Çocukluğun
arkadaşlığın
aşkın öyküsü
“Gelecekten çok, yaşadıklarımız önemliydi. Yaşadığımız her an, bir anı olsun istiyorduk. Biz oradaydık, vardık, önemliydik.”
ANKARA, MON AMOUR!
“Mon amour” aşkım, sevgilim anlamlarına gelen Fransızca bir kelime grubu. Ankara ile yan yana durduklarında çok yakıştıkları kesin. Hele bir kitap kapağında, kırmızı ve kalın puntoyla yazıldığında.
Şükran Yiğit’in yazdığı, İletişim Yayınlarından çıkan “Ankara, Mon Amour” arka plana darbe yıllarının Ankara’sını alarak okuru geçmişe doğru hüzünlü bir yolculuğa çıkaran çocukluk, arkadaşlık, aşk üzerine yazılmış bir roman. Anıların uykusundan uyandırıldığı, karşı koyulmaz bu yolculukta okur; bilindik sokaklarda, tanıdık insanlara rast gelip de selamlaşıyor gibi. Samimi, sıcak, olağan. Çok bizden, içimizden…
“60’lı yılların sonları, Ankara…” cümlesi ile başlıyor roman. İlk bölümde, kahramanlardan biri olan Suna’nın ağzından dinliyoruz olanı biteni. 69 yazında ve öncesinde yaşananlar bu bölümde anlatılıyor, kurgunun taşları ince ince döşeniyor. Suna; tipik bir mahallede gazoz kapaklarıyla, kitaplar ve oyunlarla vakit geçiren, hafiye edasıyla etrafında olup biteni anlamlandırmaya çalışan bir çocuk. Ağır bir hastalık atlattığı için sokaktan bir süre uzak kalmak zorunda. Yine oyunsuz kaldığı günlerin birinde sokağa çıkamayan Suna, yaşadığı çatışmayı, her şeyden uzak kalışını, “Alnım cama dayalı, can sıkıntısı ömür boyu.” diyerek ifade eden; hastaneden eve döndüğünde “Uzun bir yolculuktan dönmüş gibiydim,” diyebilen bir karakter. Bunları duyan okur da Suna için “Büyümüş de küçülmüş sanki,” demekten kendini alamıyor. Onun bu halleri okuru kurguya, Ankara’daki o mahalleye çekmekte etkili. Suna merkezli başlayan hikâyede bir çocuk karakterin iyi kurgulandığında okur üzerinde ne kadar tesirli olduğunu da görüyoruz.
Baskın bir anne, yurt dışından gelen bir dayı, işinde gücünde bir baba ve mesafeli bir abladan mütevellit evleri, karşıdaki bahçeli eve Gülay Hanım ve kızı Emel’in taşınmasıyla hareketleniyor.
Gülay Hanım’ı gören Suna’nın dayısı Ömer, “Mahalleye dün gece Katrin Denüv taşındı be abla, ne güzel kadın o,” diyerek kurgunun gidişatı ile ilgili okura göz kırpmış oluyor.
İlk bölümde mahalleye yeni taşınan Suna ve Emel’in dostluğunun nasıl başladığına çocuk gözüyle tanık oluyoruz. Onların ilişkisi boy verirken arkada yaşayan bir Ankara var. Gençlik Parkı, Zümrüt Pastanesi, çocukların yanında fısıltıyla konuşulan darbenin izleri, mahalle dedikoduları, Akman Pastanesi, Alemdar Sineması, ODTÜ, komşuluğun o güzel- çocuk emanet edilecek kadar güzel- zamanları… Ankara sayfalar boyunca akarken okur, bir gölge gibi işlenmiş aşka da tanık oluyor. Sahiden “Mon Amour.”
Üçüncü ve son bölümde aktarıcı Ömer. Darbeyi, öğrenci hareketlerini, dostluğu, bütün koşuşturmaları sıyırıp aşkı anlatıyor. Okur, daha önceki bölümlerde kulaktan dolma bir aşka tanık olurken bu bölümde bizzat Ömer’den dinliyor “…ya öyle mi, bu film bizim için oynamıyor demek” dedirten, yıllarca taşınan, saklanan, korunan bu aşkı dinleyen okur, artık nesnel zamana geçmiş durumda. Okurun aklındaki bütün soruların yanıt bulduğu, suların durulduğu, hüznün dirildiği ve nihayete erdiği bölüm. Kitap bittiğinde, 68 gençlik hareketinin ve 80 darbesinin gölgesinde Türkiye tarihinde derin izler bırakan bu iki olay, bu kurguda olması gerektiği kadar var çünkü kurgunun temelini darbeler oluşturmuyor.
Kitap, üç ana başlık altında alt başlıklara ayrılıyor. “Kızılay’da Bir Öğle Vakti” adlı bölümde yazar, Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Öğle Vakti” ne göz kırpıyor. Metinlerarasılık bakımından da zengin bir kitap. Ayşegül serisi, Arzın Merkezine Seyahat, İki Sene Mektep Tatili gibi eski dostları görmek sevindirici. Bunlar dışında dönem filmleri ve sanatçıları da pek çok yerde anılmış. Vesikalı Yârim, Dr. Jivago, Ümit Yaşar Oğuzcan şiirlerinden mısralar, Köprüaltı Çocukları, Grundrisse, Tristram Shandy, Bob Dylon, Leo Buscaglia, Paul Mauriat orkestrası gibi birçok şiir/kitap/film göndermesini kitapta görmek mümkün. Meraklı okuru araştırmaya itecek bu isimlerin/şeylerin olması okur-metin yakınlaşmasında da önemli bir rol oynuyor.
sabahtan öğlene bir yağmurla değişiveren dünyaları, ikindi sessizliklerini, mavi ODTÜ otobüslerini, yirmi yaşında olmayı, tiril tiril yeşil elbiseler giyen bir hayali, en zor geçen o ilk altı ayı, Ankara Garı’nı…. Gözlerini kapat ve seyret!” Öylesine canlı her şey.
Yazarın dili kullanmadaki hüneri, altı çizilebilecek pek çok cümlede karşımıza çıkıyor. Kelime oyunları, uzun cümlelerdeki mana ve estetik, kısa cümlelerdeki şiirsellik ve ritimle belli bir ahenk yakalamış yazar. Bu dil işçiliği, akıcı kurguyla birleşip arkasına da Ankara’yı alınca kolay okunan ve zihinde tat bırakan bir kitap çıkmış ortaya. Geçmişe şöyle bir bakıp geleyim, diyenlere iyi gelecektir şüphesiz.
Kitabı; dönem romanı, toplum gerçekçi, aşk romanı gibi herhangi bir sınıflandırmaya dahil etmiyorum. Belki hepsinden biraz var. Ya da çok. Ama ben sadece diyorum ki “Bu enfes bir Ankara romanı.” Adından da belli değil mi?
Ankara, Mon Amour!
Ankara, sevgilim!