Pelin Buzluk üçüncü öykü kitabı En Eski Yüz’ün yayımlanmasından yedi yıl sonra Yer Değiştiren Sular’la okurunun hasretine son verdi. Yer Değiştiren Sular’ı okurken suların nasıl yer değiştireceğini merak ediyordum. Suyun kaynağı neredeydi? Nereden çıkıp nereye varmak istiyordu?
Kitabın ilk öyküsü Hüseyin’in İfadesi, yer değiştiren bir bedenin, İsmet’in bedeninin öyküsü. Aynı zamanda kullan-at pragmatizminin marifet gibi görülmesinin, yaygınlaştırılmasının sadece ambalajlarla, kâğıt mendille, pet şişeyle sınırlı kalmayacağını anlamakta gecikmiş oluşumuza dair bir öyküdür. Kullanıyoruz ve atıyoruz. Nereye atıyoruz? Attığımız şeyler nereye gidiyor? Çöplüğe gidiyor. Sadece plastik, kâğıt, cam, bayat ekmek, artık yemeklerin değil kanı çekilmiş beden artıklarının, insan enkazlarının da atıldığı çöplüğe.
Öyküde dükkândan bozma bir delikte, camları gazeteyle kapatılmış, bir yatak ve iki tabureden ibaret eşyasıyla hayata tutunmaya çalışan İsmet’in çöplükte cesedi bulununcaya kadar nasıl bir hayat yaşadığını arkadaşı Hüseyin’den dinliyoruz. “Kimdi bize böyle düşman olan? Işıksız, güneşsiz deliklerde, rutubet içinde yaşamamız kimin yüzündendi?” İnşaat işçisi İsmet’in hayattaki tek isteği insan gibi yaşamaktır. Küf tutan ciğerleri, eriyen kemikleri, demir kesmeye, bükmeye yetmeyen gücü nedeniyle kanını satmayı son çare olarak görür. İnşaatta kullanılan sarf malzemesi gibi İsmet’in bedeni de inşaatta tükenmiştir. Tam bu noktada imgesel bir denk düşme söz konusu; emeği sömürülen beden, sermaye ve yarattığı kullan-at toplumu tarafından malzemeye indirgenmiştir. Tükenen bedenin son damla kanını da aracılar denilen kan cambazları alacaktır. Sarf edilen, kullanılamaz hale gelen, işi bitmiş her şeyin sonu çöpe atılmak değil mi? Bu bir insan olsa bile mi? Yazık ki bir insan olsa bile!
Kitabın Abla isimli öyküsü bir vedanın ardından gelen bir merhaba gibi; arındırıcı ve canlandırıcı. Ablasının cenazesini çocukluk evlerinin olduğu şehre gömüp yola çıkan anlatıcı karakter otobüste Aydan’la tanışır. Anlatıcı ablasını kaybettiği için ağlamaklıdır. Aydan’sa babasının ölüm tehdidinden kaçan, korkmuş bir kadındır. Birkaç cümlelik bir konuşma bile iki kadının birbirlerine yurt olabileceklerini sezmeleri için yeterli olur. Aydan’ın olay örgüsündeki yer/ev değiştirme hamlesi anlatıcı kadının ablasını kaybetmesiyle hissettiği içsel boşlukta bir değişime yol açıyor; sağaltım, yumuşama hatta kısmi bir doluluk sağlıyor. Anlatıcının boşluğu tıpkı Aydan’ın yerleştirildiği evin dolması gibi doluyor, yalnız ve kimsesiz kalmaktan kurtuluyor. Abla öyküsünü okuduktan sonra öykünün giriş paragrafına yeniden dönme ve düşünme gereği duyulabilir. “Terminal çok kalabalık, asker uğurlama varmış. Heyecandan alınları terlemiş, yanakları kızarmış erkekler, yolcu ettikleri arkadaşlarını havaya atıp tutuyor… Köşelerde ağlaşan anneler, gergin babalar. Acaba bu çocukların kaçı evlerine dönebilecek? Uğurlamanın, bir veda mı, yoksa elveda mı olduğunu şimdilik kimse bilmiyor.” Yazarın sahnesini bu paragrafla açmasının anlamı üzerine epeyce düşünülebilir ama kanımca pek az şey söylenebilir. Yalnız kurmacada değil hayatta da olduğu gibi. Evine geri dönemeyenlerin, eceliyle değil kurşun yarasıyla ölenlerin ardından, ateşin düştüğü, yaktığı yerlerde kelamın hükmü zedelenir. Anlam sezilen ama anlatılamayan olur.
Yer Değiştiren Sular büyük konulardan sakınan edebiyatımız için yeni bir patika açıyor. Bu patikada sular Ben’den çıkıp Biz’e varıyor.