Irmak Zileli’nin kitaplarıyla 2019 yılının Haziran ayında, Ege’nin sıcak mı sıcak şehirlerinden birindeki bir han odasında, yoğun bakımda yatmakta olan babamı her gün ziyaret ederken tanışmıştım. Değil bir kitap, bir roman okumayı istemek, uyanık olduğum zamanımın her dakikasında soluksuz kalana değin ağladığım, hastaneye gidip döndükten sonra kendimi konakladığım hanın taş duvarlarının arasına sakladığım günlerin içindeydim.
Nasıl olduysa bir gün o şehrin kitapçılarından birine girdim ve rafların birinde Zileli’nin Bozuk Saat romanı gözüme çarptı. Hana dönünce, avludaki mermer havuzun kenarında bir masaya iliştim ve bir çay söyleyip okumaya koyuldum. Yılda bilmem şu kadar kitap okuyan ben, günlerdir, haftalardır tek bir sayfa çevirmemiştim. Okudukça yazarın satırlarını pek sevdim, o akşam, ertesi akşam, bir sonraki akşam kendimi Zileli’nin kalemine bıraktım. Çok geçmedi, birkaç gün sonra da babamı bu dünyadan uğurladım. Derin ve uzun, yıllar sürecek bir yasa gömüldüm.
Aynı yılın sonbaharında Zileli’nin yayınlanmış romanlarının hepsini okudum. Tüm o zamanlarda yasıma eşlik etti Zileli. Kendimi sağaltmama, acımı sindirerek dindirmeme el uzattı. Şahsi hislerimden sıyrılıp okuduğum metinleri düşünmeye vakit ayırdığımda da yazarın özgün bir üslûba sahip olduğuna kanaat getirdim.
Zileli okuyan bir yazar. Her yazar zaten okur demeyin. Zileli hem iyi bir okur, hem de yazdığına okuyarak çalışan bir yazar. Bunun sindirilmiş bir bilgiye dayandığını dilinden, metindeki parçaları birbirine bağlayışından; her yeni metninin, işlek, birikimli bir zihnin üstüne konan yeni keşiflerle birlikte doğduğunu çıkarabiliyorsunuz. Bizler de dikkatli bir okursak eğer, onun satırlarında gezinirken kendi zihnimize üşüşen çağrışımlar seliyle baş başa kalıyoruz.
Yazarın son romanı Şimdi Buradaydı’yı okuyunca da bu yüzden pek şaşırmadım; maharetini sergileyişini takdir ettim. Romanın dokusuna yedirilen psikolojik ve felsefi bilginin derinliğinden etkilendim. Olay örgüsünün iki temel kişisi, psikiyatrist Birkan ile yazarın ‘hasta’ olarak bahsettiği danışanı Yankı. Roman psikiyatristin danışanıyla görüşmeye hazırlanması ve görüşmenin sona ermesi arasında kısa bir zaman diliminde akıyor. Takırdayan herhangi bir satır yok. Anti parantez olarak belirtmek isterim ki, ben de on bir yıl terapi gördüm. Aklınızda terapi bu şekilde ilerlemez diye bir soru işareti doğmuyor. Televizyon dizilerinde ya da filmlerde karşılaştığınız terapi sahneleri gibi hakikilikten uzak kaldığı şüphesi doğmuyor içinizde. Gerçek bir seansın içinde olduğumuzu duyumsuyoruz. (Birden aklıma düşüyor, o on bir yıl içerisinde hiç düşünmedim ama, acaba kendim de dertlerimi sıralarken kendi psikiyatristimde bir şeyler çağrıştırmış, bir derdini deşmesine vesile olmuş muyumdur, diye.)
O kısa zaman diliminde, bilinç akışıyla iki karakterin hayatlarının öncesine de vakıf oluyoruz. Karakterlerin anneleri, babaları, kardeşleri ve yakın çevrelerinden de haberdar oluyoruz. Bir yandan 12 Eylül’e uzanıyoruz, öbür yandan ebeveynlerin geçmişlerinden getirdikleri tortularla yüzleşiyoruz. Ne ki sayfalar, bölümler ilerledikçe karşımıza başka bir sürpriz çıkıyor, yazarın nihayetinde kıvrak bir çalım attığını görürüz: Olağan bir psikoterapi sürecinde tahmin edebileceğimiz gibi biz okurlar da danışanın, yani ‘hasta’nın dertlerine yoğunlaşmışken, ufak ufak psikiyatristin, yani ‘danışılan’ın dertleri de bir bir önümüze seriliyor. Sonrası, çıkışsız bir dehliz…
Şüphesiz Zileli okurun karşısına çözümü kolay bir yapıyla çıkmıyor. Çoğu okur gibi ben de yazarın kelimelerini, tabiri caizse kafama kakmasından çok rahatsız olurum, okuduğum satırlar ilerledikçe ben kendi zihnimde süzeyim isterim yazarın meramını. Örneğin, yazar bir cümle içinde zor bir çocukluk geçirdiğini söylemesin, ama ben bunu kendim düşünebileyim. İşte, yazarın başarılı iç içe geçişleri, romanın odağını hiç sezdirmeden danışandan danışılana kaydırırkenki maharetiyle kotarılıyor.
Romanı bitirip kitabı kapattığımızda da ister istemez o alışılmadık cümleye yatıyor zihnimiz: Psikoterapide roller sabit midir; dertler hep danışana, yol açıcı müdahaleler hep danışılana mı düşer, yoksa hayatın karmaşıklığı bildiğimiz kalıpları dağıtır da psikiyatristi de çağımız hayatının girdabına mı çeker?