İSTANBUL’UN ESAS SAHİPLERİ
Gülhan Tuba Çelik’in 2021 yılında Epona yayınları tarafından yayımlanan ikinci öykü kitabı Onlar ve Köpekleri, İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinde yaşayan ve yaşadıkları mekânla çok özel bir bağ kuran karakterlerin hayatlarına bizi misafir eden 12 öyküden oluşuyor. Ne kitaba adını veren öyküde ne de kitabın genelinde “onlar ve köpekleri” sözünün yarattığı çağrışımı bulamadığımı, kitabın kapağının ise gerçek dışı bir kurgu okuyacağımı düşündürdüğünü itiraf ederek başlayayım. Kitabın daha ilk cümlelerinden itibaren, beklediğimden çok farklı bir dünyada olduğumu anladım; yalnızlığın ve kırgınlığın gerçekçi ve yalın bir üslupla anlatıldığı öyküler okudum.
Olaya ve diyaloğa çok yer verilmeyen, karakterlerin düşüncelerine ve hislerine odaklanan, ilahi bakış açısıyla yazılmış bu öykülerde karakterlerden kimi dolaştığı sokakların hafızasında bıraktığı izleri, kimi kendine hayal kırıklığı yaşatan bir aşkın hatırasını da katıyor günlük rutinine ve yaşamaya devam ediyor. Çoğalmak için doğa yürüyüşüne katılıp yine insanın bencilliğine toslayan, çalıştığı işin yabancılaştıran etkisine direnmek için hem kişisel geçmişine hem de şehrin geçmişine tutunmaya çalışan, yeniden keşfettiği aşk heyecanıyla yaşamaya güç bulan karakterler ve daha nicesi… Bir yandan da çoklukla Suriçi’nde gezdiriyor bizi yazar, ama öyle turistik bir gezi geçiciliğinde değil, mekânın ruhunu tıpkı öykülerin karakterleri gibi içimizde hissediyoruz.
Yazının başlığına -değiştirerek- taşıdığım “şehrin esas sahipleri” ifadesi, bir karakterin iç sesinde geçiyor; o, incir ağaçları için şehrin esas sahipleri diyor ancak kitabın tamamını özetleyen daha iyi bir ifade olamaz. Onlar ve Köpekleri bize, yaşadığı dönemde, bu dönemin insanında aradığı inceliği bulamayan, bu kırgınlıkla ve yalnızlıkla başa çıkabilmek için gözünü İstanbul’un yüzlerce yıllık tarihine ve biraz da şehrin daha yıllarca ayakta kalacağını bilmenin verdiği güvene çeviren insanların hikâyelerini anlatıyor. Bu öykü kişileri; ağaçlarda, mezarlarda, sokaklarda ve hatta bazen bir taşta bile parçası olduğu bütünün izlerini görüyor.
Peki, İstanbul’un esas sahipleri kim? Kitabın adım adım dolaştığı yerlerde ben de karakterlerle birlikte gezindim, onların gözünden bakarak sordum: Kimdir İstanbul’un esas sahipleri? Buraya sadece az bir kısmını aldığım detaylarla ince ince işlenmiş öykülerden oluşan bu kitap, sadece İstanbul’a değil de ruhu olan mekânlara farklı bir gözle bakıldığında insan olmaya dair ne çok çıkarım yapılabildiğinin harika bir örneği olmuş.
“Sadece” adlı öyküde Halil’in işe gidiş yolunun üstünde duran, Bunu Fatih de görmüş müdür,[1] dediği taş olabilir şehrin esas sahibi. Halil’in çoğunlukla gri karton diye nitelediği işyerinde geçen, neşesiz ve sürprizsiz hayatına açtığı bir hava deliğidir, şehre dair pek çok şey gibi taşların da kalıcılığını düşünmek. Öte yandan “Çarşılardan” öyküsündeki kadın için önce çok güçlü bulduğu, o güce sahip olmak için dua ettiği varlıklardır taşlar. Daha sonra yanında sevdiği adam varken bakar yine taşlara; hissedebilmenin, yani insan olmanın kendisini taşlardan daha güçlü kıldığını düşünür. O kadın için de şehrin esas sahipleri taşlar olabilir çünkü eski zamanlarda her akşam şehrin kapıları kapandığında surları aşıp şehre giremeyenler vardır. Bugün de kendisi için ev ve dışarısı, ona yaşattıkları ve vadettikleriyle keskin bir çizgi ile ayrılmış gibidir. Böyle net bir sınırı ancak şehrin etrafını çevreleyen surların taşları çizebilir.
“Şeyler”de incir ağaçları, güçlü, kendinden emin ve iddialı olarak nitelenir. Senden çok önce de buradaydım, senden çok sonra da burada olacağım; der gibi bakarlar. Anlatıcı çok emindir şehrin esas sahiplerinin incir ağaçları olduğuna. “Kalanlar” öyküsünde Nurhan’ın ağaçlarla ilişkisi de benzer bir açıya sahiptir; kimi zaman sabırlı, kimi zaman kederli, kimi zaman ışıklı diye niteler ağaçları. Her durumda onu hayata ve şehre bağlayan şeylerin başında gelmeye başlamıştır, içinde hiç sezdirmeden oluşan bu ağaç sevgisi. Gerçek bir sevgidir bu, bir ağacın köklerinin dünyayı sarması efsanesine inanmaz o yüzden.
Mezarlar ve Mezarlıklar…
“Kalanlar” öyküsünde mezar taşlarının üzerine kandil işlemenin ne denli incelikli bir fikir olduğuna değinilir. “Onlar ve Köpekleri” öyküsünde Ersin için dünyayı tekrar yerine getiren şey bir mezarlığa girmektir, bu şehirde ancak ölülerin koruyabildiği toprağa dokunmaktır. “Çarşılardan”da daha önce merakını celbetmemiş bir kitabe okur öykü kişisi, Altıparmak Ahmet Baba’nın gülleri budamakla görevli olduğunu öğrenir, bu bilgi ona baharın geldiğini hatırlatır, kendisi de öyle mutludur ki mezarın ölümü hatırlatan acı yanına toslamaz, Ahmet Baba’nın sessiz ve güzelce uyuduğunu düşünür.
Dinî Mekânlar…
“Sadece” ve “Yakarış” adlı öykülerde İstanbul’un Müslümanlar yerleşmeden önceki dinî kimliğinin de ne denli güçlü olduğu hatırlatılır. Karşısına çıkan camiler, kiliseler, manastırlardan çok daha fazlasını, adeta şehrin ruhuna sirayet etmiş inancı görebilen karakterlere rastlarız. “Sadece”deki Halil, şehre bakarken şehrin inanç geçmişini de görenlerdendir: Çarşamba cemaatinden söz ediyorlar, çarşamba Fetih’ten sonra oluşmadı. Onlar yokken tam o bölgede koyu Hristiyanlar vardı. Tekkelerden önce kiliseler, manastırlar. Böyle kıpkırmızı inanmak da o semtin kaderiydi.
“Yakarış” adlı öyküde, günümüzde Balıklı Rum Hastanesinde tedavi gören karakter hastanenin bulunduğu bölgenin şifalı su demek olan Ayazma bölgesi olduğuna dikkat çekerek o bölgenin neden şifalı su diye anıldığının hikâyesini kısaca anlatır. O şifalı bölgenin kendi duası, umudu ve dileği olacağını söylerken çok uzak bir geçmiş ile bugün arasında sağlam bir bağ olduğuna dikkat çeker, isimler değişir, değişmeyen dua ve inançtır.
“Şeyler”in, kendi yenilgisine çekilmiş kişisi için de, cami veya kilise, ona çıkış yolu gösterecek vasıtanın ne olduğunun önemi yoktur. Bir ayetten iktibasta bulunarak insanın mutlaka ziyanda olduğunu söyleyen anlatıcı hem doğada hem de uhrevi olanda arar tutunacak dalı. Gözünü kendinden başkasına çevirir, böylece her gün önünden geçtiği bir cami takılır merakının oltasına; caminin duvarlarını, lambalarını, kubbe desenini, halılarını ve içinde uyuyan gamsızları düşünür. Caminin içine duyduğu bu merakın özellikle oradaki insanlara yönelik olduğu çok açıktır; bütün o insanlarda kendinden emin bir tavır, huzur ve arayışsızlık görür. Öte yandan kendisi, Vefa’daki “Ayın Biri” kilisesinden ne dileyeceğini bilemeyecek kadar boşluktadır.
Evler, İşyerleri…
“Sınır” öyküsünde Şevket’in hatıralarında dolaşırız, yan yana dizilmiş şeker kutularını anımsatan eski ahşap evlerin yerini yükselen kara inşaatlar aldığından, çeşmeler yarısına kadar asfalta gömüldüğünden beri Şevket de bir apartman dairesine mecbur kalmış ve hayatı anlamsızca seyreden, beklentisiz birine dönmüştür. Şehrin geçmişle kopan bağı insanı da kimliksizleştirmiş gibidir.
Diğer öykülerde “ev”e dair dikkat çeken detaylar, İstanbul’a özel durumlar değildir; insan-mekân ilişkisine dair kullanımlardır çoklukla.
Halil’in, koca binadaki küçük odalardan birinde oturduğu bilgisiyle açılır “Sadece” öyküsü. Binanın kocaman oluşu bir genişlik hissi vermez, tam tersi o kocaman alana rağmen insanlara küçücük bölmelerin ayrılmış olması, bu tezat, sıkışmışlık duygusunu daha iyi geçirir okura.
Evlerin kapıları ve anahtarlar da öykülerde kendine metaforik bir yer bulur. “Onlar ve köpekleri” öyküsünde Ersin, öykünün başında kapıyı çekip çıkar. Bu başlangıç da çok anlamlıdır çünkü öykü boyunca Ersin kapının arkasındakine ulaşmak ister. Açılmasını istediği kapıya giderken bindiği dolmuşta gördüklerinin ve aklından geçirdiklerinin meydana getirdiği hengameyi “ardında birilerinin beklediği ya da hiç kimsenin olmadığı kapıların tokmağını tutacak milyonlarca insanın gürültüsü” diye tanımlayacak denli evlere ve kapılara odaklanmıştır. Evlerin, insanın mahremi olan dört duvar ve çatının üzerine düşünür, onların olmadığı, bütün sırların ortaya döküldüğü bir dünya hayal eder. Ulaşmak istediği, kapının arkasında olduğu için kapılara ve evlere düşman gibidir ve bu yüzden öykünün sonunda hiçbir çatının ve duvarın gizleyemeyeceği gerçeklikte, yani mezarlıkta huzur bulması çok anlamlıdır.
“Şeyler”deki karakter için ev, artık ait hissetmediği bir yere dönüştüğünden “İlk kim herkesi evlere girmeye zorladı?” diye sorar, huzuru sokakta arar. Yine aynı sebepten, evine ve karısına yakın hissedememekten dolayı kapıyı kendisi anahtarla açmaktan rahatsızlık duyar. Karısı evde olmasına rağmen evin kapısını açan yoktur. Karısı ile arasındaki büyük uçurumun bir sonucu gibidir kapıyı açmaması, kocasını hayatına davet etmediğini düşündürür belki de. Kocasının anahtar taşımaya nasıl bir anlam yüklediğinin farkında değilmiş gibi görünen kadın başka bir anahtar taşımaktan söz eder; Ayın Biri kilisesinden dilek dileyip bir anahtar almak ve dilek gerçekleşene kadar o anahtarı taşımak niyetindedir. Bu anahtar ise adamın kafasındaki gizli soruyu açığa çıkarır: Ne dileyebiliriz ki?
Sokaklar, Bulvarlar, Meydanlar…
“Açılan” öyküsü, ismiyle müsemma, yürüdükçe ferahlayan, içi açılan bir karakterin hikâyesini anlatır. Biyoenerji uzmanının yanından çıktıktan sonra yürümeyi sevdiği sokaklardan birine girdiğinde gittikçe genişleyen bir sokakta, yüz yıl önce de büyük bir meydan olduğu her halinden belli olan aydınlık bir boşluk çıkar önüne. Bir süre sonra daralıp yine bir sokağa dönüşür meydan; hayatın ritminin de sıkıntılarla ve genişlemelerle iç içe olduğunu hatırlatır insana.
“Kalanlar” öyküsü trafiğe kapalı bir alanda başlar. Öyküye böyle bir kapalılık hissiyle başlanması Nurhan’ın yaşadığı kıstırılmışlığa hazırlar bizi. “Hiç insan kalmamış, birbirinin yanında kimse yok” diyen, bir yandan da karşılaştığı insanların sığ dünyalarından kaçmak için ağaçlara daha dikkatli bakmaya başlayan Nurhan, kendini yakın hissetmediği insanlarla, giriş ve çıkışı olmayan bir alana kapatılmış gibidir. Turlara gider, gezer, mekân değiştirir… yine de kapalı alandan çıkamaz gibidir.
“Sevecekmiş Gibisin”de Umut, kendini yakın hissetmeye başladığı bir adamla birlikte Asmalı Mescit’in geniş sokaklarında yürürken göğün bile genişlediğini düşünür; hatta kendini yeniden yaratılmış gibi hissederken eksiksizliğini Milano’da dantel dantel işlenmiş binalarla özdeşleştirir. Oysa kırgın biten bu hikâye, o gece taksiden indiği Uzun Yusuf mescidinin arka kapısıyla birlikte hatırlanacaktır. Hüznün de mutluluğun da mekânlarla ilgili çağrışımları vardır ancak mutluluğunkiler Milano kadar uzakta, hüznünkiler ise her zaman görülecek kadar yakındadır.
Sonuç Niyetine: Şehrin Esas Sahibi İnsandır
“Işık Olsun Diye” adlı öyküdeki karakter, şehrin geçmişiyle sürdürdüğü bağlantıyı görmekten öyle çok etkilenir ki kendi deyişiyle dehşete düşer. Bu kopmayan bağ, onun şehre ait hissetmesini sağlar. Sur boyunca dolaşıp orada yaşanan hayatları izledikçe hayran olur. O surların dibinde yaşayanlar oldukça bu bağlantı sürecek, birileri bu bağlantıyı görüp dehşete düştükçe şehre ait hissedecek, böylece İstanbul’un hâlâ yaşayan bir şehir olarak kalmasını “insanlar” sağlayacak. Bu topraklardan gelip geçen; bazen bir isim bırakan, çoğunlukla onu da bırakamayan; bugün varlığıyla mutlu olduğumuz bir ağacın tohumunu bilmeden toprağa düşüren; Beyazıt’ta yürümenin zor bir hale geldiği mermer merdivenlerin aşınmasında payı olan; hangi dinden olursa olsun, duaları gök kubbede yankılanıp duran; şehre ve insana dair öyküler yazıp bugüne ve uzak geçmişe armağan eden insanlar…
[1] Kitaptan alıntılanan sözler için italik yazım tercih edilmiştir.