Son zamanlarda sık sık şair kardeşim Serkan Ozan Özağaç’ın hediye ettiği, Rilke’yi Duino Şatosu’nda gösteren fotoğrafı seyrediyorum.
Rilke, olmakla olmamak arasındaki o bildiğimiz duruşuyla hayranlıkla korku karışımı bir his uyandırıyor içimde. Hayranlıkla korku diyorum; çünkü onun şiiri bu iki duygunun hazza dönüşmesidir bende. Benim gibi düşünenlerin ve hayatını şiire adamışların ‘kutsal’ıdır Rilke; hem yaşamak hem de anlatmak için ‘seçilmiş’ olandır. Musil’in dediği gibi ‘O bir gün, ortaçağ dinselliğinden hareketle insanlık ülküsünün ötesinde yeni bir dünya imgesine giden yolda, yalnızca büyük bir ozan değil, eşi bulunmaz bir yol gösterici olacaktır.’
İş Bankası Kültür Yayınları, ilk baskısı 1993 yılında İyi Şeyler Yayıncılık’tan yayımlanan Duino Ağıtları’nı, Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi’nden tekrar sundu okuyucuya. Daha önce Turan Oflazoğlu ve Ahmet Cemal çevirileriyle okuduğumuz Ağıtlar’ın çevirmeni ise Can Alkor. Geçen asrın şiir zirvesi olduğu birçoklarınca tartışmasız bir şekilde kabul edilen Ağıtlar’a gösterilen bu ilgi oldukça sevindirici. Rilkeseverler çok iyi bilirler ki Rilke’yi her okuyuş aslında bir yeniden okuyuştur ve büyük bir haz şöleni vaat eder. 20. asrın bu en büyük ozanı, bütün dehasını Duino Ağıtları’na koymuştur desek yanılmış olmayız. Duino Ağıtları’nda ‘dış dünyaya sırt dönerek ve bedeninin merkezine girerek, mediatif yoldan dünyanın içine nüfuz etmeye’ çalışan bir şairle karşılaşırız. Deyiş yerindeyse dünyanın ve hatta varoluşun karanlığının ardındaki ışıkla gözleri kamaşmış bir şairle… Prenses Marie von Thurn und Taxis Hohenlohe’nin Rilke’ye yazmış olduğu 1913 tarihli o hayranlık dolu mektuptaki dilekleri Duino Ağıtları ile gerçekleşmiş gibidir; -şöyle der prenses, Rilke’ye: ‘Şu sizin meraklı gözleriniz var ya, hani her şeye merakla bakan ve değişik gören gözleriniz, âh onları bir kez de kendinize çevirip, kendinizi görebilseniz!’ Evet, Rilke, Duino Ağıtları’yla çevirmiştir gözlerini kendine. Mısralar kendi ruhundan fışkırmıştır bir anlamda. Tüm gövdesinden boşluğu fırlatmaktır arzuladığı. ‘Yokoluşun bile bir varlık yolu’ olduğunu kesinlemenin yolunu arar daima! Duino Ağıtları birçoklarınca dile getirildiği gibi mistik bir ozanın değil, ruhu arayışla dolu dervişâne edâya sahip bir ozanın kitabıdır. ‘Kitabını yalnızlığa indirdiği günlerde’ kendisini şiirin içindeki çöle kilitlemiş ve o çölde başlamıştır yolculuğuna âdetâ.
Kâh düşünen ve isteyen kâh düşünülmezde salınan ve vazgeçen bir ozan olarak Rilke, hemen tüm kitaplarında olduğu gibi, bu kitapta da varoluşçu bir çerçevede ilişki kurar ölümle. Zira varoluşçular gibi o da ölümü yıkıcı ya da yok edici bir unsur olarak değil, bilâkis hayatın inşa edici unsuru olarak idrak eder. Ölüm, bilinçdışı denizini besleyen en bereketli ırmaktır onda. Şiirini ölümün bütün varlıklar ile kaynaşması için aracı kılan Rilke, ‘yaşamın içindeki ölümle’ ilgili düşünceleri bakımından neredeyse şark bilgeleri ile aynı safta, en azından aynı yöndedir. Görüntülerden ve nesnelerden süzülen dünyevî bir bilgelik Ağıtlar’da uhrevî bir bilgelikle birleşir. ‘Melek’ bu bileşimin temel figürüdür. ‘Melek’ figürünü böylesine derin ve kuşatıcı bir biçimde işleyen bir başka ozan daha yoktur. Hem görünmez hem de görünür-olan’dır onun melek’i. ‘Her melek korkunçtur’ ama korku onda, Rilke’de, ‘haz’la aynı anlamdadır çoğu zaman. Kimi zaman hazzın doğurduğu korku, kimi zaman da korkunun doğurduğu haz… Ağıtlar’ı Lehçeye çeviren kişiye yazdığı mektupta kitabın merkezini teşkil eden ‘melek’ simgesi için oldukça çarpıcı şeyler söyler Rilke: ‘Ağıtlardaki meleğin, Hıristiyanlığın meleğiyle hiçbir ilgisi yoktur; o daha çok, İslâm’ın meleklerine yakındır… Bizim yapmakta olduğumuz, görünürü görünmeyene çevirme işi, ağıtların meleğinde tamamlanmış gibidir artık.’
Sonsuz bir imge ırmağında seyreder kendi yüzünü, merkezde olanın çevresinde bir seyrediş gülü olarak Rilke; tepeden tırnağa bakış kesilmiştir ve görmek varolmakla neredeyse aynı şeydir ozana göre! Eğer ‘yürek ile düşünmek’ diye bir şey varsa bunu yeni bir inançsal tavır geliştirerek en bütüncül anlamda becerendir Rilke. Heidegger’in ‘tasa’sı ile Rilke’nin ‘ağıtları’ hayatla ölümü ayıran o ince çizgide kışkırtıcı bir biçimde birleşir. Kelimeler tanrısal bir tınının yüzgörümlüğüdür onda! Yaşam ve yaşam olmayan’ı aynı anda vermek ister gibidir; Hilmi Yavuz, Rilke’nin hayatından bağımsız düşünemeyeceğimiz şiiri için şöyle der: ‘Âh, evet hem hüzün verir Rilke’nin şiirleri, hem bahtiyarlık! Ferahlık duygusuyla baş dönmesi birliktedir onda. Ne yaşamın olumsuzluğunu olumluya dönüştürür Rilke ne de tam tersini yapar. İkisi bir aradadır ve elbette aynı ânda! Yaşamı da, tıpkı gül gibi, mezar taşına yazıldığı üzere, bir saf çelişkiye dönüştürmüştür.’ Bu saf çelişkinin en yüksek perdeden tezahürüdür Duino Ağıtları. ‘Aynı anda biliyoruz çiçeklenmeyi ve solmayı.’ demiyor muydu dördüncü ağıt’ta Rilke. Çelişkilerden görünmez’in arısı olarak hem dünyevî hem uhrevî bilgelik emerken varlık’ın sınırlarında gezer daima. ‘Nasıl kuğuya dolarsa Tanrı.’ derken aslında tüm nesnelere, görünen’e de dolduğunu anlatmak istemiyor mudur bir bakıma Rilke?! İşte bu doluluğun ezgisidir, yakarışıdır onun şiiri.
Ağıtlar’da ağırlıklı olarak ‘melek’, ‘aşk’, ‘ben’, ‘ölüm’, ‘varoluş’, ‘nesne’, ‘yazgı’ gibi kavramları sürekli derinleştirerek ilerler Rilke. Hayat ile ölümün bir bütün arz ettiğini, sonsuzluk iştiyakını, derin ama bereketli umutsuzluğunu ve insanın ödevini işleyen ozanın, Tanrı’nın karanlığını, deyiş yerindeyse acı ve tutku mumu ile aydınlatmak içindir tüm çabası.
İnternet sitemizden en verimli şekilde faydalanabilmeniz ve kullanıcı deneyiminizi geliştirebilmek için Cookie kullanıyoruz. Cookie kullanılmasını tercih etmezseniz tarayıcınızın ayarlarından Cookie’leri silebilir ya da engelleyebilirsiniz. Gizlilik politikamızı okumak için buraya tıklayabilirsiniz.
Kutluyorum sizi.
Adil BAŞOĞUL…