Levent Karataş: İstanbul ve 90’lı yılların başından başlarsak… Adı “Pantolonlu Bulut” olan bir dergi ütopyası etrafında toplanmıştık. Sen yine A’bi öngörülüydün -bizden daha çok-. Biz (Ersin Tezcan, Metin Sefa, Turgut Toygar), o dergiyi neden çıkaramadık?
Hepimiz öyle şiir tutkunu, öyle coşkulu, öyle istekli öyle hevesliydik ki… Ama aynı zamanda gençtik; dolayısıyla da imkânsız ve elbette ki acemiydik… Yanıtlarımızdan çok sorularımız vardı… Öte yandan, bir ütopyaya da gereksinim duyuyorduk galiba. “Pantolonlu Bulut” için bir araya gelerek aslında, şiir için gerçekçi olup imkânsızı istemiştik. Gerçekleşmesi imkansızdı hayalimizin ve bunun da farkında olmamak mümkün değildi. Bence işin güzel tarafı, bunu bilerek bir araya gelmiştik. Çünkü esas olay, bir araya gelmekti. Uzun sürmese de, hatta birkaç buluşma olarak kalsa da hep beraber hayal kurmuştuk. Bunun ben de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sen de unutmamışsın… Hatta gerçekleşmemiş olması, bir tasarı olarak kalması sende galiba burukluk yaratmış. Benim için bir uhde değil. Tam olarak 1990 yılının ikinci yarısında ve bir süre de 1991’de sürdürdüğümüz bir hayaldi “Pantolonlu Bulut”. Kendi adıma çıkaramamış olmamızı önemli bir kayıp olarak görmüyorum… Çünkü daha sonra, adı başka da olsa, beş yıl boyunca o hayali başka biçimde gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim. PDF formatında hazırlayıp, ücretsiz olarak her ay, e posta yoluyla dağıtımını yaptığım Cumartesi şiir dergisini, 2005 – 2010 yılları arasında 65 sayı sürdürdüm. Bu beş yılda her ay bir dergi hazırlamanın, bütün hazzını ve sorumluluğunu yaşadım diyebilirim.
Levent Karataş: Cumhuriyet gazetesinde düzeltmenlik de yaptın A’bi. Ama şiirinin imlasına bakınca minimal davrandığını görüyorum. Yani virgülü isteyen istediği yere koyabilir derecesinde…
Enver Topaloğlu: Terzi söküğünü dikemezmiş ya öyle… Yani imlayla başa çıkamadığım için bir mazeret bulmam gerekti, ben de bunu uydurdum mu diyeyim… Elbette öyle değil… Sen de belirttin; Cumhuriyet gibi bir günlük gazetede yirmi beş yıla yakın bir süre, eskilerin deyişiyle musahhih, yeni ve daha çok bilinen adıyla düzeltmen, biraz daha afili söyleyişle redaktörlük yapmış biri olarak şiirde noktalama konusundaki tutumum rastlantısal ya da nedensiz, gerekçesiz olduğu düşünülemez herhalde.
Şair bilir, bilmelidir ki şiir için elzem olanların başında dile egemen olmak gelir. Tabii ki de imlasıyla birlikte. Noktalama imleri yazının jesti, mimiğidir. Konuşurken kullandığımız beden dilimizi yazıda noktalama imleri karşılar. Benim noktalamayı şiirde tercih etmeyişimin nedeni tamamen poetiktir… Okuru metnin dışından etkenlerin yönlendirmesini çok doğru bulmuyorum. Benim şiirimi okurun nasıl okuyacağına müdahale etmemekten yanayım. Şiirin sesini de, ritmini de okur bulsun diye düşünüyorum. Serbest nazımın ya da özgür koşuğun bir gereği olarak görüyorum noktalama imlerinden vazgeçmeyi… Bir tür şiirsel, dilsel ve biçimsel özgürlük diyebilirim…
Enver Topaloğlu: İzmir’e geldim. Henüz yerleştim diyemem. Kırk yıla yakın süre İstanbul’da Kadıköy’de yaşadım. Oraya da yerleşmiş değildim. Yerleşmek derken bilgisayar, yerelleşmek diye giriyor araya. Yerelleşmeyi de, yerleşmeyi de derin bir huzursuzluk, sıkıntı ve kriz nedeni olarak görüyorum. Yerleşmenin huzursuz ediciliğinin aslında bana özgü olduğunu sanmıyorum. Genel bir sorun diye düşünüyorum. Ancak modern zamanların, modern hayatın, modern varlık ve varoluşlarda soruna kişisel bir boyut da kattığı söylenebilir.
Aslında “kent şiiri” tezine, doksanlarda biraz okumalar, biraz da sezgiyle ulaşmıştım. “Kent şiiri” tezi daha çok toplumsal, kültürel dönüşümü anlamaya, anladığım kadarını anladığım kadarıyla adlandırma çabasının sonucuydu. Kente, kentin yaşantısına, mekânına, imgelemine, diline ilk kez İkinci Yeni dalgasıyla yönelen modern Türkçe şiir, altmışlı yıllarda başka bir yöne sapmıştı. Şiirin bu girişimi adeta dondurulmuştu. Seksenlerin sonuna geldiğimizde şiir kentlerde yazılıyordu, ama sesi hâlâ büyük ölçüde kırsaldı… Nesnel bağlaşıklık arayışının da etkisiyle bunun sorgulanmasını düşünmeye başlamıştım. Kentteki yaşantının dili de, şiiri de kentli olmalı diye düşünmeye başlamıştım yani… Üstelik geçmişte, bu yönde önemli bir deneyim ve birikim de vardı. İkinci Yeni şiirini bu açıdan da okuyup değerlendirmek gerektiği kanısına varmıştım… “Kent şiir” tezine Edip Cansever’in şiirlerinin yanı sıra İlhan Berk’in “işte kurşun kubbeler şehri İstanbul’dasın” dizesiyle başlayan “İstanbul” kitabını da önemli bir kılavuz, büyük bir kaynak olarak keşfetmiştim…
İzmir’in şiirime nasıl yansıdığını soruyorsun… Şöyle diyeyim: Şimdilik İzmir beni yazıyor! Sanırım bir süre sonra ben de İzmir’i yazmaya başlarım… O zaman bundan nasılsa sizin de haberiniz olur…
Levent Karataş: “Gidene Kadar” bir Edip Cansever alıntısıyla başlıyor. Konuşurken bu alıntıyı “Gidene Kadar”da açtığını söylemiştin. Ve Edip Cansever şiirinin bir tür devamı gibi olduğunu da…
Levent Karataş: Duvar gazetesinde uzun süredir cumartesi günleri şiiri mercek altına alan yazıların yayımlanıyor. Periyodik yazdığın için güncel poetikaları yakından izleme fırsatın var. Yeni ve yeni yazılan şiirde neler oluyor?
Enver Topaloğlu: Üç yılı aşkın süredir cumartesi günleri hem şiirin gündemine hem de modern Türkçe şiirin geçmişine, birikimine, tarihine değinen, değerlendiren yazılar kotarmaya çalışıyorum. Güncel olanı, yeni kitapları okuyup değerlendirerek takip etmeye gayret ediyorum. Odağına şiiri alan bir tür habercilik, gazetecilik refleksi aslında… Günümüz şiiriyle ilgili gözlemlerimin derinliğine bir çözümleme içerdiğini iddia edemem. Daha çok değini düzeyinde kalıyor. Öyle de olsa bir kanaat sunuyor elbette. Ama bu bende kaygıya da yol açıyor. Yanlış bir şey söylemenin telafisi eksik söylemekten daha zor çünkü.
Günümüz şiiriyle ilgili daha önce birkaç kez kısaca da olsa yazmıştım. Uzunca bir süredir modern Türkçe şiirde bir “Babil Kulesi” durumu söz konusu… Bir sahne düşünelim; “o şiir Türkiye” gibi bir yarışma sahnesi mesela. Birden çok eski, yeni şiir aynı anda yarışmak için sahnede… Hepsi birden öne çıkmaya çalışıyor. Kaosu ve kakofoniyi hayal etmek zor değil. Öyle değilse de ona benzer bir durum söz konusu diyebilirim… Arada yine de kendisini fark ettiren şiirler, poetikalar, isimler yok değil elbette. Ancak hâlâ bulanık bir hava var… Yakın zamanda, bu durumun değişebileceğini düşünmediğimi söyleyebilirim. Belki yeni bir Nazım çıkmayacak… Yeni bir Garip olmayacak ve daha da önemlisi… Bir daha İkinci Yeni gibi bir dalga gerçekleşmeyecek… Ama şiir ancak arayış sürdüğü müddetçe var olacak… Olacaklara ve olası gelişmelere hazırlıklı olmak gerekir…
Levent Karataş: “Gidene Kadar” kitabında benim en dikkatimi çeken ve merakımı gıcıklayan durum, şiirinde artık -denize bakan evinin penceresinden çaktırmadan bakan bir çocuğun ilahi ve rafine dili-denli giderek yolda ermiş bir şairin şiirini örgütlemen. Ne dersin?
Levent Karataş: Klasik ama geleneksel olmayan bir şiir “Gidene Kadar”…
“…doğru
bazı durumlar var ki
bazı zamanlarda
valiz gibi kendini
yanına koyup bir boşlukta
beklemeyi beklemeye başlarsın…” demişsin “Gidene Kadar”da. Neyi bekliyoruz A’bi?
Enver Topaloğlu: Beklemeyi bekliyoruz… Belki de Godo’yu bekliyoruz… Kendimizi bekliyoruz bazı durumlarda… Zamana, mekâna, duruma göre değişiyor beklediğimiz… Durduk yerde değişiyoruz çünkü, durduk yerde beklerken bile beklemiyoruz aslında. Belki beklemeyi de bilmiyoruz… Huzursuzuz, uygarlığın huzursuzluğuyla malulüz… Mağduruz. Olamıyoruz, ne yapsak tamamlanamıyoruz, yarım kalıyor her şey… Gitmek de öyle, kalmak da öyle… Beklemek de öyle…
Levent Karataş: “…kim bilir daha ne kadar kanar
çığlık çığlığa
öpüp birkaç martı
kapatmasa maviliğin
sırtındaki o yarayı…” demişsin. İstanbul’un varlığını hissettim dizelerinde. İstanbullu kâhinlerin şiir yaraları geç mi kapanır?
Enver Topaloğlu: İstanbul’da kimsenin yarası kapanmaz… Kimsenin diyorum, ama herkesin demiyorum… Çünkü hiç yaralanmayan bir avuç mutlu azınlık da yaşar İstanbul’da. Onları unutmamak gerekir… Ömrümün en uzun süresini İstanbul’da yaşadım… Orda genç oldum, âşık oldum, içimi çeke çeke şair oldum… Okudum, çalıştım… Gençliğin geniş zamanında orda yaş aldım. İstesem de, istemesem de şiirlerimde İstanbul’un silueti yer alır. Galiba bu kaçınılmaz … Ama İstanbul şairi de, İstanbullu şair de olduğumu düşünmüyorum… Bunu istediğimi de sanmıyorum… ben de bir soru sorayım: İstanbul yara mı, ara mı acaba?..
Levent Karataş: “…ekmek almaya giderken
çocuklar öldürülüyor sokaklarda
sevinçle başlayan her cümlenin
yasla bitmediği zamanları görecek miyiz…” Bizim kuşak görmedi. Hangi kuşak yaşayacak sevincin anlamını?
Enver Topaloğlu: Oysa insan hak ediyor mutlu olmayı… Ancak öyle açık ki: İnsanın mutsuzluğunun nedeni de insan… Son derece yaman bir çelişki… Zorlu bir paradoks… Ancak düzeni değiştirecek insanı değiştirmek ve insanı değiştirecek düzeni değiştirmek bugün artık daha da zaruri hale gelmiştir. Hangi kuşak ya da kuşaklar layıkıyla yaşar sevinci, mutluluğu bilmiyorum…
Ama bildiğimi sandığım şey umut var oldukça ve insanın gerçekten insanca yaşaması, mutlu olması düşüncesi, arayışı sürdükçe o ütopya bir gün gerçekleşecektir… Çünkü gerçekçi olup imkânsızı isteyenler olmasa dünya çoktan yıkılırdı. İnsan çoktan yok olurdu… Spartaküs’ten bu yana insan; daha iyi bir dünya, daha iyi bir hayat için arayışını da, direnişini de, isyanını da, şiirini de sürdürüyor…
Söyleşi için teşekkür ederim…