Kaan Bakan: “Adlandırılmayan yoktur” der İlhan Berk. Kitabınızın adı ve çıkış noktasına ilişkin başlamak istiyorum. “Mürekkep Balığı Kemikleri” başlığı paradoks vaat ediyor. Kitabın çıkış noktasıyla birlikte nasıl gelişti süreç?
Ercan Yılmaz: “Mürekkep Balığı Kemikleri” Montale’nin kitabının ismi. O kitabı okuduğumda ileride böyle kitap yazarım diye düşünmedim ama başka şeyler uyanmıştı zihnimde. Montale’nin kitabının perde arkasında dünya savaşıyla birlikte gelen sıkışmışlığın, karamsarlığın ancak o kitapla dile getiriliyor hissi olması gibi şu sorular belirmişti benim için: “Şu an da dünya savaşı yerine ne var? ‘Mürekkep Balığı Kemikleri’ ile Montale’nin yapmış olduğu şeyi ben kendi adıma nasıl gerçekleştirebileceğim?” Bunlar için uygun zemin gerekiyordu belki, bu zemin de pandemi süreci oldu benim için. Pandeminin ilk zamanları durum çok vahim manzara çiziyordu. Dolayısıyla kıyametin geldiğini ve bir çeşit insanlığın sonunun geldiğini düşünmüştüm. Böyle bir ruh durumuyla yazıldı kitap, bir yandan bu ruh durumundan nasıl kurtulabilirim diye düşünmüştüm o zaman. Çok iyi hatırlıyorum. 2020 yılının mart ayı. O son duygusu, beklenilmemiş bir sonla karşılaşma hissini üzerimden atmam gerekiyordu. Tıpkı tehlike anında mürekkep balığının kendi imgesini yaratıp yüzeydeki sıvı sayesinde hiçleşmesi ile tehlikeden kurtulması gibi. Bireysel varoluşumu bir imgeyle ifade edebilir miyim ve onu kurban edebilir miyim diye düşünerek her gün bir metin yazmak suretiyle yirmi günde kitap inşa edilmiş oldu. Bunu kitap olarak tasarlamamıştım, yaşadığım sıkışmışlığı kendimin bir imgesiyle kurban etmek istemiştim sadece.
Sonrasında kitap fikri gelişince metni Hilmi Yavuz’a gösterdim. Hoca, metni çok sevdi ama metnin bir anlamda tek kanatlı olduğunu düşündüğünü söyledi bana. Bizim poetikamız hem düz yazıda hem şiir de Doğu ve Batıyı temellük etmek biçiminde senin de yakından bildiğin gibi. Metnimin batılı bir metin olduğunu, metinde doğu referanslarının az olduğuna değinerek eleştiri getirdi hoca. Oradan başka bir şeye dönüşmeye başladı kitap. Eğer kitap çıkacaksa paralel metin üretmeliyim diye düşündüm. Devamında her bir metne, yirmi parçaya eş sayıda metin üretecektim ve hemen sayfanın altında olacaktı. Daha sonrasında sayfa yapısının buna uygun olmadığını gördük ve kitabın arkasına aldık “Mürekkep Kumkuması” adı altında.
İstanbul’da, Zeynep Hanım Konağı’nın karşısında mürekkepçilerin bulunduğu bir hanın olduğu söyleniyor. O dükkanlarda mürekkebi taşısın diye birbirine bağlanmış şişeler var ve ona mürekkep kumkuması deniyormuş. Kitabın o bölümü daha ziyade düzyazıyı ihtiva ediyor. İlk bölüm daha ziyade dilbilimsel anlamda söylersem söze, antropolojik bağlamda söylersem doğaya ilişkin bir bölüm. İkinci bölüm ise mürekkep kelimesinin, mürekkebin hem arka planına hitaben olduğu ve küçük bir antoloji olduğu için o da kültüre yani dile ilişkin bir bölüm olarak karşımıza çıktı. Sonuç olarak, bu kitapta hem dile hem söze atıf yapan çerçeve oluşturulmuş oldu böylece.
Kaan Bakan: Mürekkep balığına ve onun ışığındakilere tekrar döneriz. Hem Mürekkep Balığı Kemikleri’nden hem de sizin bu söylediklerinizden yola çıkacak olursak aslında ortada iki kitabın varlığı söz konusu. Yani elimizde iki bölüme ayrılmış bir kitap var. Bu iki bölüm, birbirlerinin yetmezliklerinden mi doğdu?
Ercan Yılmaz: Hayır, kesinlikle öyle değil. Birinci bölüme dikkat edilirse mürekkep balığı kemiği, mürekkep balığı odaklı nehir şiir görüyoruz. Doğaya ilişkin mürekkep balığı. Mürekkep ise kültüre ilişkin. İnsan elinin değdiği, insanın yazma gereci olarak kullandığı şeyden bahsediyoruz. İkisinin alanları birbirinden tamamıyla farklı bu bağlamda. İkisi birbirini tamamlıyor ama birinin yetmediği yerde öteki başlıyor şekliyle değil elbette. İkisi birbirinden çok aykırı metinler gibi görülmekle birlikte zihinsel anlamda, bir taraf doğayı kuşatarak bir taraf da kültürü kuşatarak kitabın çıkış aşamasında düşünmediğim bir şey sonradan gerçekleşmiş oldu böylece.
Kaan Bakan: “Bir mürekkep balığının biçimlendirdiğini düşünün bakışınızı” diye açılıyor kitap okura. Bunun sonucu diyebilir miyiz kitap için? Yani mürekkep balığının sıvısının onun imgesi olduğunu düşünüp bu bakışın kör noktası olmayan bir hayvandan geldiğini hesaba katarsak eğer, bu bakış için sizin hayata karşı genleşmeniz, yayılmanız diyebilir miyiz?
Ercan Yılmaz: Yanılmıyorsam Eluard’ın dizesiydi: “Boşluk bakışımın biçimini alıyor”. Aslında bu dizeye atıf var girişte. İlk bölüm genel olarak bu dizeye atıfla ilerliyor. Bakış meselesi, geniş yelpazesi olan bir mesele. Birçok açıdan bakışla ilgili perspektifler geliştirebiliriz meseleye. Bakmak, görmek, temâşa etmek, Rilke’nin “Görmeyi öğreniyorum” meselesi vesaire…
Pek de görmediğimiz bir şey mürekkep balığı. Bu kitapla birlikte Saramago’nun “Körlük” ile yaşadığı şeyi pandemi bağlamında benim için de söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Bir çeşit körlük. Ne körlüğü? Eve kapanmış, kendinize çekilmiş durumdasınız ama bur körlüğün bazı imkânları söz konusu. Evet, körlük var ama içeride başka şeyler görmeye başlıyorsunuz. O körlük de başka bir görme biçimi için imkân tanıyan bir şey haline geliyor. Dolayısıyla oradan ilerliyorsunuz, oradan imge yakalayıp imgeden hareketle bir şey yapmaya çalışıyorsunuz. Bir imgenin, metaforun izini sürmeye başlıyorsunuz. O, sizi nereye götürecekse götürüyor. Nereye götürüyor? En azından, beni içinde bulunduğum atmosferin dışına götürdü. Ek olarak, ilk defa bir metafora bu kadar yoğunlaşmış oldum. Mürekkep balığı gözüyle de empati kurarak, onun gözüyle baktığımı söylemem mümkün aslında. Tabii kitaptan önce ile kitaptan sonra arasında, o yirmi günlük kırılma dönemi öncesiyle ve sonrasıyla ben de başka benlere tekabül ediyor. Garip bir kırılma oldu.
Kaan Bakan: Cevabınıza hitaben eden bir şey sormak istiyorum. Kitabın şiir bölümü bir anlamda çok uzaklardan sesleniyor okura. “Dilin kara ormanı” olduğunu, belki de “mahremiyetinin çeliğine su vermeyi” bilmeyenlere özenle kurduğunuz ve “her metaforun iç bahçesi” olduğunu gösteren bir yapı mı o bölüm?
Ercan Yılmaz: Çok güzel bir soru bu. Tamamıyla şimdiden uzaklaşmanın çabası bu kitap. Şimdiden, şimdinin şeylerinden uzaklaşma çabası. Ne kadar kendimi uzağa fırlatabilirim? Hem zaman hem mekân anlamında. Ne kadar ‘deniz’ in derinliklerine kendimi salabilirim? Ya da şimdiden ne kadar arkaik bir zamana mancınıkla fırlatabilirim tabiri caizse. Şimdinin dayattığı atmosferden kurtulmanın yolu ondan uzaklaşmakla mümkün. O yüzden çok arkaik. Belli bir zaman, mekân, insan yok. Çok iptidai bir dönem. Belki kâinat yeni yaratılmış ve üzerinden çok da vakit geçmemiş. O döneme gitmek. Bu zihinsel olarak çok istediğim, uğraştığım bir şeydi. Zaten pandemi şartları bu açıdan verimli oldu benim için. Kendimi fazlasıyla arkaik bir zamanda buldum. Müthiş bir sağalma gerçekleştirdi bu bana. Şimdinin içinde kalıp yazmış olsaydım böyle olmayacaktı. Tarihin her döneminde birtakım yazarlara baktığımız zaman yazmanın bir teselli olduğunu, kurtuluş olmasa bile kurtuluş için umut taşıdığını görmüşüzdür. Benim için tamamıyla zamanın ve mekânın dışına çıkmakla mümkün olabilecekti yaşamış olduğum an’ın katı gerçekliğine dayanabilmek.
Kaan Bakan: Bazı hayvanlar sizin için özel sanırım. “Rüzgârın Aynaları”nda kaplumbağa ve kargaya, “Altın Çayırlar” da akrep ve karıncaya, “Kaplanın İşaretleri” nde Borges ve Blake’den el alıp kaplana, zaman zaman da metinlerinizde pars, arı, salyangoz, keçiye yer veriyorsunuz. Nedir sizin için hayvanlar?
Ercan Yılmaz: Çıkacak olan yeni kitabım kedi üzerine. Limon’un hikâyeleri… Bahsetmiş olduğun canlılar benim şu ya da bu şekilde muhatap olduğum ama daha çok okuduğum canlılar. Okuyarak hayranlık beslediğim canlılar. Kaplan öyle. Bazen de seyrederek. Kaplumbağa ile birebir temas halindeyim. Köydeki evimizin civarında, tarlalarımızda çok sık görüyorum ama kaplumbağada dahi okuduklarımın imgesiyle karşılaşıyorum. Salyangozda haiku karşımıza çıkıyor. Fuji Dağı’na yavaş yavaş tırmanan salyangozdan bahsediyor şair. Kargaya bakınca Kafka’nın atmosferinde buluyorsunuz kendinizi. Çok felsefeye uygun hem metafor hem gerçeklik ve ikisini birlikte temellük ediyorsunuz. Bütün bu canlılara okuyarak yakınlık duydum temelde ama kedi öyle değil. Kediyi bizzat deneyimledim. Tam da bu metnin yazılmış olduğu dönemlerde hayatıma giren Norveç Orman kedisini.
Kitap daha ‘yaban’ bir dünyanın içinden sesleniyor ya da kitaptaki özne. Ne dersek diyelim. Henüz yavruyken hayatıma giren Norveç Orman kedisi yaban hayatın canlısı. Hayatımı onun öncesiyle ve sonrasıyla olmak üzere ikiye ayırıyorum. Bu çok organik bir ilişki. Diğerleri kültürel. Limon daha doğaya ait bir ilişki kurmama vesile oldu. Sonra bu doğal ilişkiyi yazabilir miyim diye düşündüm. O doğallıkta yazamadım ama yarı kurgu yarı yaşantıların öne çıkmış olduğu kitap ortaya çıktı. 41 küçük hikâyeden metin oluştu, o da yakında çıkacak. Organik olarak kedi, kültürel olarak da saymış olduğun hayvanlar benim için gerçekten önemli. “Kaplanın İşaretleri” kitabının merkezinde tamamen kaplan var. Kaplan imgesinin peşinde olup kendi kaplanını yazmak. Eskişehir ile ilgili bir metin yazmıştım, şehri kaplan olarak düşünmüştüm. Kaplanın üzerindeki çizgileri şehrin yollarıyla ilişkilendirmiştim. Bu şekilde garip tahayyül tecrübeleri vardır. Gözlemlediğiniz zaman bambaşka şeyler söylüyorlar size. Sen de salyangozlar üzerine bir metin yazıyorsun. Okudukların üzerinden yazıyorsun ama gözlemlediğin zaman başka şeyler de söyleyecekler sana.
Kaplumbağaları çok uzun süre seyredebilirsiniz. O yavaşlığı tadabilirsiniz. Sonuç olarak, hareket hâlinde olan canlıyı seyretmek, onun üzerine okumalar yapmak hayatın farklı veçhelerini farklı açılardan görmemiz için tecrübe sunuyor bize. İnsan, insana odakladır genellikle ama diğer varlıkların nazarıyla baktığı zaman farklı pencereler açılıyor her yerden çünkü bu dünya sadece bizim için değil. Onlar için de.
Kaan Bakan: Montale’yi andık. Montale’yi ilk “Mürekkep Balığı Kemikleri” ile görmüyoruz aslında. “Kitap Evi Otel”de de bir bölümde yer veriyorsunuz ve şöyle bir cümle geçiyor: “Mürekkep balıklarının kemikleri olmadığı için güzel dünya.” Sizle paralelliklerinin olduğunu söyleyebilir miyiz?
Ercan Yılmaz: Tabii. Montale ve ondan önceki birçok eli kalem tutan insan aynı şeyi söylemiştir aslında. Şiirle, yazıyla, sanatla umut arayışı… Benim yaptığım şey de bu oldu. 2020 itibari ile birçok manada çok keyifli olduğumuzu söylememiz mümkün mü? Hem memleket bağlamında hem dünya bağlamında yaşadığımız pek çok sıkıntı var. Öyle ruh durumuna sahibiz ki, öyle bir gerginiz ki umutsuzuz ve her daim yaralanıyoruz. Bunları taşıyabilmek kolay değil. Kalem, yazmak, şiir bizden öncekilerin olduğu gibi bizim de teselli aracımız. En azından benim için. Başka türlü bir teselli olamazdı benim hayatımda.
Kaan Bakan: “Mürekkep Kumkuması” bölümü, epigrafta yer alan şair Necatigil’in dizesinin bir kısmıyla söyleyecek olursak “Göz nurunu kitaplara dökmek” isteyenlerin hoşuna gidecek şekilde mürekkebe, dolma kaleme, kâğıda güzellemelerle dolu. Ne dersiniz?
Ercan Yılmaz: Benim için kâğıt, “iyi yürekli kâğıt” dır Calvino’nun dediği gibi. Kalem de ilk yaratılan nesnedir bizim medeniyetimize göre. Dolayısıyla çok kutsal bir birliktelikten söz ediyoruz. Ezeli ve ebedi birliktelik gibi geliyor bana. Montale’nin dediğinden biraz farklı olarak, on beş dakika yazmanın geçiremediği hiçbir kalp ağrısı bilmiyorum. Kalp ağrısını yazıyor olsak bile. Yazmanın da bir teselli olduğunu düşünüyorum tıpkı okumak gibi. Ben çok küçük yaşlardan beri kalemle vakit geçirmiş, kalemle hülya adamı olmuş biriyim. Kalemle umut eden, kalemle hüznün keyfini süren, kalemle kâğıdın birlikteliğinden büyük haz duyan ve bu hazzın üzerine başka hiçbir hazzı koyamayan, koymayı beceremeyen biriyim. Benim dünyam: Kalemler, kitaplar, kağıtlar…
İlerleyen zamanda Okur’da çıkan yazılarım kitaplaşacak. İyi yürekli kâğıt bağlamında. En son kâğıt değirmenini yazdım. Şimdi yeni yazmakta olduğum yazı hokka üzerine. Yani yazmaya, kaleme, kâğıda ilişkin şeyler beni çok ilgilendiriyor. Aynı zamanda dolma kalemler, mürekkepler, hokkalar günümüzde çok fazla geçer akçe olan şeyler değil. Günümüzde az rağbet edilip elimizin tersiyle itilen şeylere teveccüh etmek, onlara yönelmek bana büyük bir keyif veriyor. Kendimi orada buluyorum. Daha anlamlı, daha sahih bir varoluşun tüm bunlarla gerçekleşebileceğini düşünüyorum açık söylemek gerekirse. Belki çok safderun bir şey belki çok ütopik bir söylemin içerisindeyim ama sonuçta beni mutlu edip haz veren şeyler bunlar.
Kaan Bakan: Kitap boyunca bize eşlik eden resimler var. Okur da yer yer kelimelerden, cümlelerden resimlere doğru yolculuğa çıkıyor. Bazen de tam tersi. Metinlerden resimlere, resimlerden metinlere yolculuk sizin için ne ifade ediyor?
Kaan Bakan: Bu kitapta kurduğunuz evrende diğer eserlerinizde olduğu gibi yazar ve şairlere yer veriyorsunuz. Olabildiğince uzak olma bilinciyle inşa ettiğiniz “Mürekkep Balığı Kemikleri” evreninin değişmez yasaları mıdır şairler, yazarlar?
Ercan Yılmaz: Ben başka yazarlara, şairlere, filozoflara atıf yapmadan; daha geniş şekliyle başkalarına atıf yapmadan yazmayı sevmiyorum. İnşa etmeye çalıştığım metnime onları dahil etmeyi seviyorum. Onları yeniden üreterek, onlarla var olduğumu düşünüyorum. Bir de gönül borcumun olduğu yazar ve şairler var. Bunu göz ardı edemiyorum. Genelde atıfları çok bilinçli ve açık yaparım ben. Burada öyle değildi. Kendimi olağan akışına bırakınca kalbime fısıldanan şeyleri kendimi aracı kılarak ortaya çıkardım. Bu bağlamda da farklı bir durum ortaya çıktı.
Kaan Bakan: Son olarak, geçtiğimiz aylarda öncülüğünüzde şahane bir festival gerçekleşti. Roman Kahramanları Festivali. Bu festival epey yankı uyandırdı. Bunun hakkında ve kitabınızın da kahramanının mürekkep balığı olabilirliği hakkında ne dersiniz?
Ercan Yılmaz: Mürekkep balığının kahraman olduğu bir roman yazarsan önümüzdeki yıllarda o kahramanlardan biri olarak mürekkep balığı sahnede yerini alır. Zaten hepimiz roman kahramanıyız. Roman Kahramanları Festivali, belki de bundan birkaç yıl sonra dünya çapında düzenlenecek festival olmaya aday. Gerçekten çok önemli her bakımdan. Roman merkezli birtakım çalışmalar neticesiyle lise öğrencilerinin empatiyi kazanabileceğini düşünüyorum. Bizim okulumuzun rotası kitaplarla hareket etmek, onlarla yatıp kalkmak. Daha eğlenceli ve kışkırtıcı nasıl yapabiliriz diye düşünmüştük. 2018’den beri yapmaya çalıştığımız uluslararası bir programın lise ayağı bağlamında gerçekleştirilmiş bir festival oldu. Tabii sizlerin sahip çıkmasıyla, sizlerin motivasyonuyla. Bizler sadece öğrencilerin yapmış olduğunu seyrettik, keyif aldık. Elimizden gelen desteği vermeye çalıştık ama öğrenci talep ettiği sürece gerçekleşti festival. Önemli olan öğrencinin isteği. Zannedersem dünyada da çok azdır böyle bir festival. Bu kadar tartışılır olup bu kadar gündemde kalsın. Şu da görülüyor aslında, sanatın gündem olup tartışılma potansiyeli hâlâ var. Edebiyat ve sanat, toplumları dönüştürme gücüne hâlâ sahip. Çok kıymetli neticeye ulaştı. Benim öğretmenliğim boyunca en çok umutlandığım dönem oldu bu süreç. Bu festival dolayısıyla yaşadıklarımız, festivale sahip çıkanlar ve yardım edenler bağlamında umudumun tazelenmesiyle oldukça önemliydi benim için. Tekrardan emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.