“Kendin için kurduğundan daha tehlikeli bir tuzak yoktur.” (2)
Bağnazlık, sadece çevrenize değil size de zarar veriyor. Hayatın her alanında geçerli bu, edebiyatta da farklı değil. Tek bir türe, tek bir edebiyata kapılıp kaybolan bir okur, kendine verdiği zararın farkına varana kadar yıllar geçiyor, edebi dünyanın büyüklüğü karşısında yeni kıtaların kâşifleri gibi dilinizi yutmaktan gayrı yapacak bir şey kalmıyor.
Yıllarca edebiyata tek gözü kapalı bakan bir insanın (sebebi tartışılabilir ancak edebi bağnazlık diye genelliyorum) farklı edebiyatlara, farklı türlere açılması bir şok etkisi yaratıyor. Edebiyat dediğimiz şey, bir engin okyanus gibi. Hepsini öğrenmek için tarihinden başlayıp sistematik olarak günümüze geleyim diyorsunuz, karşınıza çıkan edebi eser dağlarının yüceliği karşısında eriyorsunuz. Her türün en iyi ediplerinden ilerleyeyim diyorsunuz, ancak bir edibin kaç türden eser verdiğini görüyorsunuz, aralarındaki bağlantıyı bulmaya mı yoksa bu ediplerin etkilendikleri kişileri bulmaya mı çalışayım derken ihtimaller denizinin dalgaları arasında kayboluyorsunuz. Edebiyat sanatçılarını bütün eserleriyle inceleyeyim diyorsanız eğer, o işe hiç girişmeyin diyeyim. Her sanatçı yağmurdan sonraki su birikintileri gibi sınırlarını, şeklini, derinliğini belirleyebileceğiniz gibi değil.
En iyisi edebi dünyaya dalmak için kitaplığınıza gidip gözünüzü kapatın ve rastgele bir tercih yapın.
Yaygın kanı, doğup büyüdüğü dünyanın artık yok olduğu ve asla geri gelmeyeceğine olan inancından ötürü intihar ettiği yönündedir. Hayatın onu sürüklediği aşırı talihsiz dünyanın acımasızlığının yanına zarif ruhunu da ekleyince intiharı 1942 yılı için şaşırtıcı değildir. Zweig, bu “kendisiyle savaşta olan organizmanın sonunun kesin olduğu” (3) gerçeğinin farkındadır ve kendi kanında boğulan dünyanın içinde artık daha fazla kalamayacak denli naif bir insandır. İntiharından birkaç hafta sonra da Naziler için savaşın seyrinin tepetaklak olması da ya Zweig gibi bir insanın canını alan dünyanın bize bir armağanı ya da kaderin garip bir cilvesi olsa gerektir.
Almanca adıyla Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben eine Frau veya Türkçe tercümesiyle Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat küçük bir otelde kalan bir grup insan ile açılır. Gece patlak veren bir olay üzerine otel sakinleri tartışırlar. Skandal şudur: Evli bir kadının (Madam Henrietta) muhtemelen oteldeki genç bir adamla kaçmıştır. Otel sakinlerinin geneli kadını suçlarken anlatıcımız ise kadının sıkıcı ve hayat enerjisini emen hayatından kaçıyor olabileceğini düşünerek savunur. Tartışmalara müdahil olan Bayan C. ile işler daha da çetrefilleşir ve kitaba adını veren yirmi dört saatin ona ait olduğunu öğreniriz. Altmış yedi yıllık hayatının kırk ikinci yılının bir tam gününü anlatıcıya (yani bize) aktarmak için odasına çağırır.
Bayan C. aileden zengin ve aristokrat bir kadındır, erken yaşta evlenip kocasının ölümüne kadar klişe bir zengin hayatı sürer. Kocasını kaybettikten iki yıl sonra, hayatının kırk ikinci yılında Monte Carlo’nun kumarhanelerine kendini atmışken adeta tutku ve sonrasında da umutsuzluğun tasviri bir adamla karşılaşır. Kumarda büyük oynayıp kaybeden bu adamın peşinden giden kadın, onu yağmurun altında bir parkta bulur ve alıp otele götürür. Bütün bunları bir rüya gibi hatırladığı gecenin sabahında da adamla kendini aynı yatakta bulur. Kumarda akli dengesini kaybedecek denli boğulmuş bir Polonyalı asilzadenin oğlu olduğunu öğrenir ve kadının gözlemlerine göre de tutkusu tarafından zehirlenmiş durumdadır. Ancak o gecenin sabahındaki adam kumar tutkusu ve umutsuzluktan arınmış gibidir. Neşesi yerindedir, sevinçlidir, bir kilisede kumar oynamayacağına dair yemin bile eder. Adam hayata dönmüştür, kadın ona hayatına geri dönmesi için gerekli parayı verir ancak adamın sadece parayı kabul etmesi ve kendisini istediğine dair bir işaret vermemesi onu hayal kırıklığına uğratır. Kumarbazdan ayrılmamak için bineceği trene koşturur ancak yetişemez ancak genci kumarhanede, aynı masada bulur. Onunla yüzleştiğinde de kumarbaz genç önce utanç duyar, sonrasında da öfkeyle ona şanssızlık getirdiği için kumarı kaybettiğini söyleyerek başından atar. Yüzüne tokat gibi çarpan bu tecrübeden sonra Monte Carlo’da daha fazla kalamayan Bayan C. için artık bu macera bitmiştir. Birkaç yıl sonra da adamın kafasına kurşun sıkıp intihar ettiğini bir Polonyalı asilzadeden öğrenir. Hiçbir kötü hisse kapılmaz hatta içinde bir şeylerin soğuduğunu dahi hisseder.
Yazarın birinci kişi ağzından iki farklı anlatıcıyla (aslında esas anlatıcı genç adam ancak Bayan C’nin konuşmaları esnasında kendisi de bir anlatıcıya dönüşüyor) kaleme aldığı bu hikâye, koca bir ömrün tek bir günde tepetaklak gidebileceğine dair çok uzun olmayan ancak şahane bir gezi sunuyor. İçine düştüğümüz durumlarda bazen bize en mantıklı veya tek çıkar yol olarak görünen tavır ve davranışların esasen nasıl da mantık dışı ve körleşmiş bireyler olarak bizi esir alan hislerimizin etkisiyle verildiğini anlatan şahane ve çarpıcı bir anlatı.
Ana kahramanlara şöyle bir bakacak olursak, esas anlatıyı tetikleyen savunmasıyla ön plana çıkan genç adam (anlatıcı) ve esas anlatıyı bize aktaran Bayan C hikâyeyi sırtlıyor. Genç adam, hikâyenin başındaki savunmasıyla dikkat çekiyor ve otelin diğer sakinlerine nispetle ön plana çıkıyor ancak Zweig, Bayan C dışındaki diğer sakinleri yüzeysel geçtiği için bu kişilerin figüranlıktan öte rolleri yok. Bu nedenle de hikâyenin ötesinde bir anlam taşıyıp taşımadıklarını, yazarın bu kurgu evrenindeki derinliklerini bilemiyoruz. Bundan dolayı da onları kahraman kadrosuna dahi katmıyorum çünkü bu hikâyede bir etkileri (olumlu veya olumsuz) mevcut değil. Genç adam da esasında başta etkili iken, hikâyenin devamında dizginleri eline alan Bayan C’nin karşısında sadece susup dinlemekle yetindiği için kitabın devamında yok. Daha doğrusu buradaki anlatıcı Zweig’in ayarında dönemine göre aydın ve olaylara bir nebze farklı gözlüklerden bakmaya çalışan ideal okuru temsil ediyor olabilir. Zaten Bayan C’nin yirmi dört saati başladığı zaman da genç adam, biz okurların dünyasına gelip, oturduğumuz koltukta kendine bir yer bulup yine bizim gibi dinleyici olarak hikâyedeki hayatına devam ediyor.
Bayan C, hikâyenin gizli anlatıcısı. Okuduğumuz diyaloglarıyla bizi kendi hikayesinin içine çekip, hayatının orta yerine bırakan, hikâyenin esas fikri / temasını taşıyan ve aktaran kişi. Madam Henrietta ve kendi hikâyesi ortak temalar taşıyor. Bu hikâyeler eseri çok güzel sırtlıyor.
Bayan C – malûm yirmi dört saati dışında – oturmuş bir kadın. Madam Henrietta da hikâyenin başında öyle aktarılıyor. Ancak kapıldıkları tutkuları onları bir yola sürüklüyor. Madam Henrietta’nın hikâyesinin nasıl geliştiğini bilmiyoruz ancak onun yirmi dört saati Bayan C’nin yirmi dört saatine göre farklı sonuçlansa da hikâyeden aldığımızı doğru yorumluyorsak çıkmaz bir sokağa sürüklendiğini tahmin edebiliriz. Bayan C, biraz talihin biraz da yaşadığı o korkunç aydınlanma anının da etkisiyle savrulduğu tutku yolundan sapıp kendini kurtarmayı başarmışken, Madam Henrietta için tren çoktan kalkıyor, iki çocuğunu ve ailesini terk ediyor. Aralarındaki paralel gidişat, sonuca kadar aynı gidiyor. Sonuçta farklılaşıyor. Bayan C’nin hayatının devamını görebiliyoruz. Ancak Madam Henrietta, hikâyeden çok erken ayrıldığı için hikâyesinin devamına şahit olamıyoruz. Bunun için de Zweig, kumarbaz karakterini kullanıyor.
Kumarbaz, Madam Henrietta’nın birkaç yıl sonrasına biraz ışık tutuyor. Tıpkı onun genç, enerjik gence duyduğu tutku gibi, amcası tarafından kumarla tanıştırılan bu kumarbaz genç, tutkusu tarafından tamamen tüketilmiş ancak tutkusuna olan aşırı bağımlılığı da devam etmekte olan iler aşama vaka olarak hikâyede yerini alıyor. Yani özetle Madam Henrietta’nın geleceği yerde duruyor. Sonu da doğrudan aktarılmasa da dolaylı olarak bize ulaştırılıyor.
Zweig’in tutkularımızla yüzleştiğimizde bizi bekleyen yolu net bir şekilde çizdiği (kapılan Madam Henrietta, tükenmiş kumarbaz ve kapılmak üzereyken kurtulmuş Bayan C) bu hikâye hacimsiz oluşuyla küçük bir öğle sonrası siesta öncesi okumalığı gibi dursa da esasında taşıdığı psikolojik derinlik bir kez daha okunmayı hak ettiğini gösteriyor.
Okuyun, okutturun…
KAYNAKÇA
(1) Zweig, Stefan (Çev: İbrahim Halil Sarı), Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Venedik Yayınları, Ankara
(2) “Kendini düşürdüğün tuzak kadar tehlikelisi yoktur.” Chandler, Raymond – The Long Goodbye
(3) Soğuk Savaş dönemini değerlendiren Carl Sagan’a ait bir ifadedir.