‘Duru bir gün için doğdum ben’
Hölderlin
Ada dergisinin 6. sayısında Hilmi Yavuz ile Bulanık Defterler dolayımında yaptığım söyleşinin bir bölümü şöyledir:
“Sevgili Hocam, her şeyin sine-i efkârına ‘elmas’ bir ‘elif’ çekiyorsunuz Bulanık Defterler’iniz ile. Yazlar ve yavaşlık ve yaşlılık; ‘dünyayı kalbinizin kâğıdına geçirdiniz bir kez daha. ‘Çiçeklenmeyle solmayı birlikte kavrarız biz’ diyor Duino Ağıtları şairi. Bulanık Defterler’de, sizin de, ‘çiçeklenme ile solmayı birlikte kavradığınızı’ söylememiz mümkün mü?
Ah, evet Rilke, diye yazmıştım, evet o! ‘Çiçeklenme ile solmayı birlikte kavramak’ın ‘Bulanık Defterler’deki karşılığı, yaşlılık’tır. Ya da şöyle: Hem bir yaz’ı yaşamak hem de o yaz’ın ‘son’ olduğunu düşünmek! Yahşi Yalısı’nda yürürken, kaç yazdır, hep bir yaz daha yaşayamayabileceğimi düşündüm. Ve ertesi yaz, hem o yazı da yaşayacak olmanın hazzını hem de bir sonraki yaz’ın olmayabileceğinin hüznünü! ‘Çiçeklenme ile solmayı birlikte kavramak biraz da, yazların giderek azalmasından mıdır bende? Yahya Kemal’in ‘Kanlıca’nın ihtiyarları’nı anlıyorum şimdi: Onlar, geçmiş sonbaharları, bense gelecek yazları bir daha yaşayamayacak olmanın hüznünü duyumsuyoruz. Yahşi’nin ihtiyarları için de yazlar kısaldı artık! (‘Bulanık Defterler’in son sayfasını anımsa: ‘Güzün defteri! Kaç sayfa kaldı? İnceliyor defter; sayfalar azaldı’)
Taormina’dan bir cümle: ‘Geçmişte yaşanmış, sıradan alelâde bir an, Bergson’un mémoire involontaire’i yoluyla, istençsiz anımsama yoluyla anımsanınca, alelâdelikten sıyrılıp büyü’lü bir an’a dönüşüyor.’ Bulanık Defterler’de de her şey bu yolla mı ‘büyü’lü bir an’a dönüşüyor’, ne dersiniz?
Aleladelikleri, birdenbire büyülü an’lara dönüştüren, Bellek’tir elbet. Tıpkı büyülü an’ları aleladeliklere dönüştürdüğü gibi! Saptaman doğrudur: ‘Bulanık Defterler’de Bellek, daha çok kokularla ve seslerle, çocukluk ya da ilkgençlik yıllarımdaki sıradan yaşantıları şimdi’ye çağırarak büyülü anlatılara dönüştürdü. ‘Bulanık Defterler’in düzyazısının bir ‘büyü üretimi’ olmasını istedim kendim için; -Valery’nin Baudelaire’in ‘Kötülük Çiçekleri’ için söylediği gibi!
‘Böylece ‘Taormina’, görme duyusuyla dokunma duyusu arasındaki ayrımın geçerli olmadığı bir yeri göstermekteydi’ diyorsunuz yine Taormina anlatınızda. Zira ‘bakmak’ ve ‘dokunmak’ ile gerçekleştiriyorsunuz kişisel ‘imtidâd’ınızı… Bulanık Defterler’de Taormina’yı ve ayrıca ‘Sözcüğü buldum, şimdi onun imgesini aramalıyım.’ diyerek başladığınız yolculukta, ‘yolu, bütün bedeninizle sınayarak’ Taormina’nın imgesini bulmuş gibisiniz…
Ben, duyularımı Zaman’la ilişkilendiririm. Ses ve Koku ve Tad, Geçmiş’tir benim için;- beni geçmişe taşırlar. Görmek ve Dokunmak’sa Şimdi’dir! Dokunmak’la Görmek, benim Şimdi’de ve Bura’da Varoluş’umu imledikleri için, birbirlerinden ayrılmazlar. Senin deyişinle ‘kişisel ‘İmtidad’ım, Seslerden , Tadlardan ve Kokulardan (Geçmiş), Görmek ve Dokunmak’a (Şimdi) ulanarak sürer. Duyuların Gelecek’i yoktur; dolayısıyla, benim ‘imtidad’ımın da!
Geçmiş’in Şiir’le Şimdi’leştirildiğini söylüyorsunuz; -elbette eski ‘im’lerin yardımıyla… Peki Şiir’in Şimdi’leşmesi, Geçmiş’ten devşirilen ‘imlerin imleri’ ile mi mümkün?
Eski taşlarla yeni barınaklar kurmak! Eliot da, Necatigil de böyle diyorlar. ‘Bulanık Defterler’de, ‘Varlık[‘ın] şiirde kendi evinde barın[dığını]’yazmıştım: Yeni bir ev, içine ilk kez girilen bir ev değildir bu. Dil evi’nde bizden önce barınmış şairlerden izler (im’ler) vardır:’O eski imler size ait olmasalar da, barınağınızın bir parçasıdırlar artık’ Siz de ya, o imleri alıp, onları yeniden anlamlandıracak ya da, onlara yeni imler ekleyeceksinizdir. Şiir hem, sizin deyişinizle ‘imlerin imleri’ ile (ki galiba, ‘metinlerarasılık’ budur!) Geçmiş’i Şimdi’leştirir, hem de yeni imlerle Şimdi’yi Gelecek’leştirir…”
Dıranas’ın ‘Aynalara bakma aynalar fenalık/Denizi, sonsuz olanı düşün artık’ mısralarını hatırlıyorum. Hilmi Yavuz, hem aynalara bakıyor hem de sonsuz-olan’ı düşünüyor. Belki de ‘fenalık’ (yokluk), Doluluk olarak algılandığında Varoluş’un en kestirme tanımına yaklaşılır. Ve böylece, çelişkilerden acı bir bilgelik emerek Varoluş Tasası’nın bengisuyuna varır Yavuz.
Tam da bu noktada, bir özne olarak Yavuz’un, Gövde ile Gövde’yi içeren ‘uzam’ arasında bakmak ve dokunmak ile sağladığı dolayımsız ama örtük ilişki, Joyce gibi söylersek ‘kaçınılmaz görme kipi’ne doğru götürür bizi. Sanki bellek değil de bedendir imgeleri üreten. Şahsî imtidâdını dokunarak gerçekleştiren Yavuz, Taormina anlatısında ‘görme duyusuyla dokunma duyusu arasındaki ayrımın geçerli olmadığı bir yeri göstermekte’ diye işaret ettiği Taormina’yı bulmuş gibi görünüyor. ‘Taormina’ sözcüğü ile elbette onun imgesini de!
Taormina’dan bir cümle daha: ‘Geçmişte yaşanmış, sıradan, alelâde bir an, Bergson’un mémoire involontaire yoluyla, istençsiz anımsama yoluyla anımsanınca, alelâdelikten sıyrılıp büyü’lü bir an’a dönüşüyor.’ Bulanık Defterler’de de her şey bu yolla büyü’lü bir an’a dönüşüyor sanki. Siirt’in, o beyaz kent’in tuhafiye dükkânı, babayla gidilen Sümbül Sinan Dergâhı, yaz sinemaları, gizem öğretmeni anne, düzyazı baba ve daha birçok şey…
Şiir, Bulanık Defterler’in başat unsurlarından biridir: ‘Şiir ve yolcu. Şair ile şiir, yol ile yolculuk gibidir; -şair, çöldeki ‘yitik oğul’dur ve işte ancak orada, Çöl’de (şairlerin ve yalvaçların habitat’ıdır Çöl!), yol ile yolculuk birbirinden ayrılmaz (‘hani durak, yol nerde?). Çöl’de yol ile yolculuk’u ancak O ayırabilir…’
‘Doluluk’la tamamlanan ve tanımlanan Varlık ile Varoluş arasındaki o ezelî boşlukta ‘azalan’a ve ‘eksilen’e yakarılar yazarken görürüz Yavuz’u sık sık: ‘Dokunarak yaşıyorum artık.’, ‘Ne güzeldir dokunmak! Dünya’yı daraltır.’ Bulanık Defterler’deki öznenin işte böyle, Dünya’yı daraltmakla birlikte Varoluş’u da incelttiğini biliriz dokunarak. Bakışla estetize edilmiş bir ‘oluş’tur söz konusu olan-burada. ‘Dokunma yoluyla, kendi kişisel tarihimizden daha uzun ve daha geniş bir tarihte yer alıyor olduğumuz duygusunu yaşarız: Ben varım ve o var ve dokunma bir biçimde bu hakikati onaylayabilir. Kanımca, dokunma eyleminin ima ettiği şey budur.’ diyor Gabriel Josipovici o kışkırtıcı kitabı Dokunmak’ta. Görüldüğü gibi Varlık’a değilse bile Varoluş’a dair bir kuşkuyu gidermek için de dokunmak edimine başvururuz çoğu zaman. Rilke’nin ‘Gittikçe büyüyüp, her şeyi içine alan daireler gibi yaşamaktayım hayatımı’ mısralarını bir başka biçimde ifade etme biçimidir bu. ‘Görsellik’le ‘dokunsallık’ arasında benzersiz bir seyr ü sefer…
Filozofların, yürüyüşleri hem bir metafor olarak kullandıkları hem de yaratıcı bir zihin faaliyetine dönüştürdüklerini biliyoruz. Yürümek -güneşle birlikte- zamanın bir şeyler iade etmesi anlamına geliyor Hilmi Yavuz’a, Defterler’de… Aydınlıkta ve açıklıkta dahi yolun dokunmayla bulunması fikri ‘yolun bütün bedenle sınanmasını imâ etmez mi?’ ‘Yavaşlık’ ile ‘anımsama’ arasında gizli bir bağ yok mudur?
Ve rüzgârı yazmak; -bulanıklığın öznesi diyebileceğimiz rüzgâr’ın Grekçedeki anlamlarından birinin ‘ruh’ olduğunu düşünürsek, rüzgâr’ı yazmak’ı, ruh’u yazmak diye de okumamız mümkün. ‘Rüzgârdır, her şeyi dokunmaya, ötekine değmeye, onu tutmak istemeye doğru götürür.’
Tıpkı Rilke gibi, bir ressam ya da yontucu gözüyle doğaya bakan, onu alabildiğince anlamayı, kendinin kılmayı ve zaman zaman da örnek alarak çalışmayı bilen bir ustayla karşı karşıyayız Defterler’de. Mazinin sessiz çağrısına uyan, hazzı bulanık-olan’da arayan ve haz için dilin ve sessizliğin bütün imkânlarını kullanarak bütün duyuları harekete geçiren bir usta…
Diyebiliriz ki ‘İşitmek görmektir. Bütünü bir bakışta görmek ve böyle hepsini birden işitmek bir tek ve aynı edimdir. Bakışla ve işitmeyle (ve elbette dokunma ile, E.Y), kavrayışın bu görünmez birliği, biz insanlara düşünen (ve duyan, E.Y.) varlıklara bırakılmış düşüncenin özünü belirler.’ Bu öz, ‘hüzün’dür elbet!
‘Düşünülmezde salınmak’ için, Bulanık Defterler bizi ‘tüm görünümlerin gereksiz öğelerden arındığı, deyim yerindeyse hafiflediği ve Varlık’ın balkımasını Varolan’dan geçerek berraklaşmaya bıraktığı yöreye, yani Varlık’ın açıklığına götürüyor. Sık ormanın içinde ansızın aydınlığın düzlüğü açılıyor.’
Beden’in eksik-oluş’unu dokunarak Doluluk’a eriştiriyor Yavuz; -peki ya tin’in eksik-oluş’unu Doluluk’a dönüştürecek olan nedir? belki de zaman’ın ona dokunuşu…
Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer.’ Güneş ki gizli mimarıdır bulanıklığın…
‘Parlak ışığın altında
Solgun duruyordu saydam yapraklar;
Birkaç büyük ve güneşli yaprağa baktım
Ve yaprağın ağaç gövdesinin yukarıda
Alaca ışıkla bezenmesini görmek mutlu etti beni.’
Bulanık Defterler’de, Coloridge’in yukarıdaki dizelerini çağrıştıran bir şeyler var sanki. ‘Bulantı’ değil, bir çeşit ferahlama, dinginlik veren bulanıklık hakim Bulanık Defterler’e. Saf bir bulanıklık; -gölgesini güze düşürmüş Tanrı tarafından bağışlanmış birkaç yaz gününe has bir bulanıklık…
Ve imgelemi kışkırtan kokular, mazinin kayıp cennetine çağırır tin’i. Proust’un kayıp zamanın izindeki kahramanı Marcel ile annesi arasındaki dokunmaya dayalı ilişki, Bulanık Defterler’de Yavuz ile annesi (ya da anne imgesi) arasında da var gibidir. Şu farkla ki; Proust dokunuşların kokusunu alıyordu, Yavuz ise kokulara (bile) dokunabiliyor: ‘Âh anılar (ve anneler), kokulardır ve sessizlikte anneler tıpkı kokular gibi daha belirgindirler.’
Duino Ağıtları şairinin ‘Tamamlanmamıştı hiçbir şey ben bakmazdan önce/Durgundu henüz, ne varsa oluşmakta olan’ mısralarının açılımı olarak da okunabilir Bulanık Defterler. ‘Barınak’tan ‘Anayurt’a doğru o büyük yolculukta bir ara durak olan Bulanık Defterler’de, her şeyi sine-i efkârına ‘elmas’ bir elif çekiyor Hilmi Yavuz; ‘çiçeklenmeyle solmayı birlikte kavrayalım’ ve ‘duru bir gün için doğmuş olduğumuzu’ fark edelim diye; bulanıklığın ardından gelen duru bir gün için…