“Çizgide Bir Kukla” Borges’in cümlesine atıfla başlıyor
“Yeryüzündeki bütün aynaları gördüm, hiçbiri beni yansıtmıyordu.”
Okur, daha ilk öyküde yazarın neden bu cümleyle giriş yaptığını anlıyor. Bireyin iç dünyasında yaşananları dert edinen, görünmeyeni görmek/göstermek isteyen yazar; Borges’i yansıtmayan aynaları, kahramanlarına tutuyor. İçte olan karadır, karanlıktır. Aynanın yansıttığı da gördüğü kadar olacaktır. Karanlık bir aynada yol bulmak için de bir ışığa/kelimelerin ışığına ihtiyaç vardır ki bu noktada yazar giriyor devreye. Kahramanların saklı tuttuğu ne varsa bir bir ortaya döküyor. On iki öykü boyunca anlatılanlar da işte bu karanlıkta sıkışıp kalanlar. Gelin yazarın aynasına şöyle bir bakalım.
“Bu oğlan okuyup kurtaracak seni valla,” dedikleri Fiko. Nasıl falcı oldu mesela? Hem fincana bakmadan söylediği atlar, muratlar, karnı yarılmış balıklar… Bunları kendi uydurmadı ki. Evvela anneden öğrenirmiş çocuk. Artık ne öğrendiyse. Hem belli mi olur, üstündeki gömleğe göre de değişebilir insan. Aslı hangisi ya da sureti? “Gömlek Değişimi”nde. Ve bir de gönderme, Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’ine, “… hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin.” (s.27)
Bir babayı saksıya dikmek? Mümkün olsaydı eğer tüm babalar çiçek açardı. Doktorlar bir babayı yatağa dikmeseydi, bir anne dünyaya refakatçi olarak gönderilmez, yazgısına razı gelmezdi. Çizgide bir kukla gibi ekranın ritmiyle nefes almaz, kısa/kesik, “Uzun Düz Çizgiler”i de takip etmezdi. Babaları saksıya dikmek, uzun/düz/yeşil çizgileri hiç görmemekti.
A, bu Kemal Koton değil mi? Onu bir yerden gözümüz ısırıyor. Bir Metin Nart karakterini metinlerarasılığın nimetlerinden faydalanarak derin göndermeyle karşımızda bulmak fevkalade güzel. “Yeşil Mürekkep” ile mektuplar kaleme alan, yazdığı mektuplarla okurunun gönlünü hoş tutan Yazar Kemal Koton’un bunca eziyete neden katlandığını okura gösteren yine ayna. Yoksa bir yazarın bütün bunları neden yaptığı muamma.
“Çatıdaki Delik” altına kova koymayla kapanır mı? Bir anne, iki kızı. Baba yok. Delik de ondan zaten. Anlatıcı Feryal. Kova yetiştiremez olmuş artık, bunalmış, boğulmuş. “Taşınalım,” dese de annesine, o da biliyor. Çatıdaki Delik, nereye giderlerse onlarla gelecek. Nedenini annesine sormalı ya da aynaya.
Balıkçı Nahit’in oğlu Ali, arakladığı çakmakla sigarasını yakarken karşısındaki çerçeveden ona bakan iki çift göz gördüğünde gülümseyip geçemediyse eğer, aynanın göstereceği çok şey var demektir. Kız kardeşine verdiği sözü tutamadıysa, “onun yerine/ o gün/ orada” olamadıysa “Yazgısını Bekleyen Balık” gibi kalıverir fotoğrafın ortasında.
Bir gün gazetenin üçüncü sayfasında “Çok mu yalnızsınız? Yalnızlar Geçidi’ni arayın” şeklinde bir ilan gören yaşlı bir adam olsanız, elbette siz de Rasim Bey gibi telefonun başında alırdınız soluğu. Karşıdan gelen ses, “Alo Buyrun Yalnızlar Geçidi,” dediğinde sahiden doğru yerde olduğunuza inanır, hayatın pek de fena bir şey olmadığına ikna olurdunuz. Hastane randevunuzu unutacak kadar çok dalardınız mesela yaşamaya. Ya sonra?
Bizi kaygıya düşüren durumlarla ve kişilerle yüzleşmek pek de kolay değil. Hele takıntılarımız da varsa hayat iyiden iyiye zorlaşır. Her şey sorun çıkarmak için tetikte bekler. Bazen bir “Maydanoz” bile. Ayna en dibe indiğinde her şeyin asıl sebebi ayan beyan göründüğünde yani, Ayşegül pek de haksız değil. Sanki?
“Piyanist Şantörün Ölmeden Evvel Ölümü” başlığı olacaklar hakkında ipucu verse de satır aralarında durum bambaşka bir hal alır. Memduh Kutlu’nun dahice planı okur için sadece okunan bir metin olmaktan öteye giderek yazınsal bir sinema canlılığına bürününce ayna da okur ile piyanist arasında sallanır durur. Bir cd, sandalyeler, yanar dönerli bir ceket ve piyanoda o beste… Okur da orada, sandalyelerin birinde.
Ihlamur kokulu bir bahçede unutulanlar var. Evlere sığmayanlar. Ömür adayıp da vefa bulamayanlar. “Şeker Anne” gibi. Adını huzurdan alan bir evde, pencere önlerine kavanoz kavanoz reçel dizen, Ayten Alpman’dan daha güzel Şeker Anne. Neden orada sahi? Yamaç’ın babası biliyor. Ayna da.
Aynı kanı taşımak yetmez bazen. Bazen bir kardeş kambur olur. Soğuk olur. Ayaz olur. Üşütür. “İki Yabancı” Arabadaki iki kadın birbirine yabancı. Bilindik bir mevzunun buraya kadar gelişine şaşırabilir okur. Ayna bu, ne göstereceği yazarın hüneri.
Biraz üstkurmaca, biraz metinlerarasılık, bir miktar yazar depresyonu ve işte Aziz Bey. Yazdığı öykü reddedilen, yazamama buhranlarında kurgu arayan, bunalan Aziz Bey… “Aziz’in Hikayesi” sadece onun olamayacak kadar tanıdık gelecektir, eli kalem tutanlara.
On iki öykü boyunca yazar sadece kahramanlarına ayna tutmakla kalmıyor. Öykülerdeki dil ve aktarım da dikkat çekici. Okuru metne dahil eden, etkileşimli bir dil kullanmasının yanında dilin inceliklerini kusursuzca işlemesi, aktarımın gücü/kesintiye uğramadan devam etmesi bakımından da tatmin edici. Tıpkı öyküsünde dediği gibi “Kısa, kesik, uzun, kesik” cümleler. Ritmi olan, devrilen, toparlanan cümleler ile öykülerde zamana zaman yükselen zamana zaman durgun seyreden bir dil/duygu atmosferi kuruyor.
Küçük insan merkezli öykü evreninde bu ritim sayesinde kahramanların sesini duymak, mekânı yakalamak, öyküye girmek mümkün. Bazen bir dondurmacının rengarenk şemsiyesinin altında, bazen bir kahve fincanında, bazen bir hastanede monitörde. Ya da yeşil mürekkep arayan yazarın sokağı arşınlayan adımlarında, kalbini saran umutta. Kovanın dibinde biriken suda belki. Fotoğraftaki balığın gözlerinde, salatanın maydanozunda, kaldırıma düşüp kırılan reçel kavanozunun içinde. Ses; camdan fırlatılan öykünün satırları arasında…
Güçlü, akılda kalıcı kahramanlar kurgulamak zordur. Bu noktada yazarın hakkını yememek gerek. Kitap bittikten sonra, okurun zihnine sızacak karakterler oluşturuyor. Bir Memduh Kutlu mesela, nerede görsem tanırım ben artık. Ya da Rasim amca, Ayşegül… Farklı yaş ve cinsiyetlerde karakterleri merkeze aldığı için öyküler de tek düzelikten uzak, herkese hitap edebilen bir form kazanıyor. Hayatın doğal akışında, her yerde görebileceğimiz insanlara “Hiç tahmin etmezdim,” cephesinden baktırırken kahramanların yaşadığı çatışmalar da kurgunun yanında bir gölge gibi veriliyor. Aktarımın doğal seyrinde okura geçen bir gölge. Öyle ki sürpriz finallerdeki şaşkınlık anından sonra durup düşünen okur, çatışmaları/aynanın gösterdiklerini hatırlayınca hazla gülümsüyor.
Borges baktığı hiçbir aynada kendini göremedi. Hiçbiri ona kendini yansıtmadı. Çünkü bakan yine Borges’ti. İnsan bazen içinde olanı göremez/görmez, belki de karanlığı aralayıp bakmak işine gelmez. İşte tam da bu noktada Dostoyevski imdada yetişir, “İnsanın doğası, insanın aynasıdır. Hem de ne ayna.” der. Yazarın yaptığı da bu. Kendini göremeyen insana/insanı göremeyen insana çevirdiği aynada gördüklerini şahsına münhasır bir üslupla anlatıyor Vildan Külahlı Tanış. Ve sağlam bir ilk kitap çıkıyor. “Çizgide Bir Kukla”
Ne yaptığını bilen bir kalem. Uzun yıllar birikenlerin güçlü aktarımı. İddialı bir ilk kitap. İlgililere…