Doğa ve Masal
Öncelikle, Faruk Duman’ın 500 küsur sayfa boyunca dinmeyen bir yağmuru soluk soluğa okutabilen ustalığını teslim edelim. Hele küçük bir kuş ölüsünün nehrin sularına kapılıp akışını dile getiren bir bölüm var ki kendi başına ‘çok kısa öykü’ ya da ‘mensur şiir’ baş yapıtı (s. 477-78). Faruk Duman kalemindeki sırrı bir söyleşide biraz ele veriyor (Cumhuriyet Kitap, 12 Kasım 2020): Tema ile doğa betimlemeleri arasındaki koşutluk.
Tarih 1980’dir. Kuzey Doğu Anadolu’nun ormanlarla kaplı dağlarına bahar gelmiştir. Öyle cıvıl cıvıl iç açıcı bir bahar değildir bu, tufan benzeri yıkıcı bir yağmur karanlık ve boğucu bereketiyle yeri göğü birbirine katarken, selli çamurun altında taze yaşam kıpırdamaktadır; tıpkı yoksulluğun, cehaletin, baskının altında kırsalda, mağaralarda süren devrimci çalışma gibi…
Bu bir 12 Eylül romanı mıdır? Tüm büyük eserler gibi sınıflandırmalara direnmektedir. Yaratılan masalsı atmosfer öyle isabetlidir ki… 1980 darbe öncesi ve sonrası Türkiye gerçeği öylesine grotesktir ki, gerçekçi anlatıma sığamamaktadır. İşkencenin ve ıstırabın çeşitli yapıtlarda onlarca kez düz metinler halinde yinelenmesi, yıllar geçtikçe, kanımca, dilsel bir zaaf yaratmış ve olayların dehşetini iletemez olmuştur. Oysa resmi güçlerin ve Kadir Ağa gibi yardakçıların hiçbir suç işlememiş insanlara sırf topluma göz dağı verebilmek ve sadizmlerini doyurmak için reva gördükleri işkenceleri ancak masal canavarları yapabilir; öte yandan, çıkar çevreleri ile aydınlanma devrimi yarıda kesilmiş kitlelerin perde arkasında el sıkışmasıyla kurulan aydın-olmayışın iktidarı (s.439) altında, Devrimin gerçekleşebileceğine inanan gençler ise, bir o kadar ejderhaya meydan okuyan masal kahramanlarını andırırlar.
Sus Barbatus! romanları, doğayı kişileştirme, insan-doğa ilişkisini enine boyuna irdeleme bakımından Yaşar Kemal geleneğinin devamıdır; ama Faruk Duman bununla yetinmez; metne kattığı fantastik unsurlarla, aydınlanmacı ve çevreci bakışla dönüşüme uğrattığı efsane ve halk hikayeleriyle ve modern edebiyata göndermelerle, yani metinlerarasılık denemeleriyle geleneği aşar! (Erendiz Atasü, “Geleneği Sürdürürken Aşmak’’ Varlık, Kasım 2020, s. 30-34) Kurbanlık oğlak İbrahim peygamberin satırından kaçıp kurtulur (s. 48). Birinci ciltte ölenlerin ruhlarının, tıpkı Marx’ın “Avrupa’da dolaşan heyülası’’ gibi (s. 482), Mauppassant’ın Horla hikayesindeki kendine beden arayan hayalet gibi, bu ciltteki insanların bedenlerine nüfuz edişleri, devrimci fikirler için birer metafordur. Faruk Duman’ın Komünist Manifesto, Horla hikayesi ve kendi kahramanları arasında ördüğü ilmek, hem çağrışımlı, hem esprili bir yazınsal buluş: Havada dolaşan ve süzülüp genç bedenlere nüfuz eden gerçekte, devrimin ruhudur; toprağa kök salamasa da.
Karakterler
Sus Barbatus! 2, içerdiği bütün o sıra dışı eğretilemelerin şiirsel güzelliğine, mor kırmızı gürleyen (s. 391) yağmurlara, birbirine dolanan su ipliklerine (s. 478) rağmen uzun ve bıktırıcı bir doğa betimlemesi olma tuzağına düşmekten kurtulamazdı, eğer kişilerini bütün insani özellikleri ve çelişkileri içinde vermeyi başaramasaydı; roman tuzağın üstünden atlayıp geçer.
Birinci ciltteki genç karı kocaya -avcı Kenan’la karısı Zeynep’e- bu ciltte rastlamayız; muhtemelen üçüncü ciltte karşımıza çıkacaklar. Onların yerini bir başka genç çift almıştır: Henüz çocuk denebilecek yaştaki Civan Yusuf ile Elif. Onların hikayesi gerçekten de İnce Memet’le sevdiğininkini andırır, bir bakıma. Kötülükten tamamen uzak bu iki çocuğun sevdası içe dokunur; belki bu iki genç, Civan Yusuf’un babası Aşık Kerem ile birlikte, aydın -olamayışın, aydınlanmaya açık kanalını temsil etmektedirler. Nitekim devrimin ruhu Civan Yusuf’u seçecektir, içine süzülebilmek için; ve ona, katlanmak zorunda kaldığı maddi ve manevi işkenceye dayanabilme ve yıkılmama gücünü verecektir.
Öte yandan, genç çift ve baba Aşık Kerem, bu topraklarda iç içe yaşanan çelişkilere de işaret etmektedir. Dinmeyen yağmurun altında bir başka dünya olan dağ ormanlarında ve köylerinde, birbirine çok yakın fiziksel mesafelerde tamamen zıt hayatlar yaşanmaktadır. İki adım ötedeki mağaralarda, Marksist bir ülke kurma emeliyle yola çıkmış genç devrimciler peşlerindeki askeri güçten saklanmaktadırlar; ve burunlarının dibinde genç aşıklar Yusuf ve Elif, hala sürdüğüne şaşılası insafsız ve ilkel bir geleneğin eline düşmüşlerdir. Din adına yürütülen bir Orta Çağ zulmü ve şehveti; bir garip tarikat, düğünden sonra gelinle bir gece geçirme hakkını yürürlüğe koymuş bir şeyh! Arada birkaç yüz metre ve yüzlerce yıl var!
Roman üç insan grubu üzerinden sürmektedir: Civan Yusuf ve Elif’in çevresindekiler; ormanda saklanan devrimci gençler; ve köydeki insanlar; olay örgüsü bu üç grup arasında ustaca dokunmuştur. Köydeki aralarında akrabalık bağı olan insanlar da aslında iki grup olarak düşünülebilir: İnsancıl, aydınlanmacı ve duygulu öğretmen Mustafa, cefakar karısı Gülşen, üniversite öğrencisi oğulları Orhan, Gülşen’in gözünü daldan budaktan esirgemeyen kız kardeşi Aynur devrimci kanadı temsil ederler. Kadir Ağa ve emrindeki kapı kulları, kiralık katil Jilet, Nasip vs. ise kopkoyu cehaletin ve Orta Çağa özgü karanlık bir hiyerarşinin insanlarıdırlar. Olaylar kısa bir sürede geçer; ama uzun değişimlerin sığdığı bir kısa süredir bu. An’lar sanki mercek altına alınmıştır. Aynur ve Orhan, devrim sürecinin fikirsel yanını temsil eden Mustafa öğretmen ile silahlı mücadeleyi simgeleyen ormandaki gençler arasında köprü işlevi görürler. Devrim kanadının karşısında, bir sermaye birikimi, aydınlanmış ve kurumlaşmış bir kapitalizm yoktur; karşı tarafta, toprağa bağlı bağnazlığın en ilkel şekillerinin örgütlüğü bulunmaktadır. Bu ilkel örgütlülük, bireyler temelinde bakılacak olursa, benzer toplumsal kesimlerden kökenlenen bir askeri gücün emrine gönüllülükle girmiştir. Jilet’e kiralık katil demek fazladır, muhtemelen karın tokluğuna icra etmektedir, Kadir Ağa’nın kıyıcı buyruklarını. Ancak artık hortlağa dönmüş bu eskil uygarlık biçimi genç insanların taze coşkularına o kadar yabancıdır ki, ve devrimin ruhu o kadar güçlüdür ki, Kadir Ağanın öz kızına bile dokunacaktır.
Ağır işkencelerden geçmiş, öldü sanılan Aynur, tez canlı, heyecanlı, delifişek Aynur, Kadir Ağanın devrim mahkemesinde yargılanıp infaz edilmesinden yanadır; ama aynı Aynur son derece sevecen ve şefkatli bir insandır, onda görmüş geçirmişlerin, yaşamın sillesini yemişlerin vicdanı (s.326) vardır. Devrimci gençler cesur ve kararlıdırlar, hiç kuşku yok, her biri başka bir yol kat ederek varmıştır, devrim yoluna baş koyma aşamasına.
Küçük burjuva kökenli Ferit, ormanda askerden kaçarken, bir yandan korkar, yaralıdır, canı yanar; bir yandan da acemi devrimci Ece’ye göz kulak olur -ne kadar da yabancıdır diline ‘bacı’ sözcüğü- ve eleştirdiği, kızdığı annesinin çöreklerini özler, açtır, buram buram kokar çörekler burnunda; ama seçtiği yoldan dönmez (s. 323-25).
Halil, sis basmış ormanda, kıstırıldığı buz gibi köşede, hareketsizliğe mahkum ve yalıtılmışken, nihilizme kaymak üzeredir. Toplumsal hareketlilik devrimcilerin beklemediği yönde olursa ne yapacaklardır? (s. 449) Yeni koşulları kabul mü edeceklerdir? Yeryüzündeki duruşu, somut fiziksel koşullar yüzünden saçma bir hal almıştır; bunun farkındadır. Tabiat donmuş gibidir, ama eninde sonunda buz çatırdayacaktır; toprak ve anne karnı hepsi çatırdayacaktır, taze hayata yol vermek üzere. Zola’nın Germinal’ini anımsar, romanın bitişini, tohumların filizlenmesini; bu düşünceye ve imgeye tutunur (s. 448-49).
Murat, yoldaşlarıyla sığındığı mağarada günlerdir kapalı kalmaktan, küf kokusundan, ormanın uğultusundan, belki de her şeyden çok eylemsizlikten öyle bıkıp usanmıştır ki… (s. 421) Eylem için yaratılmış insanın kıstırılmışlığı… En heyecan verici olay, görev icabı peşlerindeki bir askerin yolunu şaşırıp tesadüfen tam da içlerine düşmesidir. Murat mağarayı terk ederken, dünyadan habersiz bu masum çocuğu, şaşkın eri, serbest bırakmalarını söyler yoldaşlarına, ya da emreder; ve, yolunu bir kez daha yitirmemesi için delikanlıyı karakola yakın bir yerde serbest bırakmalarını tembihler. Kıstırıldıkları çetin koşullarda dahi, bu kadar ince düşünceli davranabilmesi, yüreğe dokunur. Murat alicenaplığının farkında mıdır? Hayır, kendini önemseyen biri değildir, davayı, yoldaşları ve suçsuzları düşünür; gene de arkadaşlarıyla bir parkta oturup bira içmeyi ne kadar özlemiştir… (s. 423) Günlerdir yıkanmamıştır, kendi kokusunda iğrenir, ölümün kokusudur bu… Nihilizme kaymak üzereyken, aşağılarda bir yerlerde, devrimcileri takibe çıkmış askerleri görür; onları atlatabilmişlerdir. Keyfi düzelir. Özlediği park da neymiş, onu çevreleyen koskoca orman dururken… (s. 423)
Kadir Ağa’nın silahşörü Jilet namlı delikanlı, gözünü kırpmadan ateş eder devrimci gence, onu insandan saymaz; kendini de saymaz ya… Ayni Jilet devlet karşıtı olmalarına ihtimal vermediği genç aşıklara, Civan Yusuf ve Elif’e karşı şefkatlidir. Civan Yusuf’un yarasından kurşunu çıkartır; bir işe yaradığı için mutludur; yaraladığı devrimci gencin peşinde bir av köpeği gibi koklayarak iz sürerken yitirdiği insanlığına kavuşur, sevişen gençlerin yanında. Bir tetikçinin uğursuz bir gölge gibi çizilmesiyle yetinilmeyip iç dünyasının verilebilmesi, edebi açıdan önemlidir, toplumsal açıdansa öğretici. O iç dünya, toplumun bir bölümünü oluşturan bu insanların, cehaletleri içinde sol düşmanı kesilmişlerin niye böyle olduklarının ip uçlarını verecektir, karanlığa açılan bir tünel gibi. Büyüme çağında aklı uyuşup kalmış çocuklardandır Jilet, hurafelerle uğuldar kulakları, kimse böyle olsun diye bilinçli bir çaba sarf etmemiştir; fukaralık, dar çevre, çetin doğa koşulları, okulsuzluk, çarpık gelenek, hala etkisini sürdüren sözlü kültür el ele verip bu sonucu doğurmuştur. Büyüdüğü zaman, zihninde çakılı, her şeye kadir devlerin yerine ‘’devlet’’, ‘’Kadir Ağa’’ gibi kabuller geçip kurulmuştur. Boyama kitaplarında içlerini çocuk düş gücünün renklerle doldurması beklenen çizimler gibidir, zihnindeki cinler, şeytanlar, iblisler. Boş bekleyen bu sözcüklerin içine ise solcular yerleşmiştir.
Bu romandan, evet, havadan gelen mor böğürtü gibi özgün imgeler sayesinde, okura bitimsiz orman ve bitimsiz fırtına imgeleri kalmaktadır kalmasına ama asıl iz bırakan, karakterlerdir. Özellikle, Jilet, Kadir Ağa, Mustafa Öğretmen ve eşi Gülşen beni düşündürdü. Bir de, devrimci gençlerin adanmışlığı, inanılmaz dirençleri. Kuşkusuz saygı, hatta hayranlık duyulacak erdemler. Ancak… Kişinin inandığı doğrulara dıştan asla bakamaması… Engellerin sevdalıların sevdasını büsbütün şiddetlendirmesi gibi, isyan edenin kararlılığını, zulüm mü büsbütün biliyor, diye düşündüm…
Kadir Ağa’ya gelince, bu insafsız adamdan insan nefret edemiyor, bir yanıyla etse de bir yanıyla edemiyor; iki evladını yitirmiş olduğu için mi? Yakın ilişkilerin şefkatini hiç tadamadan, ne kadar yoksun bir hayat sürdürdüğünü hiç fark edemeden, insan olmanın anlamına hiç eremeden yaşayan bir zavallı olduğu için mi? Zalim bir zavallı… Yaşar Kemal’in kendi kötü adamı Abdi Ağa için söyledikleri geliyor aklıma. Ondan nefret etmiyorum der, koca usta, o koşulların bir sonucudur. Feodal hayat tarzı, toprağa bağlı kültür, o kadar eskil ki… Kuruyup kalmış kadim ağaçların kayalaşmış kökleri gibi, gezegenin bağrına kök salmış katransı kitleler gibi… Tehlikeli, kurtulunması gerekli bir unsur.
Doğrusu ya toplumsal konulara sınıfsal bakış açısıyla değinen -özellikle erkek kaleminden çıkmış edebi yapıtlarda- feodal erkekle karısının durumunu bu kadar kavrayış ve dil inceliği ile dile getiren başka bir örnek anımsamıyorum. Genellikle iç dünyadan yoksun yaratılır kadın karakterler… Ne hazin, edebiyatımız için… Ve ne hazin, erkeklerimiz için…
–
İkinci ciltte, gelecek cilde kapı aralamak üzere pek çok öge açık uçlu bırakılmıştır; ancak giriş ve sonuç bölümleri kendi aralarında kapanan bir daire oluştururlar ve bu cilt yoğun ve masalsı bir simgesellikle tamama erer. Genç köylü aşıklar, bedenlerine nüfuz eden “devrimin ruhu” sayesinde direnebilirler; onları kurtaran ve Mustafa öğretmenin şahsında aydınlanma ile buluşturan ise, bu topraklarda yaşayan halkın en naif ve insancıl damarını simgeleyen halk ozanı Aşık Kerem’dir…