılar içinde yanındaki adamın sorusuna cevap verir ve konuşarak yolculuğa devam ederler. Manzara sislidir ve sis yerin üstünde tül gibidir. Burada, Türk Dili ve Edebiyatı mezunu Ömer Arslan’ın Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın “Uçun Kuşlar” şiirine tül imgesiyle gönderme yaptığı düşünülebilir. Yalnız buradaki tül şiirdeki gibi “dağ başında” değil çiftin gidiş güzergâhında ve hayatlarındadır. Yolculuk da bir göl kenarındaki otele doğrudur.
Öykünün akışı içinde erkek karakterin bu sisli ve yağmurlu havada uyuyup kalırım endişesiyle hem yola dikkat ettiğini hem de Cemre’nin ağzından zorla laf almaya çalıştığını görüyoruz.
Bu yolculuk devam ederken çalan telefona cevap vermeyen telefonu da teybi de kapatan Cemre’nin aynı zamanda eski defterleri kapatıp “an”a dönüşüne şahit oluyoruz. İç sorgulamaları dış gerçekler üzerine yönelmeye başlar artık.
Cemre ve erkek karakterin sessizliğe çözüm olarak buldukları ve gördükleri nesneler üzerinden öykü oluşturmaları bu kez karşı şeritteki bir kamyonla ilgili olacaktır. Öykü kurucu Cemre’dir ve o, annesinin kucağında susturulmaya çalışılan bir çocuktur. “Yoksulluk” nedeniyle kaçan bir aile dramına dikkat çeker: Öykü bu yönüyle Sabahattin Ali’nin “Kamyon” hikâyesinde memleketinden ayrılıp İzmir’e gitmek için ilk kez kamyona binen ve para ödememek için oradan atlayıp uçurumdan düşen genci çağrıştırır. Çerçeveyi genişleterek baktığımızda Cengiz Aytmatov’un “Selvi Boylum Al Yazmalım” romanındaki Asel’in çaresizlik nedeniyle kucağındaki çocukla sığındığı Baytemir’in yanına bindiği kamyonu gözlerimizin önüne daha net getiriyor.
Kamyon, bu kez adamın çocukken ailesiyle şehre gidişine konu oluyor. Kurgudan hareketle ülkemizin bazı yerlerinde özellikle de köylerde araba tutan çocuklara mazot içirilmesi gibi bir gerçek okura aktarılır.
Yolculukları virajda ilerlemektedir. Farlar, Mehmet Akif’in “Seyfi Baba” manzum hikâyesindeki adamın elindeki fener gibi ilerledikçe kör noktaları aydınlatır ve arabanın görüş açısına bu kez belinden ağaca bağlanmış bir adam düşer. Adamı fark eden, onu yakından görmek isteyen Cemre’dir. Erkek karakter zamanın ve şartların uygun olmadığını düşünerek uzaklaşmayı seçerken Cemre gördükleri adama yardım etmenin uğraşı içindedir.
Cemre, bir adamın hayatını kurtarmak için harcayacakları bir gecelik zamanın önemli olmadığına, böyle durumlarda insaflı olmak gerektiğine onu ikna eder ve yoğun yağmura rağmen yoldan çıkıp arabayla ağaca bağlı adamın yanına yaklaşırlar. Onun bir korkuluk olduğunu görürler. Cemre başı öne düşmüş korkuluğun yüzünü görmek için onun yanına gider ama korkuluğun yüzü yoktur. Korkuluğun bu hali Cemre’ye “başı önüne düştü düşecek” diye daha önce bahsettiği direksiyondaki bu adamı çağrıştırır. Cemre, korkuluğu “onu yüzsüz bırakan sahibi”nden kurtarmak ister. Amacı gerçek yüzünü gösteremeyen, korkuları olan yanındaki bu adama yardım etmektir. Cemre’nin bu tutumu bana “Utangaç Korkuluk” masalındaki güvercinlerin tutumunu hatırlattı. Masalda “Korkularınız varsa yardım isteyin. Korkularınızı kimseye söylemeden, kimseden yardım istemeden çözemezsiniz.” mesajı vardır.
Çift, Cemre’nin ıslanmayı göze alarak bagaja yerleştirdiği böcekli korkulukla göl kenarındaki otele ulaşır. Adamın kafası korkulukla meşguldür. Bu kez de hafta sonu için yaptırdıkları rezervasyonda bir hata yaşandığını öğrenirler. Yolculukta açmadıkları telefonun bu rezervasyonla ilgili olduğu sezdirilir. Çift kişilik yatağı olan tüm odalar doludur. Tek kişilik iki yatağı olan bir odaya alınırlar. Zaten görüntüleri karı kocaya benzemez. Adam kupkuru, kadın sudan çıkmış gibi ıpıslaktır. Görünümleri adam yolda rastlamış da onu yanına almış gibi bir izlenim uyandırır. Bu durum lobideki çocuğun bakışlarından da kaçmamıştır.
Cemre ve adam odaya çıkarlar; adamın kafasını korkuluk, kadının kafasını ıslanan kıyafeti nedeniyle kaldığı durum meşgul etmektedir. Sessiz ama Cemre’nin gergin olduğu bir ortam oluşur. Her ikisi de kendi yataklarında konuşma ihtiyacı içindedir. Yolda başlattıkları öykü kurgulama oyununa devam ederler. Adam, cinayet konulu bir öyküyü ortaya atar, bu öykü Cemre tarafından geliştirilir ve adam çözüme götür. Bu senaryo bagajdaki korkuluktan kurtulmak isteyen adam tarafından planlı olarak ortaya atılmıştır. Senaryoyu kuran adamla Ahmet Ümit’in “Sis ve Gece” romanındaki dedektif bu yönden benzerlik gösterir. Adamın uydurduğu senaryodaki cesetle korkuluk aslında aynıdır. Karısına yardım etmek isteyen adam da yine kendisidir. Korkuluğu sabah gömme kararları ve tek kişilik yataklarında dinlenerek geceyi geçirecek olmaları her ikisine iyi gelir.
Bir seyahatle pek çok konuya değinilen bu öykünün başlığına dönüyor, Ömer Arslan bu başlığı ne kadar bilinçli seçmiş demekten kendimi alamıyorum. Yazar dilin imkânlarından yararlanıp “korkuluk”u iki anlama da gelecek şekilde metnin içinde eritmiştir. Önceleri bir korkuluk gibi duyarsız davranan bu adam eserin sonunda Cemre’yi anlayan, onu korumaya çalışan biri olmuştur.
Yazarımız; güzel kurgusu ile bizi bir dedektif gibi satır aralarında heyecanlandıran, düşündüren ve avutan bir yolculuğa çıkmamızı sağlamış. Kendisine teşekkür ediyor, insan ruhuna dokunan birçok öykünün yer aldığı bu kitabın okurunun bol olmasını diliyorum.
Çok güzel olmuş kardeşim emeğine saglik