“Çürüyoruz dedi Madenci.
Ruhumuz taşlaştı, ama bedenimiz çürüyor.
Öyle ya da böyle, daha toprağa girmeden çürüyoruz.
İğrenciz, kokuyoruz.” ( s.123).
İnsan emeğiyle doğayı ve varoluş koşullarını değiştirip dönüştürürken kendini de değiştirip dönüştürür. İnsan emek ürünü meta değeri olan nesneyi yaratmakla kendi nesnesi karşısında nesneleşir; meta değeri olan ürün, bir güç değeri kazanmış insan kendi emek ürünü karşısında yoksunlaşır ve yabancılaşır. Hatta insan insana yabancılaşır, kimsesizleşir. Dünya Ağrısı romanındaki şehir ve şehirdeki insanlar altın madeni ile başkalaşır, meta dünyasında şeyleşir. İnsan, insan olma onurunu hiçbir şeye feda etmemelidir. “Lewis’e göre insanı insan yapan belkemiğidir, çünkü aklıyla o yalnızca bir ruh, iştahıyla yalnızca bir hayvandır.” İnsan kendi değerlerinden uzaklaştıkça toplumsal çürüme kaçınılmazdır. Toplumsal çürümenin yaygınlaşması neticesinde bireylerin yapabileceği en kolay iş onurlarını konforlarına feda etmektir. Bu fedakârlığın akıbeti modern köleliktir. Bireylerin kolayı seçme isteği toplumda kaosa, kişide bireysel ve psikolojik kirlenmeye neden olur. Çoğunluğun benimsediği değer yargılarına karşı ilgisizlik, toplumca belirlenmiş normlara uymamak, kendisinden beklenen rolü oynamamak, toplumca gösterilen hedeflere ulaşmak için sahip olunması gereken araç ve imkânları elde edememek bireyi yalnızlığa, toplumdan soyutlanmaya ve çöküşe sürükler. Olmak istediği “ben”e kavuşamayan insan kendine kavuşamamanın işkencesi içindedir. Kendi olamayan insan hayata dair tüm inancını yitirir. Toplumsal alana genişleyen bu durum düzensiz bir yaşamın varlığını ortaya çıkarır. Herkes tarafından bilinen gerçekler deliler tarafından ortaya çıkarılınca akıllar anlık duraksamalarla oluşturdukları sanal âleme döner. Bu yeni dünya düzeni hayatı her an çürütür. Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı romanı her an çürüyen, yok olan, kendini arayan fakat bulamayan küçük tarihlerine sıkışmış bireylerin şeyleşme ve şeyleştirilme sarmalına dolanan hikâyesini konu alır.
Romanda, bir yıl içinde geçen olaylar sıradizimsel olarak anlatılır. Başkişinin suçsuz bir hamalın linç edilmesi olayına karıştığı zamana kadar geriye dönüşlerle öykü zamanı özetlenir. Öykü ve öyküleme zamanı başkişinin psikolojisi üzerinde etkili olan olayların anımsanması ve bu olaylarla yüzleşmesiyle aynı zamanda birleşir. Otuz, kırk yıl öncesine dönülmüş olsa da zaman bu şehirde değişimi ve dönüşümü yaşatmaz. Burada hayat çok kısa bir zamanın içinde geçer. Dün, dünden önceki birkaç gün, şimdi ve biraz da yarın, o da gelecek zaman kipinin en basit örnekleriyle: gelecek, yapacak, edecek. O kadar (s.69). Başkişi Mürşit birey olma sürecinde suçsuz hamalın linç girişiminde yer alır ve bu olayı anılarındaki dağınık hatıralarla ve rüyalarla, şimdiki düzleme taşır. Çocukluk yıllarını mekânsal düzlemde hatırlaması anlatıyı başkişi açısından otobiyografik bir yapıya kavuşturur. Çocukluk yıllarındaki Et Meydanı, babasının oteli anlatıcı “ben”in iç dünyasını açımlayacak anılarla doludur. Güç, para ve iktidar insanların varoluşlarının ve varlığının parçası olur. Dünya Ağrısı’nda otel işlevseldir. Otel gecelik duraksamaların mekânıdır. Yani sürekli yurtsuzluğun geçici yurdudur. Bachelard oteli, “Bu iğreti mekân ev işlevinden yani varlığını koruyan gerçek bir kozmos niteliğinden yalıtılmıştır” şeklinde ifade eder. Dolayısıyla mekânsal hızlı değişiklikler anlatıcının anılarını etkiler. Çünkü yaşamsal sorgulamaları yapan anlatıcı anılarına giderken onları barındıran mekânlara döner. Yazları cömert, yeşil yapraklarıyla Et Meydanı’nı gölgeleyen, şehri şehirleştiren, güvenli bir yuva yapan çınarlar yıllar önce kesildi, topraktan sökülmeyen köklerinin üstüne katı ve kara bir asfalt döküldü (s.125). İnsanoğlunun yer edinme çabası hayattaki ilk etkinliğidir. İnsan içinde bulunduğu çevrede kendine bir yuva kurar ve orada yaşar. Bu insanın ontolojik anlamda kendini keşfetme ve dünyadaki yerini belirleme etkinliğidir. Varoluşunu gerçekleştirmek isteyen insan öncelikle dünyadaki yerini belirler. İkinci olarak da içinde bulunduğu anı kavrar ve geleceğe yönelir. Mürşit’in geçmişi, taşıdığı ağır suçluluk ve pişmanlık duygusu, istediği hayatı seçememiş olması, gerçekleştiremediği hayalleri onun hayatı tükeniş olarak algılamasına neden olur. Böyle bir geçmişin “anı” niteliğindeki sığınakları onun dünya gerçeklerinden daha çok kaçmasına nedendir. Anılarını çocukluk yıllarından beri hapsettiği yer babasından kalan oteldir. Otelin simgesel değeri ile yurtsuzluk durumudur. Bu yurtsuzluk Mürşit’in tamamen dünyayı reddetmesine neden olur ve dünya onun için ağrı ve azaptan başka bir şey değildir. Otel, Mürşit için gidememektir. Sanatçı Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli eserine gönderme yapar ancak Mürşit, Zebercet karakterinden oldukça farklıdır. Mürşit entelektüel birikimi ile dünyayı sorgulaması ve bir aileye sahip olması gibi özelliklerle Zebercet’ten ayrılır. Dünya Ağrısı’ndaki otelin ayak işlerini yapan Kibar, Zebercet’e daha yakındır. Kibar’ın televizyonda Anayurt dizisini izlemesi Atılgan’ın romanına yapılan göndermenin açık bir göstergesidir. Mürşit evinde de mutlu değildir. Evin fiziksel olumsuzlukları evde yaşayanları da olumsuz yönde etkiler. Eşinden, oğlu ve kızından da yalıtılmış olarak yaşayan Mürşit eş ve baba olma görevlerini yerine getiremez. Madenci için de evlilik mutlu sona ermez. Madenci ev ile ilgili şu yorumu yapar: “Evin duvarları hayatın alanını belirler, hayat evle hayat bulur, bir tanım kazanır” (s.287). Evi olmayan, ailesi parçalanmış, otelde kalan Madenci’nin hayatı anlamsızdır.
Bireysel yaşam ile birlikte ait olunan toplumun travmaları/ağrıları da eserde yer alır ve dramatik aksiyonun şekillenmesinin diğer göstergeleridir. Toplumdaki ayrışmanın sonucunda ortaya çıkan katliamlar hem toplumların hem de bireylerin hafızasının derinlerine gömülerek, itiraf etmekten kaçınılarak yaşanmamış kabul edilirler. Dünya Ağrısı romanında Madenci’nin babasının çalıştığı gazetede tanık olduğu Maraş Katliamı’nın dehşet gecesi, sahiplenilmeyen bir günahtır. Sosyal zamana ait olaylar romandaki öykü zamanının belirginleşmesi açısından işlevseldir. 26 Aralık 1978 tarihinde meydana gelen Maraş Katliamı sırasında Mürşit 12, Madenci 5 yaşındadır. Mürşit annesi ile gittiği bir düğünde damadın başına silah dayanmasına şahit olur. Damat istediği kızla evlendirilmez. Kızın alevi olması buna mani olan durumdur. Madenci gazetelerdeki “yedi günde yüz elli ölü” (s.114) haberini hafızasından silemez. Bu katliam iki kişinin hafızalarında toplumsal bellekte olduğu gibi derin izler bırakır. Yazar anlatı kişilerine vicdan sorgulamasını yaşatırken diğer yandan da okurunu kendi tarihiyle yüzleştirir. Toplumsal linçler sonucunda yıkılan bireyin değer yargıları, onu insanlardan uzaklaştırır, şeyleştirir.
Olumsuz değişimler insanları kimliksiz, kişiliksiz yok hükmündeki bireylere devşirir. Tunç, Dünya Ağrısı romanında kişiliğinde ve davranışlarında yabancılaşmış ve dünya ağrısını omuzlarında, ruhunda taşıyan başkişi Mürşit ile bu sorunu ortaya koyar. Bireyin yanı sıra toplumdaki yabancılaşma da gözler önüne serilir. Toplumdaki görmezden gelme, yozlaşma, umutsuzluk, iletişimsizlik ortaya çıkan ilk olgulardır. Dünyada yolcu olmak isterken hancı olmak zorunda kalan Mürşit’in babasından kalan oteli ve oteldeki insanlar, şehirdeki insanlar ona bu hayatta bir “yabancı” olduğunu her seferinde hatırlatır. Amaçsız ve derin bir boşlukta yaşayan Mürşit, hayata bağlı kalmayı asla istemez. Uyumsuzluk içine düşen insan topluma ve hayata karşı yabancılaşmanın kısır döngüsüne kapılır ve hemen her şeyin dışında kalır. Karakterdeki bu durum iletişimsizliğe, yabancılaşmaya, korkuya ve uyumsuzluğa son aşamada insansızlaşmaya varır.
Ayfer Tunç’un romanı okurlarını düşünsel düzeyde “çok fena öğütür” (s.221) çağının okuru da roman kişileri gibi şeyleştirilen dünyasıyla sarmal biçimde geçmeyen, bitmeyen travmalara/ağrılara/sancılara tanık olur.