Cem ÖZAYDIN: Sus Barbatus!’un kadın kahramanlarının güçlü olduğunu görüyoruz. Ece, babasına başkaldırıyor, Kadir Ağa’nın gücü altında ezilmeye hayır, diyor. Gülşen, bir eşya olmaktan, görünmez olmaktan sıkılıp Mustafa Öğretmen’in gölgesinde kalmaktan kurtulmanın yolunu arıyor. Hatta kendine bir iş bile buluyor. Aynur, korkusuz ve başına buyruk. Ondaki cesaret değme erkekte yok. Fındık, olup bitenden habersiz. Çünkü unutma hastalığına yakalanmış. Bu haliyle bile aileyi bir arada tutuyor. Onun ölümü Sus Barbatus! 3’te bir boşluk gibi duruyor. Aysel’in ruhu ise romanın göklerinde bir bulut. Gölgesinde düşünüyor ve soruyor okur. Kadın bu topraklarda neden bunca hırpalanır? Ve yok sayılır? Türk kadının kalbine de gücüne de inandığınızı düşünüyorum. Sus Barbatus’un anlatıcısı 3. ciltte şöyle diyor. “Annenin ölümünde, onarılmaz bir şeyler vardır. Annenin ölümü, yaratıcının ölümü gibi bir şeydir. Bu da dünyanın sonu demektir.” Bu bağlamda sormak isterim kadın karakterlerinizi oluştururken gerçek kişilerden mi ilham aldınız? Bir de coğrafyamızdaki kadın sorunlarına, Türk edebiyatının bakışı nedir?
Faruk DUMAN: Türk edebiyatının kadına bakışı nedir, bu son soruya eleştirmenler cevap vermelidir. Ben özellikle Yılanı Öldürseler’deki kadınların unutulmaz olduğunu düşünüyorum. Ama elbette bununla ilgili sayısız değerli çalışma vardır. Sus Barbatus! bir yanıyla Aynur’un, Gülşen’in romanıdır, bu karakterlerin gerçeklik payları var, onların 12 Eylül öncesi yaşadıkları var, ama aynı zamanda bana sorarsanız annemin de payı var, yani örneğin Aynur’da bir parça annemin dobralığı da var, tabii sürekli yaşamımızı gözlemliyoruz. Bu gözlemleri yazdığımız zaman, okurda etkili bir karşılığı olduğunu gördüm. Gülşen’in ansiklopedi ciltlerini taşıyışı, Fındık’ın üslubu ki onun benim anneanneme çok benzediğini söyleyebilirim. Kendisini sevgiyle, rahmetle anıyorum.
Arzu ALKAN ATEŞ: Sus Barbatus! 3’te “Demek ki yaşam dediğimiz şey karşımıza çıkan güçlüklerden ibarettir. Yaşam karşısında soğukkanlı olmak gerekir. Soğukkanlı dediğim de, soğuk, yani düz acımasız bir mantık. Bir çalının kaderi neyse seninki de o, daha fazlası değil. Diyelim ki yaşam insana neden çalıdan daha fazla değer versin?” İnsanın kendini evrenin efendisi olarak gördüğü bir çağda yaşıyoruz. Ya da başından itibaren bu hep böyleydi. Yaşamak, yalnızca insana verilmiş bir hakmış gibi algılıyoruz. Oysa evrende cümle varlıkla paylaştığımız bir şey yaşam. Bunu fark ettiğimizde Sus Barbatus!’un anlatıcısının dediği gibi bir çalıyla aynı yaşamı paylaştığımızı anlıyoruz. Tüm insanlık bu duyarlılığa eriştiğinde dünya daha güzel bir yer olacak. İnsanı bu farkındalıktan alıkoyan sizce nedir?
Faruk DUMAN: İnsanlığın çok büyük bir bölüğü, hâlâ çok eski çağlarda yaşıyor. Ya da, günlük yaşam kadar yaşıyor, bu anlamda sorgulama, başka türlü düşünmeye yönelik çaba vs, bunları yalnız biz okurlar düşünüyoruz. Ama sizin dikkat çektiğiniz alıntı çok ilginç. Bunlar temelde benim düşüncelerim sayılmaz. Benim daha çok Anadolu insanından yola çıkarak gözlemlediğim şeyler. Kır insanı, yani o anlamda, geleneksel köylü toplumuna bağlı insan doğayı dışlamıyor, orada ayakta kalmak konusunda yaban hayvanıyla aynı davranışları sergiliyor. Ve bana göre bu anlamda doğru davranış o. Fakat bu yaşam biçimini büyük sanayi bozuyor. Burada insan nüfusunun bu denli artması da bunu zorunlu kılıyor. Yani silah icat oldu mertlik bozuldu dediğimiz şey. İnsan, sahip olduğu bilgi gücüyle doğanın tahrip edilmesi sorununa engel olmalıdır. Bundan sonra bana kalırsa en önemli sorunumuz budur.
Cem ÖZAYDIN: Sus Barbatus!’ta Türkiye’nin kadim sorunlarından biri olan halk aydın çatışmasından izler görüyoruz. Mustafa Öğretmen, Orhan ve devrimci gençlerin lideri Halil bu konuda düşünür, zaman zaman bu konuyu aralarında tartışırlar. Orhan onu ağaca asan gençler hakkında düşünürken şunları söyler: “ Bu sınıfla anlaşamayız. Onları herhangi bir konuda yönlendirmek, bir düşünceye inandırmak ve buna akıllarının yatmasını sağlamak belki bu dünya üzerindeki en zor şeydir.” Sizce halkla aydının birbirini anlaması mümkün mü? Ve Türk aydını halka ulaşmak için elinden geleni yaptı mı?
Faruk DUMAN: Bu da yapısal bir sorun, yani bir toplumsal karakter sorunu. Halk, kendi içinden aydın yetiştiriyor. Yani halkın çocukları okuyup aydın oluyor. Ama daha sonra, içinden çıktığı o topluma derdini anlatamıyor. Belli ki burada bir dil sorunu var, yaklaşım sorunu var. Ve elbette bu sorun bana kalırsa daha çok aydının sorunu. Geçenlerde Hasan Hüseyin’in bir şiirini okuyordum. Şair, işine gidecek, dışarıya çıkıyor. O çok sevdiği halkı görüyor. Sokaklarda, parklarda, otobüs duraklarında. Onları görünce, onlar için ve onların özgürlüğü ve refahı için yazdığı şiirleri düşünüyor. Ama bundan sonra, onların kendisinden, yani şairden hiç haberleri olmadığını anımsıyor. Acaba bir gün, “Hasan Hüseyin ne çok severmiş bizi” derler mi, diye yazıyor. Bunu okuyunca gözlerim yaşardı. Türk aydını çok uzun yıllar boyunca öyle büyük bir özveri gösterdi ki, bunu bu şiirde görebiliyoruz. Nâzım’ın Türk Köylüsü şiirinde görebiliyoruz. Ama sonra Mustafa Öğretmen’in önünde bir Deniz Gezmiş örneği var. Bunu gençlere açıklamak gibi bir sorunu var. Bu, onun içinden çıkamadığı bir şey.
Arzu ALKAN ATEŞ: Sus Barbatus! 3’te köy yaşamı devam ederken kent yaşamı ve sorunları giriyor devreye. Özellikle Doğu Ekspresi ve Cer etrafında gelişen olaylar hem ilginç hem de Türkiye’nin bir dönemine ışık tutması açısından önemli. K. İli çerçevesinde anlattıklarınız çok ayrıntılı ve sahici. Burada anlattıklarınızın ne kadarı otobiyografik. Bir de kent yaşamını tasvir ederken ne hissettiniz?
Faruk DUMAN: K. iline ve demiryolu çevresine olayların akışı nedeniyle uzanmak gerekti. Çocuklar içeriye alınmıştı, biliyorsunuz. Özellikle Aynur’la Orhan’ın K.’deki hapishanede bulunmaları nedeniyle, ayrıca oradaki isyanı ve firarları anlatmak istiyordum. Bu bizim tarihimiz açısından önemliydi. Bir anlamda, olayların başladığı A. ve K.’de toplumsal hareketliliğin nasıl yok edildiğini göstermek gerekiyordu. Elbette, benim açımdan trenlerden, tren vagonlarından söz etmek kutsal bir şeydir. İlk kitabımdan bu yana, trenler hep döndüğüm bir ana kucağı gibidir. Bu, benim çocukluğumdan ve babamın mesleğinden kaynaklanıyor. Beni düşünürsek, trensiz edebiyat hatadır. K.’deki zenginlik, sözgelimi Piyer’in oraya gelmesi gibi fantastik hayaller, benim yazarken çok eğlendiğim şeyler oldu. Yani bu anlamda romanın son cildinde bir karnaval yaratmak istiyordum. Domuz ruhları, edebiyat tarihi, ülkemizin siyasal geçmişi, karakterlerimizin akıbeti… Bütün bunları yazarken çok eğlendim. Toprak’ın, Ece’nin çay bahçesindeki konuşmaları sırasında da, bu roman benim için bir yazı olmaktan çıktı. Bir yaşam parçası oldu.
Faruk DUMAN: Elbette. Mustafa Öğretmen’i yazmaya başladığım zaman, müthiş bir zenginlik hissettim içimde. Müthiş bir rahatlık. Yani orada, edebiyat sevgisi ile dolu, yaşama o gözle bakan bir karakteriniz var, onun her konuşması, sahnede her görünüşü bu anlamda sizin için, yani benim için bir şölen. Zaten, bütün bu kurguyu düşlemeye başladığım zaman, büyük bir heyecana kapılmıştım. Mustafa, benim yerime Sefiller’i çözümleyecek, ya da ondan söz edecek. Bütün bu Sus Barbatus! dünyası içinde bir olanak, bir vaha. Yeri geldiğinde Melih Cevdet’ten söz edebileceğim. Kimin sayesinde, Mustafa Öğretmen. Ama tabii aynı zamanda zaaflarını ve zayıflıklarını da gösterebileceğim. Bir dönem tasarımı. O dönemin aydın-edebiyatçı karakteri. Bunu daha sonra pek çok okurumdan duydum. Kimi okurlara o kadar tanıdık geldi ki, neredeyse, çevrelerinden biri, bir tanıdıkları gibi Mustafa Öğretmen’i hemen algıladılar. Çok önemlidir. Cumhuriyet aydınının en temiz, adanmış örneğidir.
Bununla birlikte, benim edebiyatla ilgili düşüncelerime de bir yanıyla, yani bir oranda aracılık etmiştir. Sus Barbatus!’u yazarken Aysel’den ve Kenan’dan sonra en sevdiğim karakterlerden biri olmuştur.
Arzu ALKAN ATEŞ: Sus Barbatus! bir nehir roman. Nehir romanlarda çok sık rastlanan bir durum vardır. Ritim de nitelik de sona yaklaştıkça düşer. Fakat Sus Barbatus!’ta böyle olmadı. Ritim bir an olsun düşmedi. Romanın sesi hiç kesintiye uğramadı. Merak duygusunu öyle güzel besliyorsunuz ki? İlk ciltten itibaren türlü hikâye anlattınız. Ana hikâyeyi yan hikâyelerle beslediniz. Okuru sıkmamak bu kadar uzun soluklu bir romanda kolay iş değil. Mesela bölümler biraz daha uzun olsa roman büyüsünü kaybedebilirdi Tabiat tasvirleri tekrar etmiyor. Bunca tasvir yapıp da tekrara düşmemek büyük başarı. Hikâyeleri mesela Civan Yusuf’la Elif’i’n hikâyesini, Dede Sultan’ın hikâyesini, Jilet’in hikâyesini, devrimci gençlerin hikâyesini öyle bir noktada kesip diğer hikâyeye geçiyorsunuz ki merak duygusu hep canlı kalıyor. Bu işin bir matematiği bir simetrisi olsa gerek. Ne dersiniz?
Faruk DUMAN: Elbette, bütün bu sizin söz ettiğiniz sorunlar için romanı yazmaya başlamazdan önce, üç yıl düşündüm. Ritim, merak duygusu, sayfa ölçüleri, sözcük sayıları… Yani bir anlamda, yazmaya başladığım hikâyeden en ufak kuşkum yoktu. Çok uzun çalışmaya değecek, yorgunluğa değecek bir konuydu. Benim açımdan, yazılmasa olmazdı. Ama bunun yanında, okunmasını da sağlamam gerekiyordu. Bu konu, yazının okunurluğu konusu benim için önemlidir. Bu anlamda, her bölüm için 800 sözcüğe karar verdiysem, bunu belli oranda sağlamam gerekiyordu. Bugüne dek, Sus Barbatus!’un okunurluğu ile ilgili hep çok güzel şeyler duydum. Bu çok güzel.
Cem ÖZAYDIN: Unutmak, çağımızın hastalığı. Bu çağda her şey çok hızlı yaşanıyor, çabuk tüketiliyor. Unutuyoruz. Birey olarak da toplum olarak da yaşadıklarımızdan ders çıkaramıyoruz. Sus Barbatus!’ ta unutmak hakkında söylenenler de çok çarpıcı. Anlatıcı, “Bütünüyle ölmeden önce belleğimizi kaybederiz.” Ve “Ah unutmak bir hastalık. Soyut bir çürüme. Bir yerinden küflenmeyle başlıyor ve sonra da yayılıyor.” diyor. Sus Barbatus, bedensiz kalınca bazı şeyleri unutmaya başlıyor. Hatırlamak için bir bedene ihtiyaç duyuyor. Unuttukça dağılıp gideceğini biliyor. Sus Barbatus’un kokuları, sesleri ve renkleri hatırlayabilmesi için bir bedene ihtiyaç duyması ve başka bedenlerin içine, ama illa da bir domuzun içine girmeyi hayal etmesi kabuk olarak değerlendirdiğimiz bedenin sadece görüntüden ibaret olmadığının da altını çiziyor. Ne dersiniz?
Faruk DUMAN: Elbette, aslında somut bir nedenle bağlantı kuramadığımız zaman, düşünsel imajı zamanla kaybediyoruz. Yani düşüncelerimizin varlığı, bir anlamda, onların somut biçimde gerçekleşmesine bağlı. Yoksa bir ideale dönüşüyor. Bu anlamda ideallerin de yaşamımızda bir karşılığı olmuyor. Sus Barbatus, soyut bir varlık olarak şu dünyada çok uzun süre ayakta kalamayacağını anlamaya başlıyor. Bu nedenle eski yaşamına en kolay uyum sağlayacağı yer olarak da yine bir domuz bedenini hedef alıyor. Zaten daha önce biliyorsunuz, kendi bireyliğinin yaşama tutunmak için yeterli olmadığını keşfediyor. Bir domuz, aynı zamanda tüm domuzlar demektir. Bunu, yani sürüyü keşfediyor. Başka bireylerin anımsamalarının kendisinin zihninde yankı bulduğunu anlıyor. Bundan sonra, tümden yok oluşun önüne geçmek için, kendisine yeniden bir domuz bedeni bulmak istiyor. Bana kalırsa, Sus Barbatus gidip yeni bir domuz bedenine girdiği zaman güçlenecek. İki domuz ruhunun birleşmesi, farklı bir zihinsel güç yaratacak ve onlar birlikte çok güzel şeyler yapacaklar. Yani, bana kalırsa güzel bir hayat yaşayacaklar…
Arzu ALKAN ATEŞ: Sus Barbatus! 3’te yolda yürürken bir çukur açılır ve Kemal çukurun içine düşer. Düşünce de buranın bir zindan olduğunu anlar. Sonra Çetin ve Toprak’la birlikte bu zindandan hapishanenin altına kadar bir tünel kazmaya girişirler. Gerçi Kemal’in hayali define bulmaktır. Çetin’le Toprak ise Aynur’la Orhan’ı hapishaneden kaçırmayı hayal eder. Bir gün Ece de onlarla birlikte zindana iner ve orada gördükleri Ece’nin aklına birtakım görüntüleri getirir. “Duvarda asılan mahkûmlar gelmişti gözlerinin önüne. Bağrışları türlü işkencelerle kanamaları… Bacaklarından sızan kan, irin ve sidik, ciğerlerinin şişmesi sonra, orada öyle kaldıkça üşüten kızarıp hastalanan bedenlerin çaresizce çırpınması, sonra uyuşukluk acıya, ağrıya ve ümitsizliğe alışma. İnsan bunu nasıl yapabilir…” Ece zindandan çıktığında insanlık adına büyük bir utanç duyar. Özellikle 12 Eylül döneminde yaşananlar hepimizin malumu. Bu insanlık suçunu işleyenler acaba utanç duymuşlar mıdır? Bir insanlık suçu işlediklerinin farkında mıydılar?
Faruk DUMAN: Bu konuyla ilgili olarak birinci ciltte de bazı ifadeler bulunur. İşkenceci, buna bir “suç” gözüyle bakmıyor. Bu bütünüyle psikolojik bir süreç de olabilir. Yani bir anlamda, kullanılmış oluyor. Bana kalırsa, “bu yaptığım suç” düşüncesi bir bilgi halidir. Bilinç halidir. Ama o koşullarda bilgiyle ya da bilinçle hareket edilmiyor. Öyle sanıyorum.
devam edecek!