‘Yalnızlığım beni kendine göre biçimlendirdi.’
Pessoa
Yahya Kemal, Edebiyata Dair isimli eserinde döneminin Türk şiiri için şunları söyler: ‘Bir naaş nasıl yavaş yavaş solar, çürür, lime lime olur, bir kemik çerçevesi kalırsa, Türk şiirinin de öyle önce ruhu çekildi, sonra yavaş yavaş lisanı çürüdü, vezni bozuldu, âhengi çetrefilleşti, nihâyet kuru bir iskeleti kaldı. Senelerdir en usta sanatkârlar bu iskeleti diriltemiyor.’ Üstadın keskin bir şekilde ifade ettiği ve bugün için de son derece geçerli olan bu tablonun az ötesinde, şükür ki iskeleti diriltecek, Türk şiirine ruh kazandıracak birkaç şairimiz var henüz. Bu şairlerden biri de hiç şüphesiz Kenan Sarıalioğlu’dur ve aslında ‘şairlikten başka bir şey daha var’dır onda.
Ada dergisinin 7. sayısındaki Kenan Sarıalioğlu dosyası için kendisiyle yaptığım söyleşide, ‘Başkalarını bilmem ama ben, Wittgenstein’ın ‘Dünya olduğu gibi olan her şeydir’ önermesinin açılımı olarak okuyorum çoğunlukla şiirinizi. Olağan görüntünün ardındaki olağanüstülüğü arıyorsunuz daima; siz de mi ‘görünmez’in arısı’? soruma; ‘Şairler ‘olduğu gibi olan’ın peşindedirler. ‘Göründüğü gibi olan’la yetinmezler. Burada bir ‘olağanüstü’nün arayışı değil, tam tersine, ‘olan’ ve ‘görüntüler’le gizlenen şeyin arayışı sözkonusudur. Başka türlü söylersek, bir ‘olağanüstülük’ ya da bir ‘mucize’ yoktur; ya da ‘olağan’ bildiğimiz her şey, örneğin günbatımı manzarası da, incecik bir sapın ucunda kızaran kocaman bir üzüm salkımı da mucizenin ta kendisidir.
Yinelersem, ‘olağan’dır şiirimin izlediği, ‘olağanüstü’ değil. ‘Görünmez’in arısı da’ olsam da görünen bir arıyım…’ şeklinde cevap vermişti Sarıalioğlu. Pessoa da ‘sıradan olandaki benzersizliği görüyorum ve bu ruhla şair oluyorum’ demiyor muydu?
Şiirlerinde, tasavvufu tecrübe etmiş bir ‘hâl’ olarak sunduğuna ilişkin soruma ise, “Biliyorsun, ben bir tasavvuf şairi değilim. Terminolojim tasavvuf terminolojisi değil. Ama senin söylediğin gibi, kitaplarım tasavvufu tecrübe edilmiş bir hâl olarak sunuyorsa, bunun nedeni, tasavvufun da içerdiği en yalın insanlık hâlini yaşamaya çalışmam, bu yaşamdan şiirimi kurmaya yönelmemdir. Bu hâl, Tanrı’nın da, insanın da en yalın hâlidir; paradoksal bir ifade olacak belki ama, bu hâl hem Birlik, hem Yalnızlık hâli, başka türlü söylersek ‘Birlikte-Yalnızlık’ ya da ‘Yalnızlıkta-Birlik’ hâlidir.” şeklinde cevaplar. Sanırım, bu, onun Kırmızı Yayıncılık tarafından yayımlanan toplu şiirleri için neden ‘Yalağuz’ ismini tercih ettiğinin en güzel açıklaması… Ayrıca bu cevap bana, Hilmi Yavuz’un o enfes ‘ben ölürsem yapayalnız kalacak olan Allah’a’ mısraını hatırlattı. ‘Yalağuz’ insanın ve Tanrı’nın doğasına en çok yakışan kelime değil mi?
Kenan Sarıalioğlu için ‘varoluşun en üst telosu’dur şiir; estetik, etik ve dinsel varoluş alanlarının büyüleyici ve o denli yalın terkibidir. Bilmeden bilmek isteyen, söylemeden söylemek isteyen, oluş ile kendi ruhu arasındaki perdeleri aralayan, dünyayı gölgelerden değil, belki de gölgeleri dünyadan arındırmak arzusunda ve hayat denen şeyin bilinebilir değil duyulabilir olduğunu söyleyen bir şairdir o. ‘Sınır durumlar’ı inanılmaz bir dinginlikle hatta ürküten bir soğukkanlılıkla şiirsel-deyiş’e dönüştürür… ‘Duyuş’u ‘deyiş’e sonra da ‘sükût’a dönüştüren Sarıalioğlu, ‘vazgeçtiği şeylerin sahibidir; özelikle de mutluluğun.’
Âdetâ varlığın tüm yörelerini nüfuz etmek isteyen bir ‘dil’ kurmuştur kendine; -bu dilin en başat özelliği ‘arı’ oluşudur. Şiirsel-oluş ile şiirsel deyiş’in tüm özelliklerini içeren bu dil, denilebilir ki dünyanın en aşikârından en gizli olanına kadar tüm derûnî tecrübelerin tecelligâhıdır. Tam da bu noktada hem dil hem de üslûp itibariyle modern bir şairdir Sarıalioğlu.
‘Yalağuz’un, günümüz şiiri içerisinde metinlerarasılık bağlamında incelenmeye değer ender eserlerden biri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır sanırım. Meselâ, Sarıalioğlu’nun Galib’ten alınan ‘Ey kalem eser senin değildir / Ey gece seher senin değildir’ mısralarıyla açılan ve genellikle rubai ve gazelin deyiş yerindeyse yeniden üretildiği şiirlerin oluşturduğu ilk kitabı ‘Metafizik ve Gülümseme’, metinlerarasılık’ın yetkin örnekleriyle doludur. ‘Sensiz/Mümkün değil/Yalnızlık bile’ şiiri başta Rilke’nin ‘Ben ölürsem ne yaparsam Tanrı’ mısraıyla başlayan şiirine olmak üzere birçok başka şiire, ‘Senin olan/Sende olmayandır, ey kalbim’ ya da ‘Güvenlikte/Değilsin/Her şeyini/Yitirmedikçe’ şiiri, Yûnus’tan Mevlânâ’ya birçok mutasavvıf şairin şiirlerine götürür bizi. Hz. Muhammed’in ‘Bu dünyada garip bir yolcu gibi ol’ hadisini de epigraf olarak kullanması da oldukça manidardır Sarıalioğlu’nun.
Kenan Sarıalioğlu’nun ikinci kitabı ‘ayna rubaileri’, Attâr’dan ‘Gördüğünüz şeyin ebedî aynası olun’ epigrafıyla başlıyor. Hem Divân hem de dünya şiirine yoğun göndermelerle inşa edilmiş şiirler, metafizik ve gizemli bir okuma şöleni sunuyor. ‘Aynaya/Bakanlar/Aynada/Kayboldular’ şiiri, Neşâtî’nin ‘Âyine-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız’ dizesiyle birlikte düşünüldüğünde şairin kişisel imtidâdını gerçekleştirme yöntemlerinden birine şahitlik etmiş oluyoruz.
Geleneksel rubai tarzını yeniden biçimlendirerek, inşa ettiği ‘kara zaman şiirleri’ ise kendini ‘zaman’ın ne içinde ne de dışında konumlandıran bir şairin eseri. Başta, ‘Zaman çamurdaki cân/Tanrı’nın üflediği soluk/Hayatı emziren:anne/Ölümü/Emen:/Çocuk!’ şiiri olmak üzere ‘kara zaman şiirleri’ndeki hemen tüm şiirler yoğun ve metaforik tasavvufî göndermeleriyle özgün bir şiir dilini müjdeliyor bize.
Minyatür ya da sehl-i mümteni tarzında şiirlerin oluşturduğu ‘İçdeniz’ kitabı ise, Sarıalioğlu’nun ruh dünyasıyla ilgili oldukça önemli ipuçları içeriyor. Daha çok şairin bir özne olarak yazma eylemiyle ilgili tutumunu ortaya koyan şiirler, aslında belli bir hayat tarzını da beraberinde getiriyor. Hayat, şiir ve şair üçgeninde kurgulanmış bir kitap İçdeniz; Söz’ü olabildiğince incelten, deyiş yerindeyse ‘sükût âlemine’ doğru bir ırmak gibi usulca akan ve tabiatın derûnî görüntülerini şiire sokarak bütün’e dahil olmaya çalışan bir şairin kaleminden çıkmış bir kitap… ‘Yaz bakalım şair/Bir kertenkelenin/Gözlerinde/Batan güneşi’, ‘Tanrı’nın/Alfabesinde/Sessizdir/Bütün harfler’ ya da ‘Boşluk/Şiire dahil/Sessizlik/Söze…’ gibi şiirlerde ‘yazmak’ eyleminin o kışkırtıcı büyüsünü sezebiliyoruz…
‘Yalağuz’da okur, bir bakıma, Kierkegaard’ın da vurgu yaptığı birey, öznellik, içsellik, varoluş gibi kavramların imgesel bir dönüşüme uğrayarak insan’ı bütünüyle kavrayan görüntülerin olağan-büyü olarak ifade edildiği bir durumla karşı karşıyadır ve bir anlamda kendi gizli varlığı ile yüzleşir.
‘O gün sadece selîm bir kalb fayda verir’ (Şuara Sûresi) mealindeki ayette vurgulanan ‘selîm bir kalb’ ile bakar Sarıalioğlu Varlık’a ve Varoluş’a; ‘Yalağuz’ ‘selîm bir kalb’in dilidir her şeyden evvel!
İnsanın varoluşunu ve bu varoluşun tezahürlerini olduğu gibi tasvir eder Sarıalioğlu. Dil ile Varlık arasında Heidegger’in kurduğu ilişkinin bir benzerini ‘şiir varlığın evidir’ şeklinde yeniden üretir. Kâh kendisini söyleyecek kâh kendisini gizleyecek dudaklar arayan Söz, gelir onu yurt tutar. Okur, burada, sonsuz bir söyleşinin, sözsüz bir söyleşimin tanığıdır!
O, mistik, ezoterik ve kadim felsefe okullarından devşirmiş olduğu parıltıları, deyiş yerindeyse ‘temellük etmiş’ ve Çelebi’nin ‘bakanlar bana gövdemi görürler / ben başka yerdeyim’ mısralarının sırrına vakıf olmuş bir şairdir. ‘Tin sığlaştıkça, kaygı da azalır’ der Kierkegaard. Sarıalioğlu’nudaki kaygı, hem Dünya’ya hem Ötedünya’ya dairdir ve tin’in derinliklerinden gelir. Belki de bu durumdur her şeyden çok onun şiirini ‘sahih’ ve büyük kılan.
‘Önündeki bir zeytin çekirdeğinde binlerce yıl öncesinin zeytin ağacının olduğunun’ ayırdına varmış ve belki de en önemlisi, aradıktan sonra bulan değil, bulduktan sonra arayan bir bilge-şairin exoterik ve esoterik boyutlu şiirlerinden oluşan ‘Yalağuz’, unutulmaz bir okuma şöleni vaat ediyor ‘sahih’ şiir okuruna…
Belki de Sarıalioğlu’nun şiirlerinde bizim anlayamadığımız bir şey daha vardır!