Serkan Türk: Ethem Baran’ın, “Döngel Dünya”sı, karakterlerin, şehirlerin ve zenginleşen yaşamların toplamından oluşuyor dersek sanırım doğru bir okuma yapabiliriz. Bazı kavramların altı daha kalın çizilirken bazı meselelere göz kırptığınız izlenimine kapıldım okurken. Örneğin, doğayı zenginleştiren kanat sesleri. Kuşlar, bu kitabın ve bozkırın özgür bakışı. Ve elbette kumaş yumuşaklığını bize geçiren terziler. Kumaş toplarının dizili olduğu raflar. Taşranın hakiki sessizliğinde, demek ki haykırmadan da anlatılabilirmiş dediğimiz bu öykülerle okurunuzla aranızda daha güçlü bir bağ kurabildiniz mi?
Ethem Baran: Sayıları çok az da olsa iyi okurlarım olduğunu biliyorum. Onlarla aramızda güçlü bir bağ kurduğumuzun da farkındayım. Beni anlıyorlar, benimle birlikte aynı cümleleri kuruyorlar, bu da bana yetiyor. Onlara gönül borcumu nasıl öderim bilmiyorum. Döngel Dünya‘nın karakterleri ve onların hikâyeleri zaman içerisinde birikti, yazılmayı bekledi; kimi zaman bir hayli uzaklaştı benden, kimi zamanla birlikte dolaştık. İlk notlarını on yıl önce aldığım öyküler var örneğin. Ben yazdıktan sonra gerçeğe dönüşen öyküm de oldu. “Yamaçta Yağmur Var” öyküsünde anlattığım hikâyeye çok benzeyen bir olay kitap çıktıktan bir süre sonra bir ilimizde yaşandı. Bazı kavramların altını biraz fazla kalın çizmişim demek ki. Kuşlar ve bozkır kitaplarımda hep oldu. Bundan sonra olacak mecburen; çünkü hemen her gün balkonuma konan güvercinleri izliyor, açık pencereden içeri girenleri incinmelerinden, hırpalanmalarından korkarak dışarı çıkarmaya çalışıyorum. Kuşlar yeryüzünü yeniden tanımlıyor bize, bana da onları anlatmak düşüyor.
Serkan Türk: Okumaktan haz aldığım metinlere şöyle bir baktığımda farklı kuşaktan aile bireylerinin hikâyeleri var. Bunun nedeni belki de çocuklarını dede ve ninelere emanet etmiş bir kuşaktan geliyor olmamız. Daha sıcak, daha insani hallerin yansımaları. Bu konular üzerine yazmak yalnızca geçmiş özlemiyle açıklanamaz değil mi?
Ethem Baran: Geçmiş özlemiyle ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Geçmişi özlemiyorum, özlenecek bir geçmişim olduğunu da düşünmüyorum. Ama değişen hayat koşulları, günümüzde yaşamak zorunda kaldığımız, yüz yüze geldiğimiz insanlık durumları, dünyanın şimdiki hâli neleri kaybettiğimizi bize her geçen gün tüm acımasızlığıyla gösteriyor. Neleri kaybettiğimizi herkes çok iyi biliyor, burada tek tek saymayayım. Ben dedem ve ninemle aynı avluda, aynı evin içinde büyüdüm. Kardeşlerim de öyle. Kızım doğduğunda, rahmetli anneme bıraktık, iki yaşına kadar o baktı. Şimdi de biz torunumuzla birlikteyiz. Tüm bunlar edebiyatıma, yazıma sızacak elbette. Büyüklerimizle birlikte, yan yana, iç içe bize verilen ömrü sürdürmeye çalışıyoruz.
Serkan Türk: Bazı yazarlar için dil ve üslup oluşturma çok zaman alırken bazıları bu dil coğrafyasının içine doğuyor. Türkülerden, ozanlardan el almış bu hikâyeler nasıl doğdu? Birinin hikâyesinin hikâyesini bize anlatabilir misiniz?
Ethem Baran: Dediğin gibi, böyle bir dil coğrafyasının içine doğduğumu sonradan fark ettim. Çocukluğumda evimizde, sokağımızda, mahallemizde kulağımı dolduran dilin özelliğini, nüanslarını kitapların arasındaki yolculuğum derinleştikçe ayrımsamaya başladım. Zengin bir dildi bu. Unutulmasın diye bazı söyleyiş biçimlerini, kelimeleri kendi metinlerime aktarmaya çalışıyorum. Önceki kitaplarımdaki birçok öykünün nasıl yazıldığına ilişkin güzel hikâyeler var ama ben son kitabım Döngel Dünya’daki “Kar Yanığı” adlı öykünün nasıl yazıldığını anlatayım: On yıldan fazla olmuştur; gazetede küçük bir haber görmüştüm. Kış mevsiminde tren yolunu kontrol etmek için her gün kar üzerinde 15 km yürüyen tren yolu işçilerinden söz ediliyordu haberde. Bunun öyküsünü yazmalıyım diye düşündüm. Bir işçi daha o dakika defterime doğru yürüdü. Kupürü kestim, defterin sayfaları arasına koydum. O işçiye bir hayat lazımdı, bir aile. Yapayalnız, o soğukta, karlara bata çıka, kuşa kurda karşı yürüyerek ekmeğini kazanmaya çalışan bir garibanın çaresizliği. Ama yıllarca yazamadım. Onunla birlikte evden çıkıp onca kilometre yolu karlar üzerinde yürümem gerekiyordu. İki yıl önce hazır hissettim kendimi. Demiryolunu, o atmosferi, o kültürü bilmeyen, deneyimlememiş biri olarak işim zordu. Bilen, demiryolcu geleneğine sahip arkadaşlarımla konuştum; böyle bir iş türünden habersizdiler. Ben de kitap ve tezlerin peşine düştüm. Ulaşabildiğim iki tezden birkaç cümleme yardımcı olacak bilgi kırıntıları elde edebildim sonunda. Böylece öykü ortaya çıktı. “Türkülerden, ozanlardan el almış hikâyeler” deyince de “Yabandan Gel Yabandan”ın hikâyesini anlatmak gerekiyor sanırım. Kalan Müzik’ten çıkan Muharrem Ertaş’ın bir albümünün kartonetinde rastladım bu bilgiye. Muharrem Usta şöyle diyordu: “Çalıp söyleme merakım küçük yaşlarda başladı. Bulduk dayımın çok güzel bir sesi vardı. Bir köyde türkü söyledi mi diğer köyde dinlenirdi. Hatta seferberlikte asker kaçaklarını yakalamak için subaylar dayımı yanlarına alır köy köy dolaşırlarmış. Dayıma türkü söylettirip kendileri de pusuya yatarlar ve dayımın sesine dağlardan inen asker kaçaklarını yakalarlarmış.” İşte öykü oradaydı. Birkaç yıl da bu hikâye ile dolaştım. “Yerde ne kadar ekin varsa gökte de o kadar varmış,” cümlesini bulana kadar sürdü bu.
Serkan Türk: “Babam bir gün sustu. Ben bu dünyadan bir şey anlamadım dedi ve sustu. Daha doğrusu mecbur kalmadıkça konuşmadı. Sanki ölüp gitmiş ama yorgun bedenini burada, aramızda, gözümüzün önünde bırakmıştı. Benim ölüm, yaşayan halimden daha iyidir; varlığım, yokluğumdan daha çok acı verir sizlere dercesine usulcacık sıyrılmıştı aramızdan. O susunca, ben çocukluğumu, gençliğimi unutur gibi oldum.“
Bir de baba meselesi var ki edebiyat tarihi açısından tükenmez bir konu. Siz neresinden anlatmayı tercih ediyorsunuz bu meseleleri?
Ethem Baran: Bendeki babalar bir ikisi hariç o kadar da kötü değiller. Bulut Bulut Üstüne‘deki “Yerini Yadırgayan” ve “Ankara Herifi” öykülerindeki babalar hırpalanmayı hak ediyorlar ama işin iç yüzüne baktığımızda yine insanın karanlığa saklanmış kuytu yönleriyle karşılaşıyoruz. “Yerini Yadırgayan”ın babası yaşlanınca kendilerine baksın diye kızını evlendirmeyen biriydi. “Ankara Herif”inin babası ise ele avuca düşünce zavallılaşan bir zalim. İçimizdeki hikâyeler bunlar, yabancımız değil. Döngel Dünya‘daki “Alamadım Eyvah”ın babasına da çok kızamıyorum nedense. Belki cehaleti kızgınlığımı hafifletiyordur. Genelde iyi babaları yazdım ben. Rahmetli babam çok iyiydi, belki ondandır, bilmiyorum. Bir kere bile incitmedi beni. Arkadaşımdı o benim.
Serkan Türk: “Yazarlıktaki ilk yıllarım tek bir yazarla tanışmadan, sohbet etmeden, yazdıklarımı gösteremeden geçti. Yazarlar, kitapların kapağındaki isimlerden, varsa fotoğraflarından ibaretti.” Böyle diyorsunuz bir konuşmanızda. Anadolu’da geçmişte yaşayan yazma heveslisi her gencin fotoğrafını çekmiş gibi. Bu durum şimdi çok değişmiş gibi. Neler söylemek istersiniz okur-yazar ilişkisi üzerine?
Ethem Baran: Evet, bu ilişki çok değişti. Hiç tanımadığınız, dahası kitabını bile okumadığınız yazarlar avcunuzun içinde. Bir mesajla yazdığınızı gönderip değerlendirmesini isteyebiliyorsunuz. Ben seni okumadım ama sen beni oku. Eleştirilerini beğenmezsem bir daha dönüp selam bile vermem. Böyle bir ilişki. Herkes böyle değil tabii ama yazarı zorlayan bir tarafı da var bu işin. Yazarın meşguliyetini, zamanını hesap etmeyenler var ne yazık ki. Böyle birkaç kötü örnek dışında genelde okurlarımla ilişkilerim iyidir. Bunların çoğu yazarlık yolunun başındaki gençler. Benim çok zaman kaybettiğim konularda onları uyarmaya, benzer hatalara, yanlışlara düşmemeleri için yol göstermeye çalışıyorum aklım erdiği kadarıyla.
Serkan Türk: Yazarların bazen belirgin bir şekilde bazen de incelikli okuyucusu bulsun, takip etsin diye satır aralarına sakladıkları da metinle birlikte okunmalı bana kalırsa. Siz bu kitabınızda Fakir Baykurt, Hasan Ali Toptaş gibi bazı isimlere selam gönderiyorsunuz. Yazarken bunu nasıl tasarladınız?
Ethem Baran: Döngel Dünya‘daki “Üç İyidir” öyküsünde gerçek bir hikâyeye de yer verdim kısacık da olsa. Fakir Baykurt’un Türkiye Öğretmenler Sendikası Genel Başkanı olduğu dönemde Kayseri’de yaşanan gerçek bir olay. Sendikanın genel kurul toplantısı yapılıyorken komünistler camiyi bombaladı kışkırtmasıyla sinema salonu ateşe verilir. Fakir Baykurt ve diğer öğretmenler canlarını zor kurtarırlar. Sivas olayının bir benzeridir yaşanan. O alevlerin arasından çıkmış birinden dinledim olayı. Elbette kayıtlarda var, Fakir Baykurt da yazmış bunu ama benim öykümde de yer alsın istedim. Çünkü ülke olarak dönüp dönüp aynı noktalara gidiyoruz. Bazı şeyleri unutmamız gerekir, duymayanlara duyurmamız gerekir diye düşünenlerdenim.
Serkan Türk: Son kitabınız “Döngel Dünya”, Sait Faik Hikâye armağanını kazandı. Daha önce kazandığınız başka ödüller de var. Sizin dünyanızda ödüller neye denk geliyor?
Ethem Baran: Ödül almak güzel bir duygu tabii. Üçüncü ödülüm bu. Her ödülün heyecanı, yüklediği ağırlık, uyandırdığı duygu farklı elbette ama söz konusu Sait Faik olunca çok heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Ödülün bir öykücü adına, hele hele Sait Faik adına veriliyor olması, seçici kurulu, daha önce bu ödülü alan yazarlar düşünülünce ödül daha anlamlı bir hale geliyor. Her şeyden önce Sait Faik bana öyküyü sevdiren, öykünün nasıl olması gerektiğini öğreten yazardır. Bu ülkede öykü yazan, yazmaya çalışan herkese de o öğretmiştir diye düşünüyorum. Bir yazarın hayatı nasıl yaşayacağını, hayatın içinde nelere, nerelere bakılacağını, doğanın ve insanın aynı cümle içinde nasıl kullanılacağını öğreten adamdır. Yeniden başlangıçtır o. Kendinden önce olanları yeni baştan vareden, kendini yakalamak için kendi peşinde koşan ustaların ustasıdır o. Adımın onun adıyla aynı satırda bu vesileyle de olsa anılması benim için onurdur.
KE ‘ın 4. sayısında yer almıştır.