ESRA KAHYA İLE KAMBUR’A VE EDEBİYATA DAİR
Üzeyir Karahasanoğlu: Gayet üretken bir kalemle karşı karşıyayız. Doğrusu bunun sırrını merak etmiyor değilim. Öyle ki hayat gailesi sürerken edebiyat gibi hem var hem yok bir uğraşa vakit yetirmek bazen çok zor olabiliyor. Bunca öykü ve bir de roman nasıl oluştu? Nasıl bir yazar Esra Kahya? Nasıl yazıyor? Metni nasıl oluşturur, hangi süzgeçlerden ve süreçlerden geçirir?
Esra Kahya: Esra Kahya arayan bir yazar, desem sanırım yanlış olmaz. Yazarken evvela kendimi arıyorum. Sakladıklarımı bulup çıkarmak, içimi eşelemek, görüp de istiflediklerim arasından metinle akraba olanları çekmek, anıları kurcalamak, hayal dünyasını da bütün bunlarla harmanlamak uzun bir arayış gerektiriyor. Bunları yaparken işin özünde aradığım şey aslında benim. Onun peşi sıra da kelimeler. Bulduğumu doğru kelimelerle, okurun da beni anlayacağı şekilde sunmayı arıyorum.
İlk cümlenin kutsiyetine inanan yazarlardanım ben. Bir cümlenin peşinden koşup onun hatrına cebimdeki tüm cümleleri harcayabilirim. O nedenle “nasıl yazıyor?” sorusunun yanıtında ilk cümle anılmalıydı. O sihirli cümle kâğıda düştükten sonra da arkası geliyor. Hayattan, günlük rutinlerimden hiç kopmadan, bazen ocakta yemek pişerken bazen teneffüs zili çalmak üzereyken ya da boş derste, her durumda yazabiliyorum. Mekândan, sesten, kokudan sıyrılıp yazmak zor olmuyor mu, derseniz metnin içinde olduğum zamanlarda dışarıyı anlamak beni yoruyor asıl. “Masam olsun, sessizlik olsun, gün çekilsin, müzik başlasın…” gibi beni sınırlayan ritüellerim yok.
Bir metni oluştururken en büyük yardımcım ilk cümle. O kendi öyküsünü buluyor, ben sadece yardımcı oluyorum ona. Hazır bir kurguyla metnin başına oturmuyorum. Bu kelimelerimi özgür kılıyor. Genellikle metin bitmeden başından kalkmıyorum. Metnin çatısı ortaya çıkınca işin matematiğine dönmek, dil kuralları açısından incelemek, aktarımdaki tökezlemeleri görmek daha kolay oluyor. Son okumayı yaparken metinle aramızdaki bağ da yavaş yavaş kopuyor. Onun artık benden çıktığını kabullenip ilk okurlarımın birinden gelecek cevabın heyecanıyla bekliyorum.
Üzeyir Karahasanoğlu: Odağımıza 2021 Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Ödülü’ne layık görülen “Kambur” adlı romanınızı alalım. Dosyanızı ödüle gönderme düşüncesi nasıl oluştu? Ödüle istinaden mi yazıldı ve ödülü kazanmayı bekliyor muydunuz?
Üzeyir Karahasanoğlu: Ödüller demişken andığımız birinciliğinizin yanı sıra 2020’de MEB Hasan Ali Yücel Öğretmenler Arası Öykü Yarışması’nda Türkiye ikincisi, Luna Yayınları’nın düzenlediği öykü yarışmasında birinciliğiniz var. Gelgelelim Türkiye’de ödüller hep “acaba”larla anılır, olumsuz bakanlar azımsanmayacak bir çoğunluktadır. Seçici kurullarda filanca kişilerin adları hep konuşulur. Ödüllü bir yazar olarak sizin ödüllere bakışınızı da merak ediyorum doğrusu?
Esra Kahya: Meslekte on yedinci yılını çalışan bir öğretmen olarak en büyük iki silahım sevgi ve ödüldür. Bu ikisi ile neler başarabildiğimi geriye dönüp baktığımda hep yanımda olan yüzlerce öğrencimden biliyorum. İnsanız, yaptığımız işlerle fark edilmek, değer görmek, övülmek istiyoruz. Maddi ya da manevi bir ölçütle, herhangi menfaat ya da liyakat gösterilmeden salt ben olduğum için, emeğim söz konusu olduğu için yaptığım bir işte ödüllendirilmek beni mutlu eder. Adil olduğu sürece ödül neden olmasın ki? Özellikle kendi kabuğuna sıkışmış olanların kabuğunu kırmada büyük bir motivasyondur bence.
Üzeyir Karahasanoğlu: Kambur beş bölümden oluşuyor. İlkinde Acibe’nin gözünden görüyoruz dünyayı. Sonra Nazenin’in… Üçüncü bölümde alıcısı, göndericisi değişen mektupları okuyoruz. Dördüncü bölümdeyse Müsemma’nın gizli güncesini. Düğümlerin çözüldüğü son bölümdeyse önce Nazenin’in, sonra Müsaemma’nın, derken Acibe’nin gözünden kısa kısa bakıyoruz. Dolayısıyla çoklu anlatıyla çatmışsın Kambur’u. Farklı bakış açılarının kattığı zenginlik iki koca bölümde mektup ve günce türleriyle çoğalmış. Hâliyle yeniliklere, farklılıklara, biraz da olayların sürüklediği yere gitmeye gönüllü bir tutumu var sanki Esra Kahya’nın. Tüm bunların sonunda etkileyici kurgusu, merak unsurunu hiç düşürmeyen atmosferiyle okurların beğendiği bir roman çıkmış ortaya. Bunda okurun özellikle üç kadın karakterini iç hesaplaşmalarıyla, ahlarıyla, küçük hesaplarıyla görmesi de etkili. Ne dersin?
Esra Kahya: Evet, Kambur tür ve anlatıcı olarak zengin bir roman. Çeşitliliği seviyorum. Özellikle günümüzde teknolojinin de doğal bir sonucu olarak unuttuğumuz mektupları hatırlamak, hatırlatmak istedim okura. Mektup yazarken ya da mektuba cevap beklerken yaşanan o heyecanı kelimelerin tarifi güç ama bir nevi vefa borcuydu bu. Şiirlere de yer verdim çünkü her yazarın beslenme çantasında şiirler olması gerektiği kanısındayım. Kelimelerin ahengini sağlamada, kurgu dilinin monotonluktan kurtulmasında şiirsel dilin, kelime oyunlarının gücüne inanıyorum. Bu yaklaşımla kurguladım Kambur’u. Karakterin iç hesaplaşmaları, öfkeleri, pişmanlıkları ve sırları vardı. İlahi bir bakış açısının onların her birini anlatırken duygu bakımından yetersiz kalacağını düşünerek hepsine ayrı ayrı söz verdim. Yaşamayan bilemezdi, onlar da yaşadıklarını kendileri anlatsın istedim. Dilim/dilimiz döndüğünce.
Üzeyir Karahasanoğlu: Birinci bölümün sonunda Acibe kendi kendine şöyle diyor: “Ben sonumun kelimelerden geleceğini de hissetmiştim. Yazdıkça içimin kirini, zehrini attım.” Sanki burada Esra Kahya içinden geçirdiklerini Acibe’nin kulağına fısıldamış. Böyleyse yazmak şifa mıdır?
Esra Kahya: Bu cümle ile Acibe’ye fısıldamaktan öte, metnin içine kurulup oturmuşum. Onun yaratımcısı olarak hak buldum belki de bunu söylemeye. Zira tam olarak böyle düşünüyorum. Sonumun kelimelerden geleceğini hissediyorum ama bu son her şeyin bitişi değil elbette. Nazan Bekiroğlu’nun bir sözü vardır. “Bitti denilen yerden başlar, şairin yolculuğu.” Benimki de bu hesap. Bitti dediğim anda yeni bir yolculuğa çıkıyorum. Bu bitişleri her şeye yormak mümkün. Biten bir gün, biten bir telaş, biten bir sayfa… Hep yenilerine açılan bir kapı aslında. Bitişler, başlangıçlara gebe olduğu sürece söylenecek sözüm var. İşte tam da bu nedenle şifadır yazmak. Onanmaktır, gönenmektir ve dirilmektir. Yazamayacağına kendini ikna eden ama gördüklerinden ötürü tutup kalemini yontan, hatta kalemini öpüp tekrar yazmaya başlayan yazara da selam olsun. Ben onun gibi yazmasam deli olmazdım belki ama yazmasam çürürdüm. İçsel bir çürümek bu. Yaşama dair tüm zevklerden, evvela kendimden uzaklaşarak olmadığım bir “ben”e dönüşmek.
Üzeyir Karahasanoğlu: Kambur’da aşka doyabilen yok. Yarım, eksik, tek taraflı aşklar… Böyle bir izleği mi var yazarın? Aşk tamamlanamaz mı?
Üzeyir Karahasanoğlu: Kambur, Acibe’de bir bedensel eğrilik ama diğerlerinde farklı biçimlerde mevcut. İnsanların türlü çeşitli kamburları var oldukça Esra Kahya’yı farklı eserlerle görmeyi sürdürürüz diye umuyorum. Tezgâhta var mı yeni şeyler? Verelim mi müjdeli bir haber?
Esra Kahya: Kambur Acibe’nin bedensel eğriliğinden adını almış olsa da romanın bütününde tüm karakterlerin belini büken, gönlünü yoran kamburlarının olduğunu görüyoruz. Kitabın dışına çıkıp gerçek hayata şöyle bir baktığımızda hepimizin kamburlarının olduğunu söylememiz de mümkün. Sadece bu kamburlara istinaden bile yazmayı sürdürebilirim ancak yolumda sadece onlar olmayacaktır, diye düşünüyorum. Bunca ağırlığın altında ezilen ruhlarımızın gülmeye de ihtiyacı var. O nedenle mizahi kurmacalar çalışıyorum arada. Ya da polisiye, büyülü gerçeklik… Edebiyat sonsuz kurguya, duyguya, aktarıma müsaitken hepsinin tadına bakmak isteğim arsızlıktan değil. Pişmek için ateşteyim ve geniş bir tencere var. Güzel lezzetlere ulaşmanın yolu da denemekten geçiyor. Tezgâhta yeni şeyler var. Tezgâha düşmeyip zihnimde kımıldayanlar da var. Hepsinden önemlisi buna inancım var. Luna Yayınları’nın düzenlemiş olduğu öykü yarışmasının ödülü olan kitap projesi en yakın müjde olabilir. Bir novella ya da öykü kitabı kapıda.
Üzeyir Karahasanoğlu: Nice kitabınla buluşmak dileğiyle Esra Kahya.
Esra Kahya: Bu keyifli sohbet için teşekkür ederim. Dilerim anlatabilmişimdir. Zira anlaşılmamak en büyük ceza.
ESRA KAHYA
23 Ağustos 1982’de Kastamonu- Taşköprü’de dünyaya geldim. İlk, orta ve lise öğrenimimi sarımsak kokulu bu ilçede tamamladım. Gazi Üniversitesi Türkçe öğretmenliğinden mezun olduktan sonra Bitlis-Adilcevaz’a Türkçe öğretmeni olarak atandım. Orada üç yıl görev yaptım ve hâlâ yaşamımı sürdürdüğüm Zonguldak’a tayinim çıktı. On beş yıllık bir Türkçe öğretmeniyim. Görevimi aşkla yapıyor, öğrencilerimi çok seviyorum. Evliyim ve bir güzel erkek çocuğuna anneyim.
Okuma tutkum hep vardı ama alışkanlık haline gelmesi altıncı sınıfın ilk dönemlerine rastlar. İlçe halk kütüphanesini keşfim ve en çok da Muazzez Tahsin Berkant, Kerime Nadir, Hüseyin Rahmi Gürpınar ile kurduğum dostluklar bana bambaşka dünyanın kapılarını açan ilk anahtarlar olmuştur. Matematik öğretmenim dersini dinlemeyip gizli gizli kitap okuduğum için beni okuduğum kitapla dövünce de matematiğe sırt çevirip kitaplara döndüm yüzümü. Ondan sonra da iflah olmadım.
Hep iyi bir okur idim. Ekran karşısında pinekleyip o kirliliğe maruz kalmamak için Anadolu Üniversitesi’nde edebiyat okumaya karar verdim. Benim için edebi bir meşgale olur diye düşündüm. Şu an son sınıftayım. Sınıfımdaki bir Afgan öğrenciye Türkçe öğretmeye çalışırken yaşadığım güçlükler nedeniyle de işin ilmini öğrenmek istedim. Bartın Üniversitesi’nde yabancılara Türkçe öğretimi alanında yüksek lisansa başladım. Şimdi tezimi hazırlamaktayım.
Yazmaya meylim hep vardı aslında ama kendime yazardım ben. Lisede edebiyat öğretmenim bunu sezmiş olacak ki tüm yarışmalara katılmamı sağladı ve il-ilçe genelinde katıldığım her yarışmadan ödülle döndüm. Öğretmenlik hayatımda da Adilcevaz’da düzenlenen şiir yarışmalarında üç sene derece aldım. Sonra bir şey oldu ve yazmayı bıraktım. Kimsenin okumayacağı yerlere yazmaya başladım. Rahatlamak, kaçmak, sığınmak için bir araçtı yazmak benim için. Yazdıkça mutlu oluyordum ve bu bana yetiyordu.
Milli Eğitim Bakanlığının düzenlediği Hasan Âli Yücel Öğretmenler Arası Öykü Yarışması’nda Türkiye ikincisi olunca ‘kendime yazmak kuyusundan’ çıkmam gerektiğini, okundukça daha çok kaçabileceğimi hissettim. Ve sonra devamı Kambur’la geldi. Ondan sonrasında da çeşitli dijital platformlarda ve dergilerde öykülerim yayımlandı, yayımlanmaya da devam ediyor. Bu hususta İshak Edebiyat’ın altını özellikle çiziyorum ki elimden tuttular, bana her anlamda destek ve iyi bir okul oldular. Yazılı basında da şehrimin dergisi Altıyedi sürecin en başından beri beni yalnız bırakmadı ve bu destek beni güçlü kıldı.