“Kele anam bacım”
Köhne’den Mamak gecekondularına, üç kuşağın dolambaçlı yollarında bir roman
KÖHNE
Ethem Baran, edebiyatımızda “taşra” deyince ilk akla gelen isimlerden. Kendisi bu konuda, “Edebiyatın tek bir mekânı vardır, o da dil. Ben onun taşrasına düşmekten korkarım. Taşra bir sınırlama anlamında kullanıldığında ben orada yokum,” diyerek insanların dertlerine eğilen her yazarın aslında taşrayla yüz yüze geldiğini, merkezdeki insanın içinde de taşra yattığını vurgular.* Haksız da sayılmaz aslında, her yer birbirine benziyor ve her insanın bir yanı taşra.
“Köhne” için de “taşra romanı” diyenler çıkacaktır elbet. Kurgusal bir kasaba olan Köhne etrafında başlayıp Ankara’nın gecekondu mahallelerine uzanan roman; kahramanları, mekânları, arka planı ile yüzünü taşraya dönmüştür. Hem de Başkent’in göbeğinde. Çünkü Ethem Baran için taşra haritada bir nokta değil insanın içinde bir kuytu, bir köhne yandır.
Köhne, Tıpkı Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı unutulmaz romanında olduğu gibi zengin bir karakter dünyasına sahiptir. Öyle ki bu karakterler arasındaki ilişki ince ince işlenir, ağlar genişler. Bahsi geçen eserde olduğu gibi bir kasaba etrafında yaşayan insanların üç kuşak evvelini zamanda sıçramalarla okura sunar. Marquez, “Her roman karakteri, şahsen tanıdığın, hakkında bir şeyler duyduğun, okuduğun kişilerden oluşan bir kolajdır,” der. Ethem Baran’ın Köhnesi’nde de karakterler hayatın içinden, kıyıda köşede, ille bir yerlerde gördüğümüz-tanıdığımız canlı kanlı karakterler. Kaldı ki Ethem Baran karakterleriyle oynamayı seven, kitap bitse de onlarla bağını koparmayan bir yazar. Küp Hüseyin’i “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı” ndan alıp “Bulut Bulut Üstüne ile Döngel Dünya” ya konuk eder. Foto Şeyda’yı da Dönüşsüz Yolculuklar Kitabında unutmaz, “Evlerimiz Poyraza Bakar” da yeniden okur karşısına çıkarır. Karakterleriyle bunca sıkı bir bağı olan yazarın bu romanda da “karakterlerarasılık” yapması okuru şaşırtmayacaktır. “Emanet Gölgeler Defteri”ndeki Nail Çavuş ile Ankara’ya okumaya giden Yağız’a bu romanda birer geçmiş yazan Baran, hem okurun hem de karakterlerinin gönlünü okşar.
Şen Bakkal’ın sahibi hovarda Feramuz ile başlayan roman, Selver ve Kumru ekseninde daha geniş bir atmosfere yayılırken sahiden kalabalık bir şahıs kadrosu ile karşı karşıya kalırız. Bahsi geçen çoğu karakter, roman boyunca bir sebeple daha okuru selamlayacaktır. Yazar bazı olayları, farklı yer-zaman-durumlarda yinelemekten beis görmez. Kaderci bir sarmalın içindeki karakterler benzer yaşamlar sürmektedir. Üç bölümden oluşan romanın nirvanaya ulaştığı, karakterlerin Marquez romanını kıskandıracak çoklukta cirit attığı asıl sahne, ikinci bölümdür. Yürüyemeyen Eşref’e şifa olsun diye tosbağa peşine düşen okur; roman insanlarının üç kuşak evvelinden başlayan hikâyelerine daldıkça karakterler arasındaki bağlar da hünerbaz bir aktarımla iyice netleşir. Öyle ki bu hünerli dil; Anadolu’nun bağrında yunmuş yıkanmış, unutulmaya yüz tutmuş türlü deyiş ve kelimeyi de beraberinde getirir. Halk edebiyatının tertemiz söyleyişlerini günümüz edebiyatıyla ustaca harmanlar.
Baran, atmosfer oluştururken mekân hususunda da tıpkı karakterler gibi elini bol tutmuştur. Köhne kasabası, etrafındaki Orta Anadolu köyleri, Ankara-Mamak civarındaki gecekondu mahalleleri karakterlerin attığı her adımla daha da büyür. Lezzet Lokantası, Tol Çarşı, Ulus, Dikilitaş, Kayaş Tren İstasyonu, köprü altı, Necatibey, Hacettepe Hastanesi, izbe bir benzinlik yazarın betimlemeleriyle dirilir; üç kuşağın Ankara’sına arka planda ev sahipliği yapar. Canlı mekanlardan biri de Ulucanlar Cezaevi’dir. Kahramanlardan birini hapishaneye düşüren kader, onu revirde Yılmaz Güney ile karşılaştıracak kadar da cömerttir. Ulucanlar demişken Deniz ve arkadaşlarına da selam göndermeyi ihmal etmez.
Ethem Baran deyince akla gelen iki T’den biri, türküler. Yazar, bu romanda da okurun kulağına türkü kaçırmaktan geri durmaz ve “Yeşil Ayna”yı Selver’in diline dolar.
“Kendime münasip bir yar bulamadım,
Sen sefa geldin…”
Ve yine bir Ethem Baran vefasıdır ki anmak elzemdir, “Muharrem Ertaş ve oğlu Neşet Ertaş” Ünlü olduktan sonra düğünlerde onların yerine çalıp söyleyen abdallardan da bahis açarak hem Ertaşların hem de halk kültürünün-abdalların- gönlüne dokunur, Baran.
Köhne’de, yine bir kültür ögesi olan Keloğlan’a da rastlarız. Tarlada çalışan babasına götürdüğü ekmeğin önce sağını, sonra solunu ve en nihayetinde dayanamayıp ortasını yiyen Keloğlan; roman boyunca göndermelere aracı olan bir metafordur aslında. Aynı şekilde kitaplara, filmlere, türkülere konu olan yılan da Döndü’nün karnından Cevcet’in vicdanına uzanan bir korku imgesi olarak verilir.
Olaylar, karakterler, haller içinde zıtlıklara rastlamak da mümkün. Annesini öldürmek için arayan bir oğulun karşısında annesini aramayarak öldüren bir başka oğul çıkaran yazar; dövülen, ezilen, görünmeyen kadınların karşısına da kocasını evden atan ve o ölene kadar da onunla konuşmayarak hıncını alan bir kadın çıkarır. Kaderci ömür süren üç kuşak içinde tutar birini Ankara’ya okumaya gönderir, avukat eder. Cinci hocalar, akıl tutulması yaşatan büyüler, gece gezmesine çıkan deliler, huzursuz eden rüyalar Anadolu insanının karanlık yanlarını yansıtırken halk inanışları, kokular, tatlar, otlar bunlara çeşni olur. Misal, bahar geldi mi çocuklar çiğdem toplar. Ev ev dolaşıp istedikleri yağ-bulgurla pilav yapar. Ki çiğdem pilavını ilk kez duyanların sayısı da az olmayacaktır. Erken yaşta evliliğin, evlilik dışı ilişkilerin, kadına şiddetin, garibanlığın, cahilliğin anlatıldığı romanda Cevcet’in bir köpeği yanına katarak mahallenin göbellerinden kurtarmasıyla Baran’ın karanlıkta, köhnede hayvanlara edilen zulme karşı da duyarsız kalmadığını görürüz.
Finalde kahramanları başladığı yerde, bir hastane odasında buluruz. Böylelikle de sarmal içe, başladığı yere döner. Bir ağacın kökleri gibi birbirine dolanan ilişkilere yaraşır bir cümle okurun zihninde bir soru işareti, önünde aralık bir kapı, içinde bitmeyen bir hikâye olarak kalacaktır.
“Sonraki günlerde de Selver hastaneye gitmeye, Feramuz her seferinde ölmeye devam etti.”
*Toprak İnceyol, K24, Mayıs,15