Hüseyin Ferhad’ın zihninde dolaşan kırk tilki, ya karsak ya da kum tilkisi olsa gerek; art niyetli olmadığından, kusursuzluğun kusur olduğuna inandığından, yüksek olasılıkla kuyrukları da birbirine değiyor tilkilerin. Yayımladığı ilk şiirinden bu yana, karar sesini bulana değin şarki kalmakta direten, insanlık hallerinden ateşlenen evrensel temaları yüklenip gezindiği şiirin doğuda uzanan topraklarını hiç terk etmeyen, kendisi de şiiri bizzat yaşayan, şaman bir “barbar” olduğu için. Köklerinden tutkuyla bahsedişinden de anlaşılacağı üzere, etnisiteye, şecereye yüklediği anlamın derecesinin yüksek olduğu anlatıları, denemeleri, şiirleri göz önünde bulundurulduğunda kimilerince yanlış da anlaşılabilecek bir şair o. Türkçe şiir antologyası içerisinde, özellikle, kendisinin biçem kulesinin en önemli taşlarını oluşturan konu seçimi ve yararlandığı, beslendiği kaynakların ayrıksılığı ile öne çıkan, bu anlamda şiirlerinin içeriğindeki metinlerarasılıktan, yaptığı göndermelerden, özel imajların yoğunlukta olduğu sözcük dağarcığından söz açmadan etraflıca ele alınamayacak özel bir yere sahiptir Hüseyin Ferhad. Bunca zamandır, garp dillerindeki şiir sözcüğünün temelini oluşturan Yunanca “poiema”yı düşündüğümüzde, Heidegger’in bahsettiği o “tek şiir”i “yapıp” durmuştur –“poiema”nın anlamı, “yapılan şey”dir– ve yaşanılabilir bir dünyanın imkânlarını zaman içerisinde değiştirip geliştirdiği olanaklarla yoklar, bulduğu sesin yankısını büyütüp tartarken, şiirine Orta Doğu’nun, Mezopotamya’nın, Orta Asya’nın kültürel zenginliklerini katmakta sonuna kadar ısrarcı bir tutum sergilemiştir. Bu ısrarı şiirinde sürdürürken, aslında en başından beri, Hüseyin Ferhad şiiri söz konusu olduğunda adı sürekli zikredilen, bu coğrafyada yaşamış tüm eski medeniyetleri, kültürü, gelenekleri, mitleri, dinleri, efsaneleri, türküleri, ağıtları doğrudan ya da dolaylı olarak, gerek sözcük, konu, izlek seçimindeki tercihleriyle gerekse yaptığı göndermelerle yazdıklarının gövdesine, metnini yıkıma uğratmadan fakat kusursuzluk peşinde bir Nautilus olmaktan hep kaçınarak nakşetmekten geri durmamıştır. Garbın kültürel değerlerine kaynaklık eden birçok unsurun, coğrafi olarak adı geçen topraklarda ortaya çıkıp, garba dahil oldukça değiştiği, dönüştüğü ve geliştiğinin farkındalığını da yansıtmıştır. Şiirini, yazdığı, söylediği diğer türlerden ayırmakta çaba gösterirken üzerine gittiği, kafa yorduğu temel meseleleri sahici kılmanın aranışında kaybolmayışının sırrını, döneceği yeri bu farkındalık ışığında dikkatle işaretlemiş olmasında bulabileceğimizi iddia etmek, yersiz olmayacaktır. Bu bağlamda, Hüseyin Ferhad’ın ilk iki şiir kitabına dağılıp yayılan, kimi zaman ustaca gizlenen, ars poetika dizelerine, hem Şark hem de Garp Belleği’nden sızan unsurlara, kafa karıştırıcı zaman mefhumuna, sözcük, konu, izlek seçimlerine, şark ile garbın iç içe oluşuna odaklanmak istiyorum:
Kilitledim sözcüklerin çeyiz sandığına/ bize kalan o Büyük Şiir’i dizeleriyle, kendi şiirinde takip edeceği patikayı betimleyip dillendirmeye girişmiş olması dolayısıyla ars poetika özelliği de (bütün kitaplarında bu türden -ars poetika- şiirler ya da dizelerle karşılaşırız) taşıyan, kitabın, Bir Dağın Eteklerinde başlıklı, görkemli bir açılış yapan ilk şiirinde, şairin daha en başından yapmak istediği, söylemeyi seçtiği, oluşturmaya çabaladığı birçok şeyin karşılığını bulmak mümkündür. Varsayımsal olarak, nelerdir yapmak istedikleri? Gözlerini ve bilincini tamamen kapatmadan ve dilin temsil işlevinin önemini atlamadan, daha çok Şark kanonunun ve kültürel hazinelerinin peşinden gitmek; yerel aranışlardan temellenen evrensel bir ses çıkarmak; söylencesel formdan tamamen kopmadan, ondan yine de uzağa yerleşip, tam ve eksiksiz anlatı(lar) sunma derdine düşmeden, akronik, görelilik zaman kuramına göre işleyen insanlık hallerinin gürültüsünü saçmak; diğer uçurumlarla yüz yüze bakan bambaşka bir uçurumun ucundan seslenmek; (ve belki de) Hegel’in işaret ettiğince, anlatısal bir kurmacanın sonunun geldiğini, anlamlandırma düzeneğini şiir formunda kurarak, örneklendirip göstermek… vb. İlk şiirin bütününde, büyük olasılıkla mecazi olarak kullanılmışsa da, okur, bir taraftan keçilerini –Kök Türklerin dişi atasına bir gönderme yapılmış olma olasılığı çok yüksek– otlatan çobanın kavalından, lor peynirinden, göçebeliğinden, fundalıkta unuttuğu davardan söz açtığına tanık olup tef, kanun, bağlama gibi doğuya ait enstrümanların adlarının anıldığını deneyimlerken, diğer taraftan içinde bulunduğumuz uzamın garba iliştirdiği enstrümanlarından olan lir ve arp (s. 11) ile de göz göze gelir.
İçerikteki seri-şiirleri tek birer şiir saydığımızda, yalnızca on dört şiirin yer verildiği kendisi kısa, çağrışımları uzun bir kitaptır Ve Yürüdük Gecenin Ateşleri İçinden. Ars poetika içerik, bu kez bir şiirin bölümleri boyunca sunulmakla birlikte, Şark topraklarında filizlenip büyüyen, oradan garba sıçrayan tarihsel, dinî, kültürel, düşünsel ve özellikle de siyasi unsurların sesi iyice yükselmiştir bu kitapla. Önce Söz Vardı başlıklı, dört bölümden oluşan şiir boyunca, ars poetika niteliğindeki dizeler, coşkun bir biçimde akar. Şiir öznesi, şair-özneyi bir simyacıya benzeterek, Bir sır gizlidir simyacının fikrindeki her hecede/ kös uyuyan bir güvercin der (s. 25). Şiirin Ey Şair seslenişiyle başlayan ikinci bölümünde, seni hangi yeşil uçurumlara sürüklüyor bu çavlan/ bu eriyerek sel sularına karışan sahil? (s. 26) diye sorar. Sonraki bölümde, Şiirlerimiz ki terşilerde yek başına iğrilir/ yüreğimize açılan ilik/ biz yazdıkça yaşımızla iliklenir (s. 27) dizelerinde, şiir sanatının yol ve yaş alındıkça demlendiği, oturduğu, ince, ağır bir işçilik gerektirdiği yorumunu getirir. Evet, önce söz vardı. Açık bir yara denli kanayan, cerahat akıtan, travmatik bir ağızdan dökülen söz. Şiirsele evrilmesi binlerce yıl sürmüş olmalı. Kitabın ilk seri-şiirinde (Önce Söz Vardı), amaç, doğrudan bu yaşayışı betimlemekten çok, dolaylı olarak şiirin Anadolu’daki serüveninin mihenk taşlarını adımlama yolunda, Anadolu’daki insanlık hallerinin, tarihsel gelişmeleri gözeterek, sözel, sese dayalı ilk örneklerine odaklanmaksa da, özellikle gündelik yaşayışa ait anlatılarla yer yer siyasi göndermeler şiirsel karşılıklarını bulur yine de. Yeryüzü yerine kullandığı rûy-ı zemin, yumak fiili ve heybe, kısrak gibi göçebe kültürüne ait sözcüklerle yola çıkar, oradan da Gök bir ses sağanağıdır; bozkır şarkıları/ uçurtma hışırtılarına karışır dizelerine varır (s. 25). Eski Türkler ve Moğollarda yeraltı aleminin efendisi, şer tanrısı Erlik Han’ın aramızda dolaşıyor oluşunu dile getirip, Antik Mısır mitolojisine ait ölümsüz yaşam için diriliş tanrısı Oziris’in, ilk olarak Sümer mitolojisinde karşımıza çıkan cennetin, yıldızların, ruhların, cinlerin ve tanrıların tanrısı olan Anu’nun adlarını anarken, bunların arasında, birden garba yönelir ve Yunan mitolojisine ait figürlerden Aphrodite’in ve Zeus’un bahsini açar. Bununla da kalmaz, metaforun gücünü artırmada giyotin sepeti tamlamasına başvurur (s. 26). Ardından, Kırk ambara kilitledi onları o Mavi Gözlü Dev dizesiyle (s. 27), Nâzım Hikmet’in, bize ‘biz’i anlatabilmeyi başarmasının yanı sıra Nâbi, Vâsıf, Pertev gibi dil, konu, işleniş bakımından Arap ve Fars etkisiyle yazan Divan şairlerini tarihin tozlu sayfalarına gönderdiğinin güzellemesini yapmaktan da geri durmaz Hüseyin Ferhad. Nâzım, yerelden evrensele vardığı, Şark’ın sesini, kültürünü, tarihini, destanlarını, folklorunu vs. garbın benimsediği yenilikçi biçemlerle bir araya getirdiğinden, ona yakınlık duyar. Bu yüzden, kalıplaşmış, erke ait hale gelmiş, yerleşik, verili dili sorgulayan, başta Yeni bir şiire başlıyor dediği şair’i (küçük harfle yazar şair sözcüğünü), şiirin sonunda Şair diye –büyük harfle– anar (s. 28) ki bu Şair, kendisidir de aynı zamanda. Yaşadığımız topraklardaki modernleşme sürecinde geçilen aşamalarla, şiirde katedilen yolun birbirine koşut ve benzerlik gösteren bir yapıda ilerlediğinin de vurgulanışıdır bu. cellâdlar yontuyorlar şiiri/ benzesin için bir pagan tekbire (s. 28) türünden bir saptamada bulunmasını, bu vurguya bağlamak mümkündür. Ondandır, Hüseyin Ferhad’ın şiiri, geçmişi anlayıp, yazıldığı dönemin ruhunu yakalayabildiği gibi ondan uzaklaşarak kaçabilmeyi, kendi varlığını dayatan, zamansızlığı yakalayan bir yapıda ve içerikte ses verebilmeyi başarmıştır. Tarih ve şiir, dizeler boyunca şairin işaret ettiği güçlü çağrışımlarla, kent uğultusu, vagon penceresi, kırmaçiftenin paslı tetiği, uçak filoları, kükürt akıntısı, lastik çizme, tren katarı, fabrikalarla dolu kıyı kentleri, varoşlar, mızıka sesleri, raylar (s. 29) ve ranzaların (s. 30) içinden akmaktadır. Yine de ölümü bekleyen, dağlı ve çiftçi bir gövdedir onunki (s. 31). Sanayi devriminin ve savaşların yıpratıcılığının çarpık sonuçlarından biri de seri üretim nesnelerin, doğal ve biricik olanı özleyen insan tarafından içselleştirilip anlamlandırılmasıdır. Bu yüzden üzerine seccade serilmiş bağ çubukları, eyer, araba koşumları, bir bel ile karşılaşmamız kaçınılmazdır, bu yüzden eski bir saat, Sanskritçe sayıklar, çivileri bile paslanmış bir tel dolap vardır evde, nedense gözcü kulesi, bir minareye benzer, köylü, askere bavulunu samanların üzerine atıp gölgeliğe çömmesini, ayaklarını uzatmasını tavsiye eder (s. 32) ve ölüm mahkumu, toplu iğneyle boynuna asılan ‘suçlu bilinç’ten bahsedip (s. 35), bulunduğu ortamı, Rumcasıyla kodesi, insanat sirki’ne benzetir, Şili’yi, Allende’yi hatırlar, hatta Odysseus’la birlikte Ege’yi yüzerek geçer (s. 36). Tabii, coğrafyanın mitik ve tarihsel zenginlikleri, şarkın ve garbın iç içe geçmesini getirir yine. Bu anlam arayışlarında ve anlamlandırmalarda, kişinin içinde bulunduğu durum, ortam, ruh hali, her ne/nasıl olursa olsun, kültürümüze geçmişten sızan, etrafında bulunan varlıklarla bütünleşme çabasının izlerini fark etmemek olası görünmemektedir. Ege mitleri sökün eder ardından ve gecenin karanlığında ölmüş olan Patroklos ile atının bulunmayışıyla, yalnızlıklar güdücüsü olarak adlandırdıklarından biri olarak, kalıyoruz ovada elimizde kırık bir kaşağı diye hayıflanır, o kırık kaşağı nedense ihanet ve vicdan azabı vurgusuyla, adı şiirde hiç geçmese de Ömer Seyfettin’i ve öyküsünde adı söylenmeyen baş karakterini de sürükler ayın süt güğümünü boşalttığı ovaya. Şiirde bahsi geçen ova, artık biraz da öyküdeki baş karakterin kardeşi Hasan’ın yüzüne kuvvetli bir tokat indirildiği avludur (s. 42). Devamında gelen Mykene Seferi, şiir öznesinin kasvetinin Ege’ye, Akdeniz’e taşmasını, rehber Yorgo’nun içlenmesini getirir. Şiir öznesi, şarap ve kımız saçarken toprağa, ateşe, Yorgo’nun gözü Asya’yı görmez, İthake’de kendisini bekleyen karısını özler (s. 43). Mikail ve Ahab’a seslenişleriyle ve denizkızlarının oynaştığı Düş Ülkesi’ne koyulmalarıyla (s. 44), Garbi metinlerarasılık zirveye ulaşır. Farklı zamanlardan, farklı kültürlerden mitik göndermelerle tarihsel gerçekler, bir arada, şiire hizmet eden yapı taşlarına dönüşüp aynı potada erirler. Son iki şiirin kendisi olma izleğini takip etmesinin sebebi de budur. Xwebûn şiirine, Murad havzasında bir yürüyüş sırasında düşüncelere dalan şiir öznesi aracılığıyla sezdirilen, kendisi olma şansı tanınmayan halkların hüznü sinmiştir. Pîr Sultan’a Tuyuğ şiiri ise kendisi olmakta direttiği, kendisi olabildiği için ölümle cezalandırılan bireye yakılan ağıttır (s. 45). Hüseyin Ferhad, Eski Türk şiirinin dört mısralı bir nazım biçimi olan tuyuğ ile kitap boyunca şiirler eşliğinde dolaştığı yerlerden sonra, kitabın son şiiriyle Sıvas’ta duraklar, ancak durakladığı yer, direnişin tüm neferleri için güçlü bir simgeye karşılık gelmektedir. Zaman mefhumu, ikinci kitapta da kafa karıştırıcıdır. Çoğu şiirde, zaman, genellikle ileriye doğru (kronolojik olarak) akmaktayken birden geriye dönüşlerle, zaman atlamalarıyla, ardından da yeniden şiirin anlattığı zamana geri dönen bir yapıda kurgulanmıştır. Tarihte farklı dönemlere ait gerçek ya da kurgu kişi, nesne vs. adlarının söylenmesi, bu kafa karışıklığını daha da körükler. Yine akronik olan ve görelilik zaman kuramınca işleyen bir zaman algısıyla kurulmuş dizeler, Ve Yürüdük Gecenin Ateşleri İçinden’de de yoğun olarak karşımıza çıkar: Etten ve kemikten yarattık sonun sonsuzluğunu (s. 26), yüreğimize açılan ilik/ biz yazdıkça yaşımıza iliklenir (s. 27), Evet, hep biz varız tirşe gözlerinde! (s. 30), Bulutlar sırnaşır gök atlasına. Kısalır samanyolu (s. 31), ‘tükenmez yol yok yeryüzünde’ denmiştir/ Zaman olmasa (s. 32), dünya ile akranız/ düşünmeyiz niçin döndüğünü (s. 32), Rüzgâr çocukluğumdur benim/ ufuk oyun yerimdir (s. 33), bilir misin kaç yıl uzaktır Kore (s. 33), yaşadığın ânı unutarak (s. 34), baba, ölü olduğum belli/ bırak beni gideyim (s. 34), Niye böyle yaşlı, niye böyle gencim? (s. 35), Seslerin yankısı kalır batık bir gemide (s. 37), bir sandığa kilitlenmiş Geçmiş’le Gelecek/ okşar yüzyılımızın ağarmış saçlarını bir mahzende,/ bir devrimcinin acılarıyla akran yaşını (s. 37), Uz gittik az kaldı diye başlayan bir masal… (s. 37), sesler okyanusunda dilsiz Homeros gibi/ kendi kendimizle konuşuyoruz (s. 42), Mykene kirpiklerini kırptı; anamız Mykene (s. 43), Tirşe gözlerinde şafaklar söktü, güneşler doğdu battı. Siluetleri aynamıza düştü (s. 44), Dalgın, yürürken Ağrı’da Murad havzasında/ ayağıma takılır tarihin tahta bacağı (s. 45)… vb. Örnekler çoğaltılabilir.
EPİLOG
***
NOT
Her iki kitap için tarama ve okumalar yaparken kaynak olarak kullandığım, YKY’nin yayımlamış olduğu, “Kılıç İpekte Sınanır, Toplu Şiirler (1982-2007)” başlıklı kitabın, Temmuz 2015 tarihli üçüncü baskısıdır. Çok yakında kitabın dördüncü baskısı yayımlanacak.