Oscar Wilde’ın her şeyden önce kendisini anlattığı o güzelim mensur şiirlerinden biri ‘Sanatçı’ başlığını taşır ve şöyledir: ‘Bir akşam, ruhu Bir An Süren Zevk’in heykelini yapma arzusuyla doldu. Tunç aramak için dünyayı dolaşmaya çıktı. Çünkü sadece tunçla düşünebiliyordu. Ama dünyadaki tuncun tamamı yok olmuştu, koca dünyanın hiçbir yerinde tunç bulmak mümkün değildi, bir tek, Ebediyen Süren Keder heykelinin tuncu vardı. Bu heykeli kendi elleriyle yapmış ve hayatta sevdiği tek varlığın mezarının üstüne yerleştirmişti. Kendi yaptığı heykeli hayatta en çok sevdiği varlığın mezarına koymuştu, çünkü insanın hiç ölmeyen sevgisini, ebediyen süren kederini simgelemesini istiyordu. Ve koca dünyada, bu heykelden başka tunç kalmamıştı. Kendi yaptığı heykeli aldı, kocaman bir fırına attı ve eritti. Sonra da Ebediyen Süren Keder heykelinin tuncundan, Bir An Süren Zevk heykelini yarattı.’
Wilde’ın hemen tüm yapıtları aynı zamanda sanat teorilerini de içeren kitaplardır. Dorian Gray’in Portresi’nde olsun, hikâyelerinde, masallarında, tiyatro eserlerinde ve hatta şiirlerinde olsun daha ziyade Helen kültürüyle ve yanı sıra Baudelaire, Mallarmé ve biraz da İngiliz Pre-Rafaelistleri’nin tesirleriyle şekillenen nazariyelerini bulmamız mümkündür. O da tıpkı Rilke gibi hayatını sanat eserine dönüştürenlerdendir. Çünkü hayat sanatı taklit eder; sanat hayatı değil!
Oscar Wilde’ın İletişim Yayınları tarafından yayımlanan ‘Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil’ isimli, estetik ve etik üzerine yazmış olduğu yazılardan müteşekkil kitabı, ‘Sanatçı Olarak Eleştirmen’, ‘Kalem ve Zehir: Yeşil Renkte Bir Çalışma’, ‘Yalanın Gözden Düşüşü: Bir Gözlem’, ‘Sosyalizm ve İnsan Ruhu’ ana başlıklarından oluşuyor. Hepsi birbirinden kışkırtıcı bu makaleler, okura Wilde’ın hemen tüm eserlerinde kafa yorduğu birtakım sanatsal meseleler üzerinde derinlemesine bir bakış açısı sunmakla kalmıyor, sorgulama ve tahlil etme imkânı da veriyor. Wilde, daha önce roman, şiir ve tiyatrolarıyla kanıtladığı dehasını bu kitapta eleştirmen kimliğiyle tamamlıyor. Zekâsının kıvraklığına, nüktedanlığına, sempatikliğine, sıradışılığına, narsisizmine ve hatta çelişkilerine tanık olduğumuz Wilde var karşımızda yine; -yani o bildiğimiz, çarmıha gerilmiş aziz…
Aslında o, Victoria döneminin katı ahlâkçılığıyla mücadele ederken yenik düşmemiştir Elizabeth Hollander’in kitabın sunuş kısmında belirttiği gibi. Aksine sanatı estetikle taçlandırarak eski Yunan menşeli bir zafer kazanmıştır. Modernist sanatın bu ateşli savunucusu bir pervane gibi döner Güzellik’in etrafında; kanatları yansa da çoğu zaman hüzünlü güzelliğin ölümsüz ışığıyla yolunu ve ruhunu aydınlatır. O büyük romanı Dorian Gray’in Portresi’ne önsöz yazan da odur, Mutlu Prens’te aritmetik hocasına ya da üniversite profesörüne sanat ile gerçeği kavrayamadıklarına ilişkin cümleleri söyleten, en güzel mensur şiirlerine Çırak ve Usta başlıklarını koyan, cenneti hiçbir zaman hiçbir yerde hayal edemediği gerekçesiyle reddeden kahramanı tahayyül eden, Narkissos mitini yeniden yazan da o.
‘Sanat bizi incitmez, yaralamaz. Bir oyunu izlerken döktüğümüz gözyaşları sanatın uyandırması gereken şiddetli, zarif, temiz duyguların ifadesidir. Ağlarız ama yaralanmadan. Kederleniriz ama kederimiz acı vermez bize. Sanatın bize verdiği keder, hem arındırır bizi hem yeniler. Ancak ve ancak sanat aracılığıyla kendi mükemmelliğimizi gerçekleştirebiliriz; gerçek varoluşun sefil, alçaltıcı tehditlerinden sadece sanat aracılığıyla koruyabiliriz kendimizi.’ derken sanatı kutsallaştırır Wilde. Sanatın bütünüyle ahlâkdışı olduğuna ilişkin ifadelerini yerleşik düşüncelerini ve yaşantıların yapı bozumu olarak okumak mümkündür.
Evreni, Wilde’ın hicviyeleri olmadan düşünmemizin çok zor olduğunu söyler Borges kitabın başındaki Oscar Wilde Üzerine başlıklı kısa ama çarpıcı yazısında. Çünkü eleştiriyi, yaratıcılık içinde yaratıcılık olarak tanımlar Wilde. ‘Gerçek ve kaliteli eleştiri, insanın kendi ruhunun sicilidir, ruhunun muhasebe kayıtlarıdır.’ Borges ilginç tespitlerden sonra sözlerini bugünün nitelikli okuru için de geçerli olan şu cümleyle bitirir: ‘Ona eşlik etmekten aldığımız haz ise karşı konulmaz ve kalıcıdır.’
İnsanın kendisini eleştirel bakışın gelişmesi sayesinde ancak modern insana dönüştürebileceğini savunan Wilde, yaşanılan yüzyılın kavranması için o yüzyılın oluşumuna katkıda bulunmuş daha önceki tüm çağları kavrama zorunluluğunu ileri sürerek bir anlamda T.S. Eliot’ı müjdeler. Eleştirel akıldır yüceltilen elbette; daha ziyade dramda tezahür eden bir eleştirel esas. Modern sanatçının ideal şartlarını oyuncuda kurgular o. Oyuncu da eleştirmen de hem yorumlayan hem canlandıran hem de aktarandır. Dramaturji öğesi onun kuramsal yazılarında dahi öne çıkar. Kitaptaki Sanatçı Olarak Eleştirmen ve Yalananın Gözden Düşüşü: Bir Gözlem başlıklı yazıların diyaloglar şeklinde yazılmış olmasını da bu anlayışını bir tezahürü ve dahi Helen kültürünün bilhassa filozoflar arasındaki diyaloglara öykünme ya da o geleneğin devamı olarak tezahür eder. Eleştirel özbilincin vücut bulduğu yerdir bu diyaloglar. Çünkü ancak diyalog yöntemiyle konu çok farklı bakış açılarından sunulabilir.
Diyalog olarak kurguladığı Sanatçı Olarak Eleştirmen’de Wilde, halkın tahammül edemediği tek şeyin deha olduğunu söylerken hiç şüphesiz kendi dehasından bahseder. ‘Saf egoizm harika, sihirli bir şeydir.’ derken de söz konusu olan kendi egoizmidir. Ve sorar Wilde: Neden kendileri yaratamayanlar yaratıcılığın ürünlerine değer biçmeye kalkışsınlar? Burada bile vurgu Wilde’ın kendisinedir. Yani onun hem edebî eserleri hem de eleştiri yazıları büyük ölçüde otobiyografik özellik içerir.
Eleştirmenin niteliklerine ilişkin diyalogda Ernest’in adil, rasyonel ve samimi olmalı dediği eleştirmen Gilbert’e göre tercih yapmak durumunda olduğu için adil, güzelliği yücelttiği için akılcı, esere gölge düşüreceği için de samimi olamaz. Çünkü gerçek bir eleştirmen güzelliğin bizde yarattığı izlenimlere duyarlı bir mizaca sahip kişidir.
Edebiyatın kısırlığını ve sıradanlığını yalanın bir sanat, bilim ve toplumsal zevk olarak itibarını kaybetmesine bağlayan Wilde’a göre, şayet insanların gerçeğe rezilce tapınmaktan vazgeçmeleri için bir şeyler yapılmazsa, sanat kısırlaşacak, güzellik de tası tarağı toplayıp yeryüzünü terk edecektir. Fuzûlî de ‘Aldanma ki şâ’ir sözü elbette yalandır’ demiyor muydu? Ama hakikate en yakın yalan… Hem ‘dünya hayal kurabilenler için şairler tarafından yaratılmış’ değil midir? ‘Artık sese dönmek zorundayız. Bizim ölçümüz ses olmalı.’ derken ‘Yâ Râb bana bir ses yaratan kudreti ver’ yakarışının sahibi Yahya Kemal’le aynı yerde buluşmuyor mudur Wilde? Wilde’ı büyük yapan tastamam budur; yani sanatın esasına dair düşünceleri ve bu düşüncelerin eserlerinde vücut bulmasına imkân tanıyışı.
Yalanın Gözden Düşüşü: Bir Gözlem’i sanırım en güzel şekilde André Gide’in De Profundis için yazdığı önsözde yine Wilde’dan aktardığı hikâye anlatacaktır ki şöyledir: ‘Adamın biri, hikâye anlattığı için köyünde çok sevilirmiş. Her sabah köyden ayrılır, akşamüstü döndüğünde de bütün gün çalışıp yorulmuş olan köylüler etrafına toplanıp sorarlarmış: ‘Neler gördün bugün? Hadi anlat!’ Anlatırmış o da: ‘Ormanda flüt çalan bir keçi-tanrı gördüm, etrafında küçük periler halka olmuş dans ediyorlardı.’ ‘Başka ne gördün? Anlat!’ dermiş köylüler. Anlatırmış: ‘Deniz kıyısına vardığımda, dalgaların üzerinde üç denizkızı gördüm; altın bir tarakla yemyeşil saçlarını tarıyorlardı.’ Köylüler bu hikâyeleri anlattığı için seviyorlarmış onu. Bir sabah, her zamanki gibi köyden ayrılmış. Deniz kıyısına geldiğinde bir de bakmış ki, dalgaların üzerinde üç denizkızı altın bir tarakla yeşil saçlarını tarıyorlar. Gezintisine devam etmiş; ormana yaklaştığında, flüt çalan bir keçi-tanrı ve halka olup dans eden periler görmüş… O akşam köyüne döndüğünde, köylüler her akşamki gibi ‘Neler gördün? Hadi anlat!’ deyince, ‘Hiçbir şey görmedim.’ demiş.’ Çünkü ‘sanat icat eder, hayal eder, düş kurar ve öylesine güzel bir üslûpla, öylesine süslü bir biçimde konuşur ki, gerçek bu engelleri aşıp da onun yanına dahi yaklaşamaz.’
Çelişkiyi yaratıcılık tarzı olarak görmesi, her şeyi ifade etme özgürlüğünü samimiyetle savunuşu, eleştiri ile otobiyografi hemen hemen aynı şey olarak değerlendirişi, kendini gerçekleştirme yolu olarak sanatsal deneyimi, acı çekmeyi ve güzellikten başka her türlü otoriteye kayıtsız kalınmasını önerişi, yalnızca ifade etmenin bile bir teselli biçimi olduğuna ilişkin söyledikleri, Victoria döneminin didaktizmini itham edişi, eleştiriyi, yaratıcılık sürecinin damıtılarak bir başka kişiliğe aktarılması olarak görüşü ve eleştirmeni en büyük, en yetkin sanatçı olarak telâkki edişi ‘iyi sanat, herhangi bir çağın simgesi değildir. İçinde üretildiği çağ onun simgesidir asıl’ düşüncesini tutkuyla savunuşu ve bütün bunları eşine az rastlanır ustalıkla aktarışıdır Borges gibi söylersek ona eşlik etmekten aldığımız hazzı karşı konulmaz ve kalıcı kılan.
Yazmaktan ve düşünmekten yorulduysak ‘gidelim ve gülleri seyredelim.’