BİR KAPININ EŞİĞİ ONUNCU AY
Ayla Burçin Kahraman, İthaki Yayınlarından çıkan ilk kitabı “Onuncu Ay” ile okuru selamlıyor. Bir kapının eşiği, doğmanın zamanı, yeni bir dünyanın eşiği, tam zamanı: “Onuncu Ay”
“Bağırmak isteyip bağıramadı yine. Kimseler bilmiyordu, bilmeyecekti.” (s. 87)
Kitaba adını veren öyküden alınan bu iki cümle kitaptaki bütün karakterin dudağından dökülmeye müsait. Hepsinin ortak sesi olabilecek kadar güçlü. On yedi öykü boyunca kahramanların sustuğu, sakladığı, örttüğü ne varsa yine onların çığlığıyla, onların sesinden duymak mümkün. Kulağında kitap insanlarının sesiyle sayfalar boyunca gerçeğin kıyısında yürüyen okur, “Neler olmuş da haberim yokmuş,” demekten kendini alamıyor. Dostoyevski’nin, “Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek, tam manasıyla bir hastalık,” derken hissettiğine benzer, rahatsız edici ancak karşı koyamadığı bir hisle sarsılıyor. Öykülerdeki realizm, okuru görmezden gelemeyeceği olaylara çekerken ona da anın tadını çıkarmak kalıyor.
Kitap boyunca bütün öykülerin odak noktası giz. Göründüğü gibi olmayan şeyler. “Durup düşündünüz mü?” dedirten haller, olaylar, hisler silsilesi. Gündelik yaşamdaki insanların, olayların, hallerin üzerinde bir örtü var. Bakınca altını göremediğimiz, bazen bile isteye görmek istemediğimiz, bazen de sahiden saklanan gerçek hikâyeler. İşte yazar bu hikâyeleri hayal gücüyle harmanlayıp okura sunuyor. Bunu bazen eylemle yapıyor. Gaip’teki Hurinur mesela. Kaybolan kocası Necati’yi arıyor. Kederli olmasına rağmen umutlu da. Oysa durum hiç de dışarıdan görüldüğü gibi değil. Komşusunun ona bakınca gördüğü aciz bir kadın mı Hurinur? Kim bilir? İşte bu noktada yazar giriyor devreye. Okura, “Aç gözünü,” derken pek de haksız değil. Yazlık bir sitede ipten çalınan çamaşırlara ne olduğunu bilmek için de deniz havası soluyup şöyle bir camdan bakmak yeterli olmayacak. Yazarın gözleri olmadan çamaşırlara ne olduğunu bilmeyi bırak öyle bir gizin olabileceğine ihtimal bile yok. Öğrenince de gülümsemekten geri durmayacaktır okur, “Şeytanın aklına gelir miydi?”
Bazen bu durum kahramanın bilincine sızarak yapıyor. Bir anne bebeğini neden sevmez ki? Ya da hamile bir kadın ne diye kurtulmak ister? Yolun kenarında tekerlekli sandalyede dünyadan bihaber Ömer. Ablası Zehra on altı yıldır Ömer’i sırtlanmış. Karşıdan kamyon geliyor. Zehra’nın zihni ne düşünüyor tam da bu anda? Ne var örtünün altında? Nedim’in sahnedeki dansözle derdinin ne olduğunu sadece gördüğüyle, duyduğuyla bilemez ki okur, Nedim’in zihnini eşelemedikçe.
İşte yazar tam da bu anda, elindeki aynayı sokağın sıradan insanlarına çeviriyor. Ayna, iki dünya arasındaki sırlı zemin. Okur kendi dünyası dışında olup bitenlerin nedenlerini öğrenince birçok duyguyu aynı anda yaşarken buluyor kendini. Şaşkınlık, hüzün, tebessüm… “Aynı ben,” dedirten benzer haller. “Bu kadarı da olmaz,” serzenişi. Ya da “Eyvah eyvah…” Bir şekilde öykülere dahil oluyor. Çünkü yazar tarlasının toprağını gerçeklerden almış. Okuyan da bu toprakta, benzer evreninin içinde yürürken olaylara farklı açılardan bakma fırsatı buluyor. Tam da Aristo’nun dediği gibi, “Görünmeyenleri anlamak için görünenlere bakmak gerek.”
“Gül Açımında” adlı öykü İshak Edebiyat’a ithaf edilmiş. Öykü kahramanı Cemal, itilmeye, ezilmeye layık bulunan etrafımızdaki yüzlercesinden biri. Onu gül açımında mezarlığa götüren bir sebep var elbette. Gül kokusu ile günah arasında ve Madam’ın kadife kahkahası ile Cemal’in anasının ilençli ağlaması arasında bir ilişki de. Finale gelindiğinde tüm bunları öğrenmiş olmanın ağırlığıyla hüznün içinde kalmak yerine çocukça bir heves hissediliyor. Ele yüze bulaşan bir dramdan ziyade bir denge. Dizginlenmiş acı. Frenlenmiş duygular.
“Ellerini yumuşak toprağa daldırdı Cemal. Serin bir rüzgâr gül fidesinin yapraklarını hışırdattı. Bir saksağan öttü yakınlarda, bir ishak kuşu havalandı.
(…) Hava iyice kararmıştı. Elini çabuk tutmalıydı. Birazdan açık havada Filiz Akın oynayacaktı. Hem daha Metin ona gazozla leblebi ısmarlayacaktı.”
Yazarın aktarımındaki akıcılık, özenli kelime seçimleri, dile hakimiyeti de okura muazzam bir zeminde okuma fırsatı sunuyor. İncelikle işlenmiş bir dil yazar-okur arasındaki ilk eşiğin geçilmesini sağlıyor. Öykülerdeki içtenlik, sahicilik ve çatışmalar rastgele seçilmekten uzak. Yazarın özellikle yapmak istediği şey derindeki krizi okurun görmesini sağlamak. Bunu da okurun katılımıyla hem de okura sezdiremeden öyle güzel yapıyor ki okur finale gelip her şeyi öğrendiğinde eline tutuşturulan büyütecin nereden geldiğini, baktığı aynayı oraya kimin koyduğunu fark edemiyor bile. Finaller ise okurla yazar arasında bir bağ. Çünkü yazar kapıyı hep aralık bırakıyor. Okur görmek isterse kafasını içeri uzatması kâfi.
Kitap bittiğinde yazarın anlatmak gayesinden öte, insanı anlamayı önemsediğini görüyoruz. Anlatmanın, aktarmanın, yazı elçiliğinin birinci vazifesi anlamak değil midir? Hem elinde aynası olan yazardan başka ne beklenebilir?