“Sadece yazarken değil okurken de her metnin kendine has bir atmosferinin, ruhunun olmasını önemsiyorum.”
Esra Ersoy ile 2020’de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülen öykü kitabı Kalır odağında yapmış olduğum söyleşi yaşanan hikayelerin ruhumuzda, bedenimizde bıraktığı izler yani -kalanlar- çerçevesinde gerçekleşti. Şimdi zamanın içerisindeyiz fakat neler kalıyor yaşadıklarımızdan bize? Neleri kendimizle beraber şimdiki zamana taşıyoruz? Bu sorular eşliğinde Esra Ersoy ile gerçekleştirdiğim kapsamlı söyleşi için buyurun lütfen.
Aynur Kulak: Avukatsınız ve Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü kazanınca İzmir’e yerleşiyorsunuz. Edebiyat ile olan bağınız, ilginiz tam olarak ne zaman başladı? Hukuk ve psikoloji (özellikle psikoloji) edebiyat ile dirsek teması olan alanlar fakat öykülerinizi okuduğumda edebiyattan hiç kopmadığınızı sezdim, ne dersiniz?
Aynur Kulak: Kalır, dokuz öyküden oluşuyor ve 2020’de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’ne değer görülüyor. Kalır’da okuduğumuz öyküler Varlık Dergisi’nde veya herhangi başka bir mecrada yayınlanmışlar mıydı? Süreçten bahseder misiniz?
Esra Ersoy: Kalır’da yer alan öykülerin hiçbiri daha önce herhangi bir mecrada yayınlanmadı. Hatta bu öyküler ve bunların dışındaki diğer öykü ve şiirlerim çok yakın olduğum birkaç kişiden başkasına okutulmadı. Bana ait edebi bir metnin bir dergide yayımlandığı son tarih ise lise yıllarında okul dergisi çıkardığımız zamanlara denk gelir. Dolayısıyla Kalır benden dışarıya açılan ilk penceredir, siz hikâyelerimi ilk defa okudunuz, diyebilirim.
Yazdıklarımı Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri Yarışması’na göndermeye karar verinceye kadar yazmak kapalı ve kişisel bir eylem olmaya devam etmişti benim için. Ancak uzunca bir zamandır yazılıp, yazıldığı yerde biriken bu metinlerle ilgili esas hayalim onları bir kitapta toplamaktan ziyade yeterince iyi yazılıp yazılmadıkları konusunda bir sonuca ulaşmaktı.
Aynur Kulak: Kalır ile ilgili öncelikle ve genel olarak değinmek istediğim nokta anlatımın çok özgün oluşu. Minik bedensel hareketlerin, bir bakışın, bir nesnenin masada duruşunun öykülere kattığı anlam ön plana çıkıyor. Bu da anlatımın her detayına yansıyor.
Esra Ersoy: Sadece yazarken değil okurken de her metnin kendine has bir atmosferinin, ruhunun olmasını önemsiyorum. Bu açıdan değerlendirmeleriniz çok kıymetli, teşekkür ederim.
Yazmak benim için zamana fazlasıyla yayılmış bir eylem. Tam da bu sebepten bir hikâye yazılmaya başladıktan sonra bile gündelik yaşamın içinde akmaya, yeni ihtimaller aramaya, hayata bakarak olmaya devam ediyor. Son cümlesi yazılana kadar devinen bir pratiğin içinde olan hikâye taslağının gündelik yaşamdan ufak hareketler, küçük ayrıntılar, saniyelik bakışlar devşirmesinin de önü açılıyor böylece. Öte yandan değişime ve dönüşüme selam verme maksadı olan bir metinde zamanın en küçük biriminde gerçekleşen ayrıntının görünür olması da değişimi yaratanın devinim olduğuna bir atıf olarak kabul edilebilir.
Aynur Kulak: Kitabın ilk öyküsü “Rüyalarında Sayıkladığını Sanan Birinin Hikâyesi”ni konuşmak isterim. İnsanların hakikaten de olaylar karşısında bir şeyler olduğunu “sandığı” ve öyle yaşadığı, hayatın akışının da bu şekilde gerçekleşmesi noktasında güzel bir öykü olarak karşımıza çıkıyor. “Sanmaktan” başka elimizde ne kalıyor?
Esra Ersoy: Eğer “sandıysak” elimizde sanmaktan başka bir de hayal kırıklığı kalıyor. Bu açıdan değerlendirince sanmanın olumsuz bir iz düşümü olduğunu söylemek olası. Ancak bahsettiğiniz bu iki hikâyede sanmak aynı zamanda bir bilinç durumuna da işaret ediyor. İnsanın kendisinden şüpheye düştüğü, doğrulanmadığı ve adımının havada asılı kaldığı anın bilinç durumu muğlaklıktır. Muğlak bir bilinç düzeyinde düşünce, öğrenilmiş yollardan ve ön kabullerden başka bir yol, başka bir ihtimal yaratmak zorundadır. Bu da kendimiz ve diğerleri ile ilgili işlenmemiş bilgiye ulaşmanın önünü açıyor bence. Dolayısıyla evet, her sanı kendi yanılgısına gebe ama aynı zamanda olaylar, insanlar, ilişkiler ile ilgili ham bilginin öncüllerinden de biri. O halde elimizde sadece hayal kırıklığı değil bir parça da gerçeklik kalıyor.
Esra Ersoy: Bir öykünün içinden bir çocuk geçiyorsa her şey olması gerekenden ya da olduğundan çok başka gelişebiliyor. Çünkü çocuk peşi sıra kendi sınırsız hayal dünyasını, bağlamlarını yeni kurduğu zihinsel haritasını, şeyleri kategorize etmek için kullandığı keskin perspektifini ve doğrudan/çekincesiz işaret eden parmağını da taşıyor öyküye. Onun çocuk kimliğiyle açtığı bu alan çağrışımlara, ikilemsiz söylemlere elverişli ve aynı zamanda savunma mekanizmalarıyla donanmış yetişkin bir bilincin sınırlarından azade atmosferlere kapı aralıyor. Bu, öyküde özgür olmak demek bence. Ama kimin özgürlüğü? Eğer çocuğun söylemleriyle açığa çıkan, çocuğun açtığı alanda kendine yer bulan ve somutlaşan bir argümandan bahsediyorsak kazanılan özgürlüğün yazılmaya niyet edilen fikrin özgürlüğü olduğunu söylemek mümkün olabilir belki de.
Bugün çocuk adalet sisteminin işleyişinde çocuğun yüksek yararının ne kadar gözetildiği konusu tartışmaya fazlasıyla açık ne yazık ki. Oysa bir şekilde tanık çocuk, mağdur çocuk, suça sürüklenen çocuk sıfatıyla adalet sistemi içinde bir pozisyon kazanan çocuğun öncelikli ihtiyacı bedensel ve ruhsal bütünlüğünün korunmasıdır. Tam da bu sebepten sadece yasal mevzuat bağlamından bakınca bile bir anlam kaymasının olduğunu söylemek mümkün. Çünkü suça sürülen/sürüklenen çocuk aynı zamanda ve kaçınılmaz bir şekilde mağdur çocuk pozisyonunu çoktan almış oluyor. Ya da mağdur çocuğun gerekli tedbirlerle sağlıklı koşullara kavuşması sağlanmadığında suça sürüklenmesi bazen işten bile olmuyor. Dolayısıyla çocuğun suç teşkil eden bir eylemde bulunmasını içinde bulunduğu fiziksel koşullardan, tetikleyici çevresel faktörlerden bağımsız düşünmek suç işlemenin biyolojik temellere indirgenmesinin önünü açıyor ki bu da yasa koyucunun ruhsal ve bedensel bütünlüğü gözetmek için atacağı adımları engelliyor. İşte ikilemler de tam olarak burada başlıyor. Yetişkin, indirgemeci bir bakış açısıyla yasanın, etiğin, çoğunluğun yararını gözetme ilkesinin gereklerini yerine getirdiğini iddia ederken -ya da bazen böyle bir iddiası bile yokken- çocuğa parçalanmış bir hikâye, sağaltılması gereken bir ruh bırakıyor. Bu, öykünün başlangıç noktasını da oluşturuyor. Yaşlı-özgür bir avukat ile genç-hükümlü bir çocuğun aynı görüş odasında zamana dair farklı sorular sorduğu bu hikâyede sadece zaman değil mekân algısının da manipülasyona ne denli açık olabileceğini tartışmak istedim.
Aynur Kulak: Kitaba da ismini veren Kalır öyküsünde ölüm teması mevzubahis ve geçmiş zamanın da olayların içine karıştığı fakat geniş zamanda anlatılan bir öykü. Yapılan herhangi bir içsel muhasebeden ziyade zaman içerisinde gerçekleşen bir dönüşüme, değişime şahitlik ediyoruz. Ne dersiniz?
Esra Ersoy: Kitabın isminin Kalır olmasının gerekçelerinden biri de bu aslında. Zamanın değiştirip dönüştürdüklerinin, getirip götürdüklerinin, savurduktan sonra yerinde bıraktıklarının bir fotoğrafı. An’ın, şimdinin ve iz’in fotoğrafı. Çünkü yaşanılan şey ya eklediği ya da eksilttiği ile nesnesinin üzerinde muhakkak iz bırakır. Bu açıdan “kalır” kelimesi anlamı itibarı ile her ne kadar durağan olana işaret etse de öte yandan yaşantıdan geriye kalan değişimi karşılıyor. Bu da birbirini kapsayan zıtlık fikrini doğuruyor. Aynı kapsayıcı zıtlığı doğrusal bir akışı olmayan, yer yer geçişkenlik kazanan zaman kavramında görmek de mümkün. Kalır öyküsünde bu fikir ipte iz bırakan kefen metaforu aracılığıyla ele alındı. Öyküde kahramanın kişisel tarihi bir başkasının şimdiki zamanında kendine yeni bir gerçeklik kurgusu oluşturuyor ve dönüşüm gerçekliğin yeniden inşasında devam ediyor.
Aynur Kulak: Köyden, kasabadan, taşradan çıkan; yurtta kalma, aile büyüklerinin çevrelediği öyküler çocukluğa dair büyüme öyküleri -ister içerden bir bakışla, ister dışardan bir bakışla anlatılsın- önemli bir anlatım oluşturuyor öykülerinizde. Mekân-zaman-olay kapsayıcılığı ön plana çıkan; büyüme üzerine şekillenen öykülerinizi konuşmak isterim.
Esra Ersoy: Çocukluk, gelişim dönemlerinin peş peşe yaşanmasından ötürü çok katmanlı bir yapıya sahip. Değişimlerin çok belirgin bir şekilde ve hızlı gerçekleşmesi bir bütün olarak farklı dinamikler barındırmasına neden oluyor. Çocukluğun bu çok katmanlı yapısı ve evrilmeye olan meyli beni çok etkiliyor. Bu yüzden kimi hikâyelerimde meydanı tamamen çocuklara ve çocukluk bilincine bıraktım. Bunu sizin de söylediğiniz gibi bazen içerden bazen de dışardan bir bakış ile yaptım. Çünkü çocukluk hepimizin ortak noktası ve neresinden tutarsak tutalım, nerden bakarsak bakalım kendimize dair bir şey bulmak kaçınılmaz gibi geliyor bana.
Aynur Kulak: Henüz pandemi dönemi bitmiş değil. Bu dönemde yaşadıklarımız metinlere nasıl yansıyacak sizce, farklı metinler okumaya başlar mıyız?
Esra Ersoy: Farklı metinler okuyacağımızı düşünüyorum. Özellikle kapanma deneyiminden sonra birçoğumuzun hafızasında yarısı silik iki yıllık bir dönem var. Değil günleri yılları karıştıran o kadar çok kişiyle karşılaşıyorum ki. Bu durum insanların artık daha hızlı unuttuklarını düşündürüyor bana ve sanki önümüzdeki yılların edebiyatında bunun yansımalarını çokça göreceğiz. Salgın sadece unutmaya meyilli yanımızı değil pesimist yanlarımızı da besledi. Bu süreçte kişi kendilik tanımını diğerleri ile ilişkisi üzerinden değil kendisi ile kurduğu ilişki üzerinden yapmak zorunda kaldı. Bu yüzleşmelerden edinilen ürünlerin de edebi metne pesimist ve bireyseli odağına alan bir refleks olarak yansıyacağını düşünüyorum.