Rilke, Paris’i hayatın içindeki ölüm’e doğru genişletmişti; bir yontucunun çırağı idi ve nesnelere bakarak kurmuştu şiirini. Baudelaire ise ölümün içindeki hayata doğru ‘yeni bir ürperişle’ ilerlerken büyü üretimini gerçekleştiriyordu. Aslına bakılırsa, Paris Sıkıntısı da Malte de ‘varoluş sıkıntısı’ bağlamında okunabilecek kitaplardır biraz da. İkisi de ‘dünyanın ötesi olsun da neresi olursa olsun’ gitmek isteyen bir ruha sahiptirler ve yaşayanlarla ölenler arasında, görme ile işitme, korku ile teselli arasında gidip gelirler. Belki de acı çekme gerekliliğinin ifadesiydi bu; dünyayı acıyla kavramak.
‘Bu kitap Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’den beri pek çok Türk’ün gördüğü, yazdığı Paris’i, elli yıl önceki Paris’i ve civarını anlatmak ve daha çok göstermek için kaleme alındı.’ dediği Bir Başka Paris’te, amatör bir fotoğrafçı olarak çıkıyor okurun karşısına Orhan Okay. 2. Dünya Savaşı sonrasının acılı Paris’ine şahitlik ediyor.
Okay’ın Paris’te bulunduğu 1963-1965 yılları arasında çekilen bine yakın diyadan ve 1978’te Paris’e ikinci gidişinde çektiği fotoğraflardan seçtikleriyle oluşan bir albüm niteliğinde bir kitap Dergâh Yayınları tarafından yayımlanan Bir Başka Paris. Önceleri ‘vizörü objektiften gören, telemetreli, flaşsız ama pek de ucuz olmayan oldukça kaliteli, biraz da ağırca bir Agfa’, sonraları ‘diyapozitife’ imkân veren bir makine ile…
Kâh Alliance Française’de çoğu İtalyan, İspanyol, Güney Amerikalı öğrenciler arasında görüyoruz Okay’ı, Jardin des Plantes’ta; kâh Ermeni dostları Madam Marie ve Madam Sadetyan kâh Uğur Kökden, Haluk İpekten ya da Birol Emil ile; kâh metro istasyonu Bir-Hakeim takılıyor Okay’ın objektifine kâh Sébastopol Bulvarı’ndan bir ressam; kâh Seine nehrinin kenarında koltuğunda eski bir kitap olmadan dolaşıyor Okay kâh Montmarte caddesi üzerinde bir kahvede soluklanıyor… Belki de kitabın en çarpıcı kare Sacré Coeur’ün büyük kubbesini saran balkonda deniz atı şeklindeki demir parmaklığın önünde hayat arkadaşı Mübeccel Hanım’ın o gizemli bakışının fotoğrafı; -estetize eden bir bakış daha.
‘Paris… Güneşin cimri davrandığı, kapalı havaların ve yağmurun bol olduğu iklimi, bu yüzden her zaman yemyeşil parkları, hemen şehrin içinde sayılabilecek ormanları, gündüzün ve gecenin her saatinde canlı bulvarları, korku veren dar sokakları, sefahat ve eğlence yerleri, adeta estetik bir zevkle tezyin edilmiş vitrinleri olan mağazaları, dinî hayatı, müzeleri, konser salonları, üniversitesi, kitapçıları, sokak ressamları, sokak çalgıcıları ve fanfarları, kadın veya erkek, genç veya yaşlı çok defa şık giyinmiş, zarif konuşan insanları, bunların hemen yanında metro koridorlarında, kirli havanın ısıttığı metro ızgaralarında uyuyan kloşarlarıyla bana göre yine bir başka Belle Épogue’ü yaşıyordu. Bugün de şüphesiz öyledir demek istiyorum. Ve yine şüphesiz değişen çok şey de olmuştur diye düşünüyorum. Ama yakın yıllarda oradan gelenler hiç de güzel haberler getirmiyor. Demek 1960’lar da rüya oldu.’
Yahya Kemal Paris’in Belle Épogue çağını yaşamıştı. Okay ise iki dünya savaşının mahvettiği Paris’i yaşar. Evet, neden söylemeyelim, Okay Paris’te değil Paris’i yaşamıştır adeta. O da Paris’in büyüsüne kapılanlardandır. Bu şehrin her çağda kendine özgü bir büyüsü olduğuna inananlardan…
Fransızlar’a göre 2. Dünya Savaşı sonrasında büyüsünü kaybeden Paris’i bakışlarıyla estetize eden Okay, Paris’teki Türk, Ermeni ve Fransız dostlarından, sokaklardan, mağazalardan, Seine nehrinden, şehre ruhunu veren mimarî eserlerden Notre-Dame Katedrali’nden, Eiffel Kulesi’nden, heykellerden, müzelerden, sergilerden, bahçelerden, parklardan, yakın çevreye yapılan gezilerden bahsediyor ve bu başlıkları bol fotoğrafla süslüyor. Kâh Victor Hugo kâh Baudelaire kâh Balzac kâh Yahya Kemal, Tanpınar sık sık karşılaştığımız isimler oluyor. Müzeler bölümüne şöyle başlıyor Okay: ‘Şimdi de Paris’in bir müzeler şehri olduğunu söyleyeceğim. Biraz mübalâğa ile şehrin müze olduğu da söylenebilir.’
Kitabı okurken hep şunu düşündüm: Salle Pleyel’de ölümünden bir buçuk yıl sonra 8 Aralık 1964’te Nazım Hikmet için tertiplenen ve konuşmacılar içinde Abidin Dino ile Aragon’un da bulunduğu anma gecesinde loş ışıklar altında çektiği fotoğrafı bir gün yayımlayabileceğini düşünmüş müydü edebiyat hocası Orhan Okay?
Ercan Yılmaz
.