Cem ÖZAYDIN: Sus Barbatus! metinlerarası ilişkileri çok güçlü olan bir roman. Hem Türk edebiyatından hem de dünya edebiyatından birçok metne ve yazara gönderme yapıyorsunuz. Bu haliyle bir okuma şölenine dönüşüyor roman. Sus Barbatus 3’te Savaş ve Barış’a birçok gönderme yapıyorsunuz. Hatta öyle ki Tolstoy’un kahramanları Piyer ve Nataşa K. kentinde dolaşıyor. Hatta Sus Barbatus’un kahramanlarıyla temas ediyorlar. Bazı bölümlerde sanki Savaş ve Barış’ın sayfaları arasında gezdiriyorsunuz okuru. Bu hem çok eğlenceli hem de çok şaşırtıcı. Sus Barbatus 2’de Maupassant’ın Horla’sı A. Dağlarında, köyde, ormanın üzerinde dolaşıyor, adeta devrimin ruhuna dönüşüyordu. Sus barbatus! 1’de ise Sefiller ve Yaban romanları üzerinden birçok gönderme yaptınız. Dünya edebiyatının önemli eserlerine yaptığınız bu göndermeler, hem ilginç, hem de çok kıymetli. Sus Barbatus!’un değerini de büyüsünü de artırıyor. Başka roman ve hikâyelerle böylesine ustaca bağ kurmak ve romana bu eserlerin ruhunu yedirmek ustalık isteyen bir iş. Bunu yapmaktaki amacınız neydi ve bunun üstesinden nasıl geldiniz?
Faruk DUMAN: Çok teşekkür ederim. Üstesinden gelebildiysem, ne mutlu. Ama hedeflediğim şey, bazı bakımlardan zengin bir yapıt üretmekti. Örneğin dil bakımından, birbirinden farklı sözcükleri, dünyaları bir araya getirmek, yeri geldiğinde bazı edebiyat yapıtlarına değinmek, bunu da romanın akışını ve doğal yapısını bozmadan yapmaya çalışmak. Burada, örneğin, bazı kahramanlarımızın bize yardımcı olduğunu görüyoruz. Mustafa Öğretmen gibi, Orhan gibi, Faruk gibi. Faruk, daha önce de kimi söyleşilerde değindim; benim edebiyat görüşlerimi temsil etmek gibi bir kolaylık gösteriyor. Ama tabii bir koma halinde olduğu için bana ayrıca düşler, duyular gibi belirsizlik taşıyan olanaklar sunuyor. O zaman onun düşüncelerinin kesinlikten uzak olması da bir bakıma işimi kolaylaştırıyor. Böyle baktığınız zaman, pek çok anlatıcıdan yararlanmış oluyorum. Bu anlatıcılar, başka başka toplumsal sınıflardan geliyor. Yaşama başka açılardan bakan anlatıcılar. Bununla birlikte olanaklar genişliyor. Tabii, Sefiller’in, Yaban’ın, Horla ve Savaş ve Barış’ın benim okurluğumda da özel yeri vardır. Bu kitap bir anlamda o büyük ve gerçek edebiyat yapıtlarına selam niteliği taşıyor. Elbette okura da önermiş oluyoruz. Böyle. Piyer’in Kars’a gelişi de aynı biçimde beni çok eğlendiren bir şey oldu. Her şey birbirine karışıyor. Tabii Rusya ile benzerlikler var. Ben Rusları bize benzetirim. Onları anlatmak bir noktada Türk yazarları için sanırım kolay olacaktır. Bazı yerlerde Bedrettin Cömert ile ilgili anımsatmalar var. Ben, Sus Barbatus!’u yazarken, edindiğim her şeyden yararlanmak istedim; resim bilgisi, doğa bilgisi, sözcük ve edebiyat bilgisi, tarih, ne varsa. Daha önce yazdığım denemelerden de, okuduğum masal ve seyahatnamelerden de yararlanmak istedim. Okurun bu kitabı okurken harcadığı zamanın hakkını vermek istedim. Umarım verebilmişimdir.
Arzu ALKAN ATEŞ: Sus Barbatus! 3’te efsanelerin yaratılma sürecine tanık oluyoruz. Kocası Mehmet’in içkisinden bunalan ve bir medet uman Sunay’a Barak Bey’in ayan olması. Ya da Dede Sultan’ın gördüğü rüyadan hareketle büyülü bir pınarın varlığına inanması ve o yaşta dağ bayır bu pınarı araması. Sus Barbatus!’ta halk kültürüne ve halkın inançlarına dair birçok şey bulmak mümkün. Halkın batıl inançlarına da sık sık vurgu yapılıyor. Sus Barbatus!’ta bir tarafta devrim için mücadele eden felsefe, Marksizm, diyalektik, emek, hakkında düşünen tartışan kahramanlar bir taraftan da efsanelerden, menkıbelerden çıkıp gelmiş gibi duran ve gerçeküstü güçlere inanan kahramanlar var. Türk toplumunu tüm gerçekliğiyle yansıtmak mı istediniz?
Faruk DUMAN: Bu çok büyük bir iddia olur. Halkla aydın sınıf arasında uçurum var. Burada bu durumu çözmesi gereken aydındır. Yani halkı, binlerce yıldan bu yana sürüp gelen inançları dolayısıyla yargılamaktansa, o inançların nasıl işlediğini görmek gerekir. Öncelikle, Âşık Kerem’in nasıl şiir ürettiğini, Dede Sultan’ın o iradeyi nasıl yaşatabildiğini anlayacağız. Ben sadece bu iki yanı bir arada göstermek istedim. Kimi noktalarda batıl inançlı halkın, örneğin Jilet’in, Kenan’ın daha ileri bir noktada olduğunu göreceğiz. Hâkim’in de. Hâkim’le Murat’ın konuşmalarında da görebiliriz. Örneğin Hâkim bir yerde Halil için, “Yaman çocuk bu,” diyor. Ama Murat için aynı şeyi düşünmüyor. Bunun gibi. Bana göre Türkiye’de halkla aydın arasında -ki bu biçimde ayırım yapmak da durumun tuhaflığını gösteriyor- bir dil sorunu var. Bu dil sorununun çözülmesi gerekiyor… Ama aslına bakarsanız Sus Barbatus! tam olarak bununla ilgili bir roman değil. Pek çok şeye değiniyor. Her şeyden önce, pek çok hikâyeyi bir arada anlatıyor. Halkın inançlarını gözlemliyor. Bir folklor biçimi olarak. Geçenlerde bir yerde bir kuyrukta sıra bekliyordum. Bir sıkışıklık yoktu, yine de, teyzenin biri dışarıya çıkarken benim önümden değil de arkamdan geçmek istedi. Ben şaşırınca durup güldü. Önünden geçip de kısmetini kapatmak istemem, dedi… Bu çok derin bir folklordür.
Cem ÖZAYDIN: “Roman kahramanları gerçek değildir. Bu nedenle romanların gerçek çelişkisi önce burada belirir: sahte yani yalan, o kadar ustaca söylenmelidir ki, onu okuyanlarda bir inanç yaratsın. Gerçek gibi görünsün.” Oldukça kalabalık bir kişi kadrosu var Sus Barbatus!’un. Kahramanlarınıza bir mesafeden baktığınızı düşünüyorum. Çünkü her kahramanı kendi gerçekliği içinden veriyorsunuz. Hepsi o kadar sahici ve insan ki okur onlara bağlanıyor. Başlarına gelenler için dertleniyor. Ya da güzel bir şey olduğunda seviniyor. Roman bittikten sonra da kahramanların akıbetini merak ediyor. Kahramanlarınız ete kemiğe bürünüp romanın sayfalarından çıkıp hayata dahil olacakmış gibi duruyor. Bu gerçekçilik Sus Barbatus!’un yazarının, anlatıcının da dediği gibi usta bir yalancı olduğunu mu gösteriyor? Ne dersiniz?
Faruk DUMAN: Evet, gerçeklik duygusu, yani yazının gerçek olmadığını biliyoruz. Ama okumaya başlar başlamaz, yazı artık bizim çağrışım dünyamıza dahil olduğu için, bir anlamda yaşamaya başlıyor. “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır,” diyor Stendhal, aynanın bir yanılsama aracı olduğunu düşünüyoruz. Ama ustaca kurgulanmış. Gerçeklik duygusu yaratıyor. Daha doğrusu, aynanın karşısında kendinizi inceliyorsunuz. Kendinize baktığınızı düşünüyorsunuz. Romanın yarattığı gerçeklik duygusu böyle bir şey. Bu gerçeklikten yola çıkıyoruz. Sonra yazarın biçemi başlıyor. Leylâ Erbil’de, Hulki Aktunç’ta, aynaya uzanıp girebildiğinizi görüyorsunuz. Orada bu duyguyu başka yöntemlerle veriyoruz. Hem okur hem de kendimiz için. Ben örneğin, Barbatus’u anlatmaya başladıktan sonra sevmeye başladım. Ölmesine ve yok olup gitmesine bir türlü izin veremedim.
Arzu ALKAN ATEŞ: Sus Barbatus! birçok çatışması olan bir roman. İnsan- doğa, aydın- köylü, birey -devlet, ağa -self, faşizm- komünizm, asker- sivil… Türkiye’nin sorunlarının bu çatışmalar üzerinden anlatılması Sus Barbatus!’u bir politik roman olarak da okumayı mümkün kılıyor. Bu yönüyle Sus Barbatus! diğer romanlarınızdan çok farklı bir yerde duruyor. Bütün gerçekleriyle bir Türkiye romanı mı yazmak istediniz?
Cem ÖZAYDIN: Korku, Sus Barbatus!’ta sürekli vurgulanan duygulardan biri. “O zaman işte, iyice ortaya çıkmıştı ki insanoğlu balondur hem de sözünün arkasında asla duramaz. İnsanoğlu her şeyden olduğu gibi kendinden de korkar, kendi konuştuğundan da korkar ve bu nedenle söylediği sözü de hemen unutur.” Sanki dünyaya gelir gelmez öğrendiğimiz bir duygu korku. İçimizde kök salmış. Yapıp etmelerimizi o belirliyor. Sus Barbatus!’ta herkes bir şeylerden korkuyor. Mesela Ece babasından korkuyor. Aysel ve Kenan açlıktan korkuyor. Gülşen, Kadir Ağanın gözlerinden ve bakışından korkuyor. Asker, devrimci gençlerden ve ormandan korkuyor. Devrimci gençler yakalanmaktan korkuyor. Belki bir tek Aynur var, hiçbir şeyden korkmuyor. Çünkü onu öldürememişler. Günlerce işkence yapmışlar, öldü diye sokağa bırakmışlar da yine de ölmemiş. Bir korku toplumu olduğumuzu, korkunun gücü elinde tutanlar tarafından, insanları bastırmak için kullanıldığını düşünüyorum. Sus Barbatus!’ta komutanın köylüye yaptıkları, Kadir Ağa’nın Orhan’a yaptıkları, Albay’ın Mehmet’e yaptıkları… Bir de şeyhin köylüye yaptıkları var. Güçlerini insanları korkutmak için kullanıyorlar. Ama Sus Barbatus!’ta korkuların da aşılabileceğini görüyoruz. Çünkü kahramanlarınızın çoğunun otoriteye ve güce boyun eğmediğine tanık oluyoruz. Bu boyun eğmeyiş, insanın özgürleşme yolunda korkularını yenmesiyle mümkün gibi görünüyor. Sus Barbatus!’un kahramanları her şeyden önce kendi devrimlerini gerçekleştirerek, okura hem örnek oluyor hem de güç veriyorlar. Sus Barbatus!’un bu anlamda bir farkındalık oluşturduğunu düşünüyor musunuz? Okurlarınızdan ne gibi dönütler aldınız?
Faruk DUMAN: Umut verici, sonuna dek okuyabildikleri bir roman olduğunu söylüyorlar. Hepsine bir kere daha teşekkür ediyorum. Çok uzun bir yazı. Çok zamanlarını almış oldum. Umarım değmiştir. Bir yazarın işi bana göre, öncelikle yazma coşkusunu kendi içinde duymaktır. İnsanlara anlatacağı, onların da ilgisini çekecek bir hikâyesi varsa, ki bu bana göre şarttır, onun üzerinde oturup sabırla çalışmaktır. Sonra sanırım Tolstoy’un bir sözüdür, kahramanlarınızı sevin, der. Ben de ancak böyle yazabiliyorum. Elbette bu bencesi. Yoksa bin türlü yazılabilir. Bizim kahramanlarımız, korkutucu bir dünyanın içinden çıkmış, o dünyaya başkaldırmış insanlar. Hepsi öyle. Sus Barbatus, ölüm karşısında ruhunun özgürlüğünü kazanmış biri. CENNET, nehrin içine içine yürüyen bir kahraman. Yusuf da öyle. Hepsinin içinde bir hayalet dolaşıyor. Bu bir manzara tabii. 80 öncesinin manzarası. Böyle bir manzara umutsuz olamazdı. Bana göre şimdi de öyledir. İnsan umutla yaşar.
Arzu ALKAN ATEŞ: Sus Barbatus!’taki hikâyede mekân ögesi köy ve kent olarak tasarlanmış. Hatta hikâyenin toplamı değerlendirildiğinde köyün mekân olarak kente oranla daha baskın kullanıldığını söyleyebiliriz. Ancak Sus Barbatus! için bir köy romanı diyemeyiz. Her ne kadar büyük bir zevk ve ustalıkla yerel sözcükleri kullanmış olsanız da konuşmalar yerel ağız özelliğini yansıtmıyor. Faruk Duman bu tercihiyle eserinin bir köy romanı kalıbından uzaklaştırmış ve bir anlamda klasik bir roman yazmış, diyebiliriz. Bu saptamama katılır mısınız?
Cem ÖZAYDIN: Bir iddia sahibi olmak ve bu iddiada ısrarcı, inatçı olmak yaşadığımızı kanıtlayan çok önemli iki olgu. Faruk Duman, yarattığı karakterlerle “iddia ve inat”ın yaşamsallığına da vurgu yapıyor. Kenan’ın Sus Barbatus!’u avlama ve onu can pahasına evine getirme süreci, sonrasında avının etini tüm kültürel kodlara inat elden çıkarıp paraya dönüştürme ısrarı onu hem güçlü kılıyor hem de yaşama bağlıyor. Jilet’in Dilber’in peşinden gidişi, vurduğu devrimci genci ısrarla arayışı, Kadir Ağa’nın bitmek tükenmek bilmeyen öfkesi ve öç duygusu, Mustafa Öğretmen’in edebiyata ve devrime tutkusu, Gülşen’in var olmak için verdiği mücadele, Aynur’un, Halil’in, Orhan’ın ve diğer gençlerin yarın devrim olacağına dair iddiaları, Dede Sultan’ın kutlu kişinin müjdelediği boncuklu pınarı arayışı…
Faruk Duman’ın kişisel edebiyat yolculuğundaki iddiası ve ısrarı hakkındaki ve ayrıca “iddia ve inat”ın yaşamla ilişkisi hakkındaki düşüncelerini öğrenebilir miyiz?
Faruk DUMAN: Yani bu yaşama bağlılıkla ilgili bir şey. Yaşamak zorundasınız. Karnınızı doyurmak, barınmak zorundasınız. Bu anlamda dayanma gücümüz çok. İnsan her koşula uyum sağlıyor. Bunu ben iddialı olmakla ya da inat etmekle isimlendirebilir miyim bilmiyorum. Ama yaşamak hırsı. Jack London’ın kitabının adı gibi. Bunun içinde elbette korku da var ama sonuna kadar direnmek… Her şeyin bittiği noktada yeniden ayağa kalkmak. Bu canlılığın bir zorunluluğu gibi. Şimdi yani ne yapsın Kenan? Toplumsal bakımdan. Aslında her şeyleri bitmiş. Bir yerde bir şey duyuyor ve bu aklına yatıyor. Yatınca da onu yapacak, çünkü bir umut ışığı görüyor orada. Son bir kibrit görüyor. Kalkıp kar altındaki ormana gidiyor. Açlık, yoksulluk, bizi türlü çareler aramaya itiyor. Hiçbir şey yoksa, hiç ışık kalmamışsa bile o zaman da inançlar başlıyor. Mit başlıyor. Yaşar Kemal ne anlatıyor Hüyükteki Nar Ağacı’nda? Gidip bir de bakıyorlar ki birileri gelip ağacı kökünden kesmiş. O zaman birinden duyuyorlar, kökün başında bir gece uyursan… O zaman hiçbir çaresizliğin kalmayacak… Buna inanıyorlar. Çaresizlik, mit yaratıyor. Batıl inanç yaratıyor. Din yaratıyor. O zaman da o din yeni bir güç, yeni bir yaşama ümidi veriyor işte.
Arzu ALKAN ATEŞ: Modern edebiyattan beslendiğiniz kadar Halk edebiyatından ve sözlü kültürden de besleniyorsunuz. Sus Barbatus!’ta geleneksel edebiyatın izlerini takip etmek mümkün. Destanlar, âşıklık geleneği, halk hikâyeleri, efsaneler, meseller hakkında söylenenler, yapılan göndermeler okura unuttuğu sözlü kültürü hatırlattı. Ve birçok okurda bu kültüre ait ürünleri yeniden okuma arzusu uyandırdı. Anlatıcının dilinde geleneksel hikâye anlatıcılarının sesini duymak da çok hoşumuza gitti. Buna rağmen Sus Barbatus! modern bir eserdir. Bu çağın romanıdır. Bunu başarmış olmanızın sırrı nedir?
Faruk DUMAN: Sağolun. Eğer öyleyse, demin de söylediğim gibi, modern tekniğinden ötürü öyledir.
Cem ÖZAYDIN: Sus Barbatus’un anlatıcısı Manas destanı hakkında “ Manas sonsuzdur. Manasın bir tek amacı vardır, yaşam gibi sonsuz bir hikâye anlatmaktır. Bir anlamda yaşamla yarışmak.” der. Bu cümleleri Sus Barbatus! için de söyleyebiliriz. Sus Barbatus! diliyle, üslubuyla, olaylarıyla, doğasıyla, hayvanlarıyla, insanlarıyla okurun zihnine adeta kazındı. Romanın finalinde Aynur her şey daha yeni başlıyor, der. Kenan da Zeynep’e Mücahit’in tüfeğini göstererek bu sefer olacak, der. Başladığımız yere geri döndük hissi uyandı bende. Bu bitmemişlik duygusu Sus Barbatus!’u sonsuz yapıyor. Böyle bir romanın altına imza atmak bir yazar için büyük bir mutluluk olsa gerek. Sus Barbatus!’u yazmış olmak nasıl bir duygu? Sizce Sus Barbatus! Türk edebiyatı ve okuru tarafından hak ettiği ilgiyi gördü mü?
Arzu ALKAN ATEŞ: Sus Barbatus! Faruk Duman edebiyatının mihenk taşı oldu diyebiliriz. Açıkçası bunun üzerin çıkılabilir mi bilmiyorum. Yeni projeleriniz var mı? Ve Sus Barbatus, bundan sonra yazacağınız eserler üzerinde bir baskı kuracak mı? Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Faruk Duman: Bende çok farklı bir yeri oldu. Yaşamımın bir noktasında, büyük emek harcayacağım ve her şeyimi verebileceğim bir yapıt yaratmak istiyordum. Şimdi, bunun Sus Barbatus! olduğunu görüyorum. Ama şunu eklemem gerekiyor. Yazarken çok eğlendim. Bir yazı yazdığımı değil, farklı, yeni, bambaşka bir hayat daha yaşadığımı hissettim…
Faruk Duman’la Arzu Alkan Ateş ve Cem Özaydın Söyleşti-İkinci Bölüm