Kötü şarkılar söyleyen bir adamdan başkası yok bu evde.
Yatağına uzandığında fark ediyor perdeyi tam örtmediğini. Ayağa kalkıyor, ortadaki yarıktan sokağa bırakıyor bakışlarını. Karşı evlerden gözlerine sızan ışıklar içini acıtıyor. Bir sürü yaşam var buralarda, bir sürü hayat. Herkesin elinde başka bir el.
Alnı kalkmıyor masanın üzerinden, başında kocaman bir ağrı, oradan oraya savruluyor Bülent. Zar zor kıyafetlerinden kurtulup sıcak suyun altına atıyor kendini. Kirli çorapları banyonun hemen girişinde kötü kokular yayıyor, üzerinden çıkarıp fırlattıkları yüzünden ev o kadar dağınık ki biri gelse utancından yerin dibine girecek. Umurunda bile değil, su zerreleri değdikçe tenine şarkılar söylüyor bağıra bağıra, banyoda yankılandıkça daha da… Sesi hiç güzel değil.
Geceye teslim olmaya niyetli tek pencere yok. İşten yorgun dönüşlere, evlatlarla içilen bir demlik çaya gelip dayanmış gün. Televizyonun karşısında öylece oturup film izliyor, reklam arasında birkaç kelam ediyorlar. Tık. Çalıyor kapı ansızın, yan komşu elindeki çöreklerle içeride. Evin kızı kapı önünde kalan ayakkabıları düzeltip mutfağa geçiyor, çay bardaklarını diziyor tepsiye, kaşıkların sesi salonda…
Duvarların arkasında bir sürü hayat, hayatın arkasında kocaman duvarlar… Herkes bir hikâye saklıyor içerisinde, herkesle aramızda bir sokak yalnızlığı. Hemen ötede duran onca yaşam, bir ten, bir de koku göğüs kafesinde…
Bir şeyler var anlatılmaya yüz tutmuş, sancı, parmak aralarında kütürdeyen… Susuyor gene de. Kime ne anlatacak ki ya da dinleyecek biri var mı? Annesini arıyor Bülent. Çalıyor çalıyor, açan yok. Telefon rehberinde geziniyor, arayıp konuşabileceği kimse, kimseler…
Umursamamaya çalışıp sıcak suyu dolduruyor kovanın içine, gecenin bir yarısı, yer temizleyicilerin kokusu sarıyor tüm evi. Beyaz bez kısa sürede renk değiştiriyor, günlerdir temizlik yapmadığını fark ediyor Bülent. O yapmasa yapacak kimse yok, bir bardak, kirli bir bardak bırakıldıysa masanın üzerine elini sürmediği sürece orada öylece kalacak. Bunları fark edince daha da ürperiyor.
Yorgunluğunu sırtlayıp omuzlarına pencerenin önüne vardığında sabah ezanı okunuyor, bu kez geceye teslim olmuş evler. Akşam yemeği yenmiş, gelen misafirler uğurlanmış, uykuya dalınmış çoktan.
Derin bir ah çekiyor Bülent… Karanlığa karışan bakışlarını topluyor karın boşluğundan, baş ağrısına bir de kasık ağrısı ekleniyor. Serinliyor ortalık, ürperip pencereyi kapatıyor. Perde artık bilerek açık, sokak yine göz hapsinde.
Ne yapsın iyi hissedemiyor kendini. İçindeki boşluk zaman geçtikçe büyüyor. Yol boyunca uzanan ağaçların hışırtısı kulaklarında. Yapraklar savruldukça onların da anlatmak istediği şeyler olduğunu düşünüyor, bağırmamak için neden arıyor kendine. Bir yanı konuşmak istiyor, öbür yanı susmak.
Karanlık sokak nihayet gün doğumuna bırakıyor kendini. Pencereden içeriye titrek bir ışık sızıyor. Sokak uyanıyor. Savrulan yaprakların çizdiği yolu görmek mümkün, peşinden gitmek hatta, sağa sola, yukarı aşağı. Kuş seslerini işitir işitmez beklediği saat çalmış sanki, çay demliyor, sabahın dinginliğiyle oturmaya devam ediyor kanepede.
Ayılmak için pencereyi aralayınca duyuyor karşı mutfaktaki pişi kokusunu. Herkes uyanıyor yavaş yavaş. Anneler oğullarının saçlarını okşuyor, babalar harçlık koyuyor kızlarının ceplerine. Kahvaltılar ediliyor, güzel kokular sürünülüp çıkılıyor kapılardan. Her şey o kadar güzel görünüyor ki, gözükmeyenlerin eşiğinde ağlıyor Bülent. Kimse bilmiyor.
Dışarıya atıyor kendini. Simitçinin önünü kesip bir tane mi diye düşünürken ikincisini de alıyor, bakkala gidiyor, bakkala mı geldi yoksa muhtarlığa mı belli değil, o kadar çok konuşuyor ki hacı amca, o kadar çok soru soruyor ki… Hadi artık evlenmiyor musun der demez tersliyor adamı. Aldıklarının parasını ödeyip alelacele çıkıyor kapıdan. Sokağın başına vardığında toplanıyor mahallenin kedileri etrafına, aldığı simidin tekini yoğurt kabının içine doğruyor, üzerine de süt döküp kedilerin kahvaltısını seyrediyor.
Hayatın ritmine ayak uydurmaya çalışmaktan ötesi değildi yaptığı, sabah serinliğinin sardığı sokağın çıkmazında, yıkanmış çamaşırlarını asıyor balkona. Buram buram temizlik kokuyor tüm bahçe. Çiçeklerini suluyor, onlarla konuşabilmenin verdiği sevinçle ağlıyor, ağlamaya devam ediyor, kaldığı yerden, gülerek.
Sonunda yorgunluğa teslim oluyor, yatağına uzanır uzanmaz sızıyor. Uyandığında gün kendini çoktan karanlığa teslim etmiş. Tekrar.
Konuşmaya başlıyor için için, hatırlamak istemediklerini hatırlıyor tek tek.
Ahşabın çivileri gıcırdıyor, dışarıda da rüzgâr… Etraftaki sesleri duymazdan gelerek çekiyor yorganı üzerine. Pis kokuya aldırmıyor, yorgunluğunu gömdüğü beton zeminden belindeki ağrıyı toplamaya çalışıyor. Bu leş hayata alışalı çok uzun yıllar oluyor.
Bekçiler düdüğünü öttürüyor, bir oğlan çocuğu böğürüyor arkadaşlarına milliyetini. Yaşadıklarından bir anlığına sıyrılıyor Bülent. Göğüslerinden tutuyor, saçları akıyor sırtından otuz bir defa, yarasına deva…
Tam iyiyim derken reis denen adam giriyor içeriye, çıkarıyor penisini başlıyor Bülent’in üzerine işemeye. Yapma diyor çocuk canıyla. Reisin ağzındaki küfürler, ses, sesler, sessizlikler.
Geçmişte yaşadığı bu şeyleri anımsamak hele ki böyle bir günde hiç iyi gelmiyor ona. Bunları sadece bugün hatırlamıyor.
Dünya gözlerindeki kızarıklığın eşiği, masaya saçılanları, hatırladıklarını unutmak elbet mümkün değil.
Derin bir nefes…
Sokak ile o sokağın içinde büyüyen çocuğun yalnızlığı kalıyor geride. Yapraklar daha şiddetli savrulmaya başlıyor, ağaçların hışırtısı kedilerin kulaklarında acı bir uğultu. Köpekler uluyor, sesler çoğalıyor.
Karanlığa karışıyor Bülent, sokağa, yeniden.