Ben Aydın Afacan’ı okurken ‘Gül parmaklı şafak’ın Aydın Afacan’ın kalbine yazdığı şiirleri okurum daima. Açarım/çiçeklenirim, bir parmak acı bal çalabilmek için akşamın ağzına… ‘rüyâ sona ermeden şafakta’ kaybolurum Dil denen o âteşîn yolculukta… Ben Aydın Afacan’ı okurken o da beni okur; ikimiz de okur oluruz; binbir yüzlü okur… Gölümüzün üstünde binbir lotus… Yanan sulardan seyreder bizi Narkissos… Seyredilen oluruz; bizi birbirimize dönüştüren ne varsa hepsini yokluğun himmeti sayarız. Görmeyi öğretir öğretir onun şiiri; ‘görmeyi öğreniyorum’ demiyor muydu Rilke de, Malte’nin daha o ilk sayfalarında, ‘Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir iç dünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor. Orada neler olup bittiğini bilmiyorum.’
Hilmi Yavuz, ‘ne zaman bir suya eğilip baksam/orda suyun hayâlini görürüm’ der gölge ve Zaman şiirinde. Aydın Afacan da suyun hayâlini bir başka ifadeyle imgesini şiirsel-deyiş’e dönüştürür. Bu şiirsel-deyiş sürecinde Dil de suyun akışına kaptırır kendini; akar gider kendini var edecek deryaya doğru.
Bu sey(i)rde, kadim bir şairin o müstesna ‘çün cûlar, deryâya vardılar, hâmûş oldular’ mısraı eşlik eder yolculuğuma. Başkasını bilmem ama benim için Aydın Afacan’ın şiiri bu mısrada saklıdır. Akış daima oluş’u, varış ise var-oluş’u imler. Başlangıç’ın ve son’un kelimeleriyle betimlenen sonsuzluk iştiyakı duyuş’u deyiş’e dönüştürmekle kalmaz, deyiş’i de görüntüler düzeyinde yeniden üretir. Bu bağlamda Afacan’ın Rilke’nin Görüntüler Kitabı’yla rahatlıkla ilişkilendirebildiğim eserinin, dünya’yı ‘kendini tefekkür eden uçsuz bucaksız bir Narkissos’ olarak algılayışı hiç de şaşırtıcı değildir.
‘Su’ Aydın Afacan’ın en başat imgesidir. Daha ilk kitabından bu yana kışkırtıcı bir su kültü ile kuşatır okuyucuyu. Bachelard’a göre bir şiirsel imge, getirdiği yenilikle dilsel etkinliği bütünüyle sarsar ve bizi, konuşan varlığın köklerine götürür. Çünkü şiirsel imge, kendi dilimizin yeni bir varlığı haline gelir, ifade ettiği şeyle bizi de ifade etmeye başlar, bir başka deyişle imge, aynı zamanda hem bir ifadenin, hem de kendi varlığımızın oluşumudur. Burada ifade, varlığı oluşturur.
Şiirin ‘anlık bir metafizik’ olduğunu dile getirdikten sonra da şunları ekler Bachelard: ‘Kısa bir şiirle bir evren görüşünü ve bir ruhun sırrını, bir varlığı ve nesneleri, hepsini birden verebilmeli… Her gerçek şiirde, durdurulmuş bir zamanın, bir ölçüyü izlemeyen zamanın, nehrin suyu ile, geçen rüzgar ile yatay olarak kaçan ortak zamandan ayırmak için bizim dikey dediğimiz zamanın ögelerini bulmak mümkündür.’
Şairin, bilinmeyen ya da görünmeyen’le ilişkisi öteden beri birçok incelemeye tabi tutulmuş, bu konuda çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Gayb’ı kurcalamak sadece İslâm tasavvufunun şaire yüklediği bir mesuliyet değil, ilk filozoflardan modern şairlere kadar birçoklarınca kabul edilen bir düşünce olmuştur. Octavio Paz’ın ‘şiir bilinmeyene al atmalı’, Rimbaud’nun ‘bilinmeyene ulaşmalı’ ya da Rilke’nin ‘Görünmez’in arılarıyız’ fragmanlarını bu çerçevede değerlendirebiliriz hiç şüphesiz. Sözünü ettiğim şairlerin ortak özelliği, verili Dünya’nın görüntülerini betimlemenin ötesinde bir esoterique anlam arayışı içerisinde olmalarıdır. Burada bir parantez açarak şunu eklememiz gerekiyor sanırım: Hilmi Yavuz, o gerçekten ufuk açıcı makalesinde, ‘Eşkâl-i hayatı havz-ı hayâlin sularında’ seyrederken ve dahi ‘arzın bütün ahcâr ü nebat’ını ‘bir aks-i mülevven’ olarak betimlerken gördüğümüz Hâşim’i, ‘nukûş-ı sûver-i âlem’e bakarak, onları ‘bir özge temâşâ ile’ seyreden Nâilî ve dolayısıyla Divân şiirinin konseptiyle bütünleştirir. Yavuz’a göre, ‘Nâilî’de de Hâşim’de de, Dünya ‘verili’ bir Dünya’dır; -‘seyr’e[dilir] veya ‘bak’[ılır]; ‘temâşâ’ ile tasvîr edilir veya ‘aks-i mülevven’ ile temsil edilir.’ Dolayısıyla bu konsept, Dünya’yı tamamlanmış bir Dünya olarak kabul eden İslâmî tahayyül ile örtüşmektedir. Süslemeci metinler de zaten -ki Nâilî ve Hâşim’in şiirleri de bu gruba dahildirler- Dünya’yı tamamlamak için değil Dünya üzerinde oynamak için vardırlar.
Freud da benzer bir yaklaşım sergiler: Sanatçı da oyun oynayan bir çocuk gibi davranır tıpkı; o da kendine bir hayâl dünyası yaratarak bu dünyayı pek ciddiye alır, yani zengin bir hayâl hazinesiyle donatarak realite’den kesin sınırlarla ayırır onu. Sanatsal yaratıyla çocuk oyunu arasındaki akrabalığın izlerini dilde hâlâ saptayabilmekteyiz.
Aydın Afacan’ın Dünya’sı ise Joachim Gasquet’in ifade ettiği gibi ‘kendini tefekkür eden uçsuz bucaksız bir Narkissos’tur.’ Bu algı, şairi, Rimbaud, Paz ve Rilke’ye dolayısıyla da modern şiir geleneğine eklemlememize imkân tanır. Bu argümanlar kanaatimce Aydın Afacan’ın, ‘Seyreyledim eşkâl-i hayâtı/Bir havz-ı hayâlin sularında’ mısralarının şairi Hâşim’den ziyade ‘Âyine-i sîm-i havza her dem/Tasvîr olunurdu başka âlem’ ya da ‘Mir’ât-ı cemâl-i şâhid-i gayb/Ol havz-ı celî idi bilâ-rayb’ mısralarının şairi Şeyh Gâlib’e yakın durduğunu göstermektedir. Yani İbn Arabî’nin her dem oluşta dediği Dünyâ ile sadece tasvir dolayımında değil tefekkür ve fiiliyat düzleminde de ilgilidir ‘zâtına hoşça bakan’ Aydın Afacan. Modern dönemin insanına baktığımızda, onun hep bir yanıyla eksik yahut tamamlanmamışlık hissi verdiğini görüyoruz. Bir başka deyişle, Tinin Görüngübilimi yazarı Hegel’in diyalektiği, bütünlüğün varoluşu bağlamında, öngördüğü şimdiki zamanın içinde hapsolmuş bir şekilde değil, Afacan’ın şiirlerinde zamanı aşan ya da zamanlar üstü diyebileceğimiz bir boyutta yeniden üretilmiş diğer bir ifadeyle şiirsel-deyiş boyutuyla var olmuştur. Mitler, efsaneler, kadim anlatılar, Divan şiiri bu boyutu var etmek için şairin şiirinde yerini almış ögelerdir büyük ölçüde.
‘Bakış’, birçok modern şairin hem sığınağı hem hapishanesidir. Bulmak zorunda olduğu ‘anlam’ı görebilmek için bu ‘Dünya’ya sığınan birçok şair gibi görünenle yetinmenin getirdiği bulantı ile bir hapishaneye dönüşen ‘Dünya’ arasında sıkışıp kalmaktan ‘sahih’ bir niyetle ve Dil’in imkânlarıyla kurtulmanın yollarını bulmuştur Aydın Afacan. Şiirin bir Dil meselesi olduğunun ayırtına varmış şairlere has bir ustalık ve itinanın okuyucuyu bir haz şölenine davet edişinin altında hiç kuşkusuz şairin şiirlerini haz alarak yazdığı gerçeği yatmaktadır.
Şark mistiklerinin metne ilişkin ‘mutlak beden’ teşbihleri bir hayli manidar ve kışkırtıcıdır. Bir haz nesnesi olan metin aynı zamanda şiirsel öznenin ve şairin ‘mevcut’ olmalarının bir imkânıdır. Zira imgesel yaratının en belirgin fonksiyonunun cisimsiz/bedensiz olanı cisimleştirmek, cismani olanı ise ruhileştirmek veya inceltmek olduğunu söylemek mübalâğa olmayacaktır.
Aydın Afacan da Dil’in alacakaranlık sularında ‘zâtına hoşça bakan’ bir şair olarak karşımıza çıkar. Yani ki hem bakan (özne) hem de bakılan (nesne) olarak özgün bir yerde konumlanmış olan şair, modern dönemin yapıtlarının değerini taşıdıkları ‘ikilik’e bağlayan Barthes ile büyük ölçüde örtüşür. Sulara yansıyan görüntü gerçekte bir batık mıdır? ‘Çıkmaz [mı] artık sular altından o dünya?’ Yoksa şair kendi imgesine mi kurban ediyor ben’ini? Bütün bu soruların cevabını sanırım onun ilk su damlasından ‘deryâ’ya doğru genişleyen yayımlanacak son kitabından öğreneceğiz.
Güzdür, Bilge Karasu gibi ‘her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğini bile bile’ ‘istediğim denizi yazmak’ diyen gibi bir şairin sularında sûretimizi seyretmenin tam zamanıdır şimdi; değil mi ki ‘dünya değişir iki varlık bakışınca ve bilişince’…
*”Poeta Aydın Afacan”
Antonella Pomara’nın ‘çizgileriyle’…