Dışarıda sis var, kallavi bir beyaz gibi. Sanki Tanrı, dudakları arasından uçurduğu dumanları en okkalısından sardırmış, bulutları öldürüyor.
Simitçi bağırarak geçiyor sokağın başından caminin köşesindeki dut ağacının gölgesine. Yorulmuş olmalı, tutup ağaca dayıyor sırtını. O sıra, kapının önündeki merdivenlere kıç vermiş bir kadın iş işlemekte. Ağzında da kocaman bir sakız var. Birazdan cemaat dağılırken bacaklarını aralayıp sakızını şişirecek. Diz kapaklarına dek çektiği çiçekli kadayıf sarısı etekliğini öyle bir gerdirişi var, geçenlerde Perşembe pazarından aldığı kenarları oya işleme dantelli kırmızı külotu görünsün istiyor. Ne fena bir kadın!
Bana da ver bir sigara dedi kızın biri. Altın sarısı saat takılı kıllı bir kol kızcağızın dudaklarına kadar gerildi. Açık pencerenin camında yansıdı ateş. Ağaç dalları ve bulutların üstündeydi. Ciğeri henüz yeni kirlenmiş bir adam, yanan ateşe uzanan sigarayı yaktı. Kızcağız küçük bir nefes çekmişti ki adama uzattı; o da tadına baksın istiyordu. Açık pencereden püfür püfür esen rüzgâra karşı dişleri arasından somurdu adam. Adı Ayhan’dı. Sonra savurduğu dumanı koklayıp gerildi. Demin kızın saçlarını da böyle kokluyordu.
Doğrulup pantolonunu ve sonra gömleğini giyindi. Arka cebinden iki yirmiliği çıkarıp yatağın köşesindeki sehpanın üzerine bıraktı. Aşağıya indiğinde gökte güneş yoktu henüz. Sisliydi hava. Sakızını şişirmiş kadının yanından usulca geçip simitçinin yanına vardı. Susamlı kazan simidini pek severdi. Sıcak olunca, yanında çay ve peynir de varsa güzel olurdu. Simidini yiye yiye cemaatin ortasından geçip gitti.
O sıra, akşam indi şehre. Sis çoktan dağılmıştı. Uzaklarda vapur sesleri çoğalmaktaydı. Çatılarda dolanan martılar, ışıklı camlarda yansıyordu. Köşelerde, bulanık gözlü kızlar paralı delikanlıları beklemekteydi. Kaldırıma çıkmış altmış dokuz model bir İmpala’nın karanlığında herifin biri sıkı sıkıya sarılmış esrar rulosuyla şarap suyunda kurutulmuş bitlis tütünü arasındaki farkı düşünüyordu.
Ayhan, kendini uzun metraj bir sanat filminin içinde hayal ederek bu sokaktan geçti. Başka bir sokağa saptı. Sonra uzun bir caddeye çıktı yol. Biraz yürüyüp kuytu yerde bir hangarın kapısından içeri girdi. Zemin kata boşalan basamakları birer birer indi. Bol karanlıklı loş bir odada, sehpalara ve masalara sızmış gençler ve köşelerde birbirini elleyen homoseksüeller vardı. Ortam dumanlıydı. Barmenin teybe koyduğu müzik kimsenin umurunda değildi.
Ayhan bir bira istedi. Sonra duvarın dibine, zulasına sığmamış tek dal sigara gibi titreyen bir gencin yanına çöktü. Çocuğun kafası hafif zum, ne gördüğünü seçemiyor halde Ayhan’ı dikizliyordu.
Abi dedi birden. Gırtlağına kelepçe geçirilmiş, zorlanarak konuşuyor gibiydi.
Şeytan köşeye çekilmiş başparmağını somuruyor abi.
Ayhan tuhaf tuhaf bakmakla yetindi ilkin. Niye lan? diye sormaktan kendini alamadı.
Beni bekliyor abi. Bekliyor ki içip içip sızayım, sonra kafa bi milyon, girip koluma sallasın beni boğaza doğru.
Ayhan gülümsedi.
İçme o zaman dedi.
Olmaz, içmem lazım. İçeyim ki içimde kutsallaşacağına inandığım şey dile gelsin.
Neymiş o kutsallaşacağına inandığın şey? diye merakla sordu Ayhan. Merak ediyormuş gibi görünmek istemişti.
Delikanlı gözlerini karşıda herhangi bir noktaya dikmiş kendi nefes alış verişini dinliyordu. Uzun süre öylece kaldı. Sonra yüzünü ekşitti ve öyle iğrenç geğirdi ki, buram buram sarımsak ve aç mideyi doldurmuş alkollü asit kokusu Ayhan’a dek geldi. Kusturucu bir kokuydu. Ama Ayhan alışıktı bu kokulara. Severdi. Ne türlü olursa olsun, onu hissedip içinde biçim vermek hoşuna giderdi. Kokunun her türlüsünü iyi bilirdi. Bir yere girecek olsa, kapalı olsun ya da olmasın, mekânın kokusunu içine çekerdi ilkin. Çeker ve hafızasına not ederdi. Neye benzediğini, neyi çağrıştırdığını aklında tutardı. Sonra masasına oturur ve yazardı. Öykülerinde, şiirlerinde, hatta başlayıp bitiremediği romanlarında kullanırdı bunu.
Odasında, daktilo masasında günlerce yemediği yemek artıkları kokardı mesela. Dağınık biriydi. Geceleri aynı yerde uyur, sabahları sigarasını yakıp daktilosunda yazılar yazar, arada bir camdan dışarı bakıp iç geçirir ve çağırabiliyorsa şayet, yirmili yaşlarında herhangi bir kızın bozulmuş bekâretine girip çıkardı. Aynı odada, haftalık çorap, rutubet ve yemek artıklarının kokusunda olurdu bunlar. Işıklar yanmadan olurdu. Beşinci katın çocukları başının üzerinde tepinip dururken uyumaya çalışırdı. Bazen evin kadını elektrikli süpürgesini saatlerce çalıştırır, bir köşeden öteki köşeye gider gelirdi. Bir keresinde beşinci katın babası merdivenlerden aşağı inerken, durup dururken Ayhan’ın kapısı önüne balgamını tükürmüştü. Kapı deliğinden görmüştü bunu. Zamanının çoğunu hep o delikte geçirirdi. Canı sıkılıp da gece vakti ayak sesi duymasın. Sessizce yanaşıp gözünü deliğe diker ve bekler ki biri geçsin kapı önünden. Bir de Ayhan gazete okumazdı. Sharp marka radyosunu açık bırakır, bütün gün müzik ve reklam aralarını dinlerdi. Arada bir, daktilosunun başından kalkar, yanı başındaki bir tomar kâğıdı büker, bir çantaya koyar ve kapıyı çarpıp dışarı çıkardı. Geri döndüğünde kapıdan girerken yayınevinden aldığı paraları sayıyor olurdu. İçmesini severdi. Sahilde tanış olduğu ihtiyar bir balıkçı ona rom ve votka getirirdi. Hem kaçak hem ucuzdular.
Abi.. dedi delikanlı yeniden. Ayhan’ı rüyadan uyandırmıştı. Şu karşıdaki kızları görün mü? Şu üçü birlikte oturanlar hani, işte onlar.
Karşıya baktı. Bitişik üç kız gördü. Yaşları yirmi beşi geçkindi.
Bir haftadır buraya gelip gidiyorlar. Bir haftadır bira içiyorlar. Sıcak bira içiyorlar. Abi, şu soldaki sütun bacaklı olanı var ya, onu her gün başka erkekle görüyorum. Bir taksiye binip gidiyorlar. Nereye gidiyorlar dersin?
Karşıya, sütun bacaklı kızın bacaklarına baktı. Yere çömelmiş, ellerini apışında kavuşturmuştu. Gülüyordu.
Bir otele belki dedi Ayhan.
Hayır, bilemedin. Otele gitmez böyleleri. Bilirim.
Boş bira şişesini köşede bir yere bıraktı, gidip yenisini aldı. Şişenin köpüklü ağzına yumuldu ve gırtlağının boğumlarından biranın rengini içine akıttı.
Nere giderler peki? dedi ciddi ciddi.
Delikanlı döndü, loş ışığın altında bulantılı gözleriyle Ayhan’ın yüzünü seçmeye çalışır gibi;
İster misin? diye sordu. Paran var mı?
Ayhan daha bu sabah kırk lirasını camiye bakan bir odada harcamıştı. Üstelik hallaç pamuğuna dönmüş üryanlığa sokularak yazık etmişti.
İsterim istemesine.. dedi. Olur mu ki?
Düşündüğün şeye bak. Sen bana paradan haber ver, gerisine karışma.
Ayağa kalkıp ceplerini arandı. Orada bir yerde, son tercüme işinden kalan parasını çıkardı.
Elli dedi. Yeter mi?
Delikanlı hışımla kalktı ayağa. Parayı aldı. Uzun saçlarını ayağa kalkınca fark etmişti Ayhan. Sol kulağında çelik bir küpe parlıyordu.
Ev olmaz. Bu parayla olmaz. Tuvalete git, iki dakikaya yanında.
Benim istediğim bu değil dedi Ayhan. Parasını almak için elini uzattı. Böylesi bana gelmez.
Abicim git sen iki dakikaya yanında diyorum. Bağırarak konuşmuştu. Bilinçli gibiydi. Ona uzanan eli sıkıca tutup geri çevirdi. Sert hareketi ve sarhoş bakışları ne yaptığını biliyor gibiydi.
Döndü baktı az önce oturduğu yere. Uzun saçlı keş ortalarda görünmüyordu. Sokağa çıkıp temiz hava solumak istedi. Böyle şeylerden sonra iyi geliyordu. Üstelik dilinin ucunda bir dal sigara olursa, keyfine diyecek olmazdı. Dışarı çıktı, yürümeye başladı. Saatin kaç olduğundan haberi yoktu. Altmış dokuz model İmpala’nın yanından geçti. Geçerken, göz ucuyla içerdeki karanlığa baktı. Deminki uzun saçlı delikanlı, herifin birini sımsıkı öpüyordu. Hayret etti buna. Biraz daha yürüyüp farkına vardı; tuvalette elleri çelik küpeye dokunmuştu. İçinden bir siktir çekti ki kendinden başka duyan olmadı. Geri çekilip cama vurdu.
Çık ulan dışarı!
İkisi birden şaşkın şaşkın Ayhan’a baktılar. Öteki herif eliyle siktir çekti. Sonra delikanlının dudaklarına yumuldu yeniden. Zevkle ve Ayhan orada yokmuş gibi öpüşüyorlardı. Arabanın kırmızı kaportasını yumruklamaya başladı Ayhan. Bağırıyordu ve dikkat çekiyordu.
Delikanlı dayanamadı çıktı dışarı.
Ne var? Ne istiyorsun? diye çıkıştı.
Ver ulan paramı adi herif! Bok adam, kandırdın beni.
Ne kandıracam seni be! Sana dedim olum, gelmez o kız.
Ver paramı yoksa fena yaparım.
Boğazına sarıldı. İncecik bir boğazı vardı çocuğun. Saçları da kokuyordu.
Top musun lan sen? Utanmıyor musun ha?
Dur, tamam. Verecem paranı manyak.
Eliyle arkasını yokladı. Cebinden çıkardığı bir şey o sıra ay ışığında parlayıp sönüverdi. Avucunun içinde sımsıkı tuttuğu bıçağı Ayhan’ın şişkin göbeğine daldırdı. Tek seferde kesif bir koku sıçradı. Kan, kırmızıydı. Acısı sızarken bir yerinin yandığını hissetti Ayhan. Bir yerinde bir acı var, ama nerede? Başından aşağı sıcak su boca etmişler sanki, aynı anda ter bastı. Elleri çocuğun boğazından sıyrılıp boşluğa savruldu. Çekilip baktı ki ne görsün; gövdesine kadar geçmiş bir bıçağın sapı öylece durmakta.
Başı dönmeye başladı. İçtiği biradan mı yoksa başka şeyden mi karar veremedi. Ayakları boşalıyordu. Göbeğinden sızan kan gömleğini ıslatmıştı. İmpala’nın kaportasına dokunmak istedi, başaramadı. Gözleri bulanıklaştı bir anda. Yavaşça yere çöktü. Dizleri üzerinde durup karanlığı seçmeye çalışırken karşıda bir delikanlı koşarak uzaklaşıyordu. İmpala’nın motoru hırıltılı çalışıp yavaşça süzülerek ilerledi. Birden yalnız kalmıştı. Göğsünde bir şey şişip iniyordu. Ağır bir yorgunluk sırtına çökmüştü sanki. Vücudunu daha fazla direyemedi. Sırt üstü taşa uzandı. Demin yaptığı gibi, hızlı hızlı soluyordu. Tuvaletteki gibi. Aynı heyecanda mıydı acaba? Zevkli olmadığı kesindi.
Burnuna tuhaf kokular çalınıyordu. Islak bir şeyin kokusuydu ama seçemiyordu, hayret! Göz kapaklarının uykusu gelmiş gibi ağırlık çökmüştü. Bir kapanıp bir açılıyorlardı. İşin tuhafı ortada kendinden başka kimse yoktu. Gece olmuştu demek. Nedenini bilmeden masada duran yarıda kalmış öyküsünü düşündü. Bitirmeli diye geçirdi içinden. Bitirmeliydim.
Sırf yarıda kalan öyküsünü tamamlayamadığının pişmanlığıyla kapandı gözleri. En son kendi kokusunu duyumsayarak bitirdi filmini.
Son.
Engin Sevinç