TÜRK OKURUNDA COŞKU UYANDIRAN BİR BAŞYAPIT/ SUS BARBATUS!
Her şeyden önce şunu söylemek gerek ki, Faruk Duman’ın okurlarına ve Türk edebiyatına armağanı olan Sus Barbatus! büyük bir birikimin ve emeğin ürünü. Okurda büyük bir coşku uyandıran Sus Barbatus! daha şimdiden edebiyatımızın kült eserleri arasına girdi. Doğa romanı, dil romanı, politik roman, büyülü gerçekçi roman, devrim romanı, postmodern roman tanımlamalarının hepsinin Sus Barbatus! için geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama onu salt roman olarak değerlendirmek haksızlık olur. Çünkü destan, pastoral şiir, fabl, masal olarak da okunabilir. Faruk Duman adeta bütün türleri harmanlayarak okuruna, bir okuma şöleni hazırlamış. Bu şölenin baş aktörü hiç şüphesiz Duman’ın eşsiz dili. Türkçenin bütün olanaklarını kullanan Duman, okurun dimağında unutulmaz bir haz bırakıyor. Bu dil sayesinde doğa canlanıyor, hayvanlar dile geliyor. Acı, korku, merhamet, nefret, sevgi, aşk gibi duygular somutlaşıyor. İnsanın içinde bu dil sayesinde bir umut yeşeriyor. Sanki duman yaşamı da ölümü de diliyle büyülüyor. Okura da bu büyüye kendini bırakmak düşüyor.
Arzu ALKAN ATEŞ: Kitaba adını veren Sus Barbatus sakallı bir yaban domuzu. Bir yaban domuzunun avlanma hikâyesinden yola çıkararak böylesine hacimli ve katmanlı bir roman yazma ilhamını size veren neydi? Sus Barbatus’u yazmanız ne kadar sürdü ve bu süreçte neler hissettiniz? Umutsuzluğa kapıldığınız, yazmaktan vazgeçmeyi düşündüğünüz anlar oldu mu?
Faruk DUMAN: Bildiğiniz gibi, bugüne dek hep kısa öyküler ve kısa romanlar yazdım. Ama şu son yıllara doğru, hem bir okur hem de bir yazar olarak, klasikleri yeniden aldım, Zola’yı, Hugo’yu okuyordum. Bunlarla ilgili bazı düşüncelerim ve elbette hayranlığım vardı. Bir yandan, öteden beri, büyük bir yapıt, yaşamımın bu dönemini adayacağım, yıllarca üzerinde çalışacağım ve sonunda, sorulursa, işte ben de bunu yaptım, diyebileceğim bir yazı yazmak istiyordum. Ama tabii böyle bir işe girişmek çoğu zaman hayaldir, o kadar sabırlı ve güçlü olduğumu hiç sanmıyordum. Sonra, Artvin’de dolaşıyorduk, geçmiş hikâyeleri, dostlarımızın anılarını dinliyorduk. Burada hem benim kalemime hem de hepimize dokunan hikâyeler, görüntüler vardı. Bende bu esinin harekete geçmesi için bazı koşullar bulunuyor: Hava şartları, doğa görüntüleri, hikâyeleri taşıyacak kahramanların farklılıkları gibi. Ve elbette, hikâyenin kendi içeriği. Sözgelimi Kenan’ın domuza karşı geliştirdiği sevgi, inanç, bana insanın mit yaratmasıyla ilgili önemli bir örnek gibi görünüyordu. Bu doğal olarak başka ilişkilere de uygulanabilirdi. Bu noktada birçok keşif başladı… Bende yazacağım hikâyeye inanç her şeydir. Ona inandığım zaman yazıyla ilgili başka her şeyi bir kenara bırakabilirim. Yazı, coşkulu bir hal alır. Bazen hikâyenin hızına yetişemediğim olmuştur. Düşünceleri kaçırmamak için. Oturduğum yerden kalkamadığım da olmuştur. Ama tabii başladığım zaman, hayal ettiğim sonuca ulaşacağıma yine inanmıyordum. Bir yerde kesileceğini, gücümün tükeneceğini düşünüyordum. Bu, son cilde kadar sürdü. Her cildin sonunda, bu kadar yeter aslında diye düşünmüştüm… Ama tabii bir de simetri takıntısı var bende, üçüncü cilt tamamlanmasaydı, tüm emeklerimin heba olduğunu düşünecektim. Yani işte böylece başladı. 12 Eylül’e yaklaşılırken, ülkenin büyük bir devrime hazırlandığı seziliyor… Bir hayalet dolaşıyor ve insanlara umut, inanç aşılıyor. Bizim hikâyemizin hayaleti de Sus Barbatus! oluyor. Ben yine bu düşünceye de yazarak ulaşmıştım. İlk yüz sayfadan sonra, romanımın enerjisinin hiç düşmeyeceğini anlamıştım.
CEM ÖZAYDIN: Sus Barbatus! üçlemesi 1979’un kışında başlıyor. 1980 12 Eylül Darbesi’yle son buluyor. Romandaki olaylar mevsimler üzerinden anlatılıyor. Mevsim birinci ciltte kış, ikinci ciltte bahar, üçüncü ciltte ise yazdır. Bu mevsimler bir renge bürünüyor, okura maviyi, yeşili ve kırmızıyı çağrıştırıyor. Sus Barbatus! için bir renk üçlemesi de denilebilir. Okur anlatının içinde mevsimlerin ve renklerin içinden de geçiyor. Sus Barbatus!’u mevsimler ve renkler üzerinden kurgulama fikri nasıl oluştu?
Arzu ALKAN ATEŞ: Faruk Duman okuru, Köpekler için Gece Müziği ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur romanlarından da bilir ki Faruk Duman’ın edebiyatında doğa ana karakterdir. Sanki yüzyıllardır konuşmaya susamıştır da duygularına tercüman olan bir ses bulunca coşmuştur. Sus Barbatus! için bir doğa romanıdır diyebiliriz. P,ç,t ünsüzlerinin geçtiği pıskırmak, çoşkurmak, çakşırmak, çağşamak, çağıldamak, patlamak, ofuldamak, gıcırdamak gibi kelimelerin doğanın tasvir edildiği bölümlerde sık sık tekrarlandığını görüyoruz. Doğadan yansıma sözcüklerle doğanın betimlenmesinin bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. Sus Barbatus! 3’te Mustafa Öğretmen şöyle diyor, “ Örneğin, Karacaoğlan’da doğanın sesi vardır, diyelim. O suyun akışını, arının inip kalkışını, küçük bir uçak gibi, bir pervaneli uçak gibi, metal bir böcek, bir motor imgesi, bunun havadaki seyrini, kuşların gerçek ötüşünü, şairin dilinde sözcüğe dönüşen bütün o rüzgârı, kar çıtırtısını duymadan, o dili anlamanın da sınırlı bir anlama olacağı neredeyse kesin değil midir?” Mustafa Öğretmenin de dile getirdiği gibi “Doğanın dilini duymadan o dili anlamak imkânsızdır.” Bildiğim kadarıyla bir şehir insanısınız. Doğanın dilini böylesine duymanız nasıl mümkün oldu?
Faruk DUMAN: Çok erken yaşlarda başlayan bir dikkatle ilgili bu. Neye odaklanıyorsanız, onunla ilgili olarak, dikkatiniz daha açık ve toparlayıcı oluyor. Öncelikle, doğadan söz etmek, ya da onunla ilgili betimlemeler yapmak için, elbette iyi bir gözlem gerekir, tanıma, dokunma, tatma… Ben bu anlamda özellikle çocukluk yıllarında başımı çok belaya sokmuşumdur. Yılan, arı sokmaları, zehirlenmeler, ağaçtan, kayalıklardan düşmeler… Annem bu anlamda çok çekmiştir, Kars’ta bir kış boyunca kızakla beni okula götürüp getirmişti. Ayaklarım aynı anda kırıldığı için. Bundan sonra, yani bir kere ilgi alanınız doğaya kayınca, bu kere sözcükler de geliyor. Yansıma sözcükleri, ikilemeler, benzetme ve ayırımlarla ilgili geleneksel tanımlamalar… Ama şunu söylemek gerekiyor; ben hiçbir zaman yazıya, bir araştırmacı, bir akademisyen gibi yaklaşmadım. Onların yaptığı çok saygın bir uzmanlık işi, biz onların çalışmaları sayesinde pek çok şeyi öğreniyoruz. Ama, kendi adıma, bir kere yazıyla ilgili olarak yalnızca yazarlık yapmaya karar verdiğim için, bu alandaki doğal, yazınsal dilimi korumak istiyordum. Şunu söylemek istiyorum, sözcüklerin, deyimlerin seçiminde bir dilci titizliği ya da o bağlamda bir çalışma yoktur. Zihnimde yer ettiyse, o yansıma sözcükleri, o yerel sözcükler, yazıma da bir renk, bir ses katacaksa, kullanıyorum. Böylesi yazı için daha doğal geliyor bana. Evet, Mustafa Öğretmen, pek çok noktada benim düşüncelerimi de temsil ediyor. Ama oradaki konuşmalar sınırlı elbette. Vurgulanması gereken, halkın dilinin ana sesini ancak doğa taklitlerinden duyuyoruz. Bütün sözel kültür, halkın benzetme biçiminden, yordamından doğmuştur.
Cem ÖZAYDIN: Sus Barbatus!’u yazarken başka sanat dallarından özellikle resim ve müzikten beslendiğinizi düşünüyorum. Çünkü doğa tasvirleriniz bir perspektif içeriyor. Adeta resmedercesine yazıyorsunuz. Resim yapmayı sevdiğinizi biliyorum. Resme olan ilginizin, size yazma kolaylığı sağladığını düşünüyor musunuz? Müziğe gelince Sus Barbatus’un bir ritmi var. Seslerin alçalıp yükseldiğini duyuyoruz. Mesela doğanın anlatıldığı bölümlerde ses çok güçlü. Sanki bir bestesi var Sus Barbatus!’un. Hatta Vivaldi’nin dört mevsimini hatırlatıyor. Bir de türküler var. Kahramanların söyledikleri ya da radyodan dinledikleri türkülerin de romana farklı bir ses kattığı söylenebilir. Sus Barbatus!’u yazarken müzikten ilham aldınız mı?
İşte, bölüm uzunlukları, tekrarlanan cümleler, sözcükler, bana sorarsanız bu tıkırtıya eşlik ediyor. Buradan, müzik değilse de bir ritim çıkacaktır kuşkusuz.
Arzu ALKAN ATEŞ: Faruk Duman’ın özgün bir dili var. Katmanlı ve kuşatıcı bir dil bu. Türkçenin bütün olanaklarından yararlanıyorsunuz, özellikle Sus Barbatus!’ta hikâyenin odağındaki coğrafyaya ait yerel sözcükleri de kullanıyorsunuz. Cümle yapınız da oldukça farklı. Cümleleri sık sık parçalıyorsunuz. Okurun bağlamı yakalayabilmesi için tetikte olması gerekiyor. Bu sebeple her okur anlatının içine hemen giremeyebiliyor. Hiç unutmuyorum farklı yazarlarla tanışmak isteyen meraklı bir öğrencimin eline “ Köpekler için Gece Müziği’ni tutuşturdum. Bir gün sonra yanıma geldi. Hocam bu yazar fiilimsilerden, bağlaçlardan sonra nokta koyuyor. Cümleleri tamamlamıyor. Oysa çok övmüştünüz, dedi. Ona biraz sabırlı olmasını okudukça dile alışacağını söyledim. Öyle de oldu. Köpekler için Gece Müziği’ni bitirdiğinde bütün kitaplarınızı okumaya karar vermişti. Sus Barbatus!’ta geleneksel Türk edebiyatıyla modern edebiyatın dil ve anlatım özelliklerini harmanlayarak Türkçeyi ve Tür edebiyatını bambaşka bir yere taşıdığınızı düşünüyorum. Bu dili kurmak zor oldu mu? Okurun Sus Barbatus!’tan sonra Faruk Duman’ın diline alıştığı söylenebilir mi?
Faruk DUMAN: Yani kurmak demeyelim de. Öyle söyleyince, amaç salt bir oyun, bir kurmaca imiş gibi görünüyor bana. Yani dille ilgili olarak ben hiçbir zaman ilginçlik, oyun peşinde olmadım. Yazmak benim için hep keşif oldu; sürekli öğrenme, dönüşüm ve yeniden öğrenme, yenilenme… Ama temelde, hem büyüklerimizin hem de eski sözlü edebiyatımızın sesinde, zaman içinde, yavaş yavaş dikkatimi çeken ritmin peşinde oldum. O soluk almalar, ara vermeler, beklemeler, kekelemeler, ekleri, kökleri unutmalar, bana çok ilginç geliyordu. Konuşan insanları dinledikçe büyüleniyordum. Ve, bu biliyorsunuz, yazıyla ses arasındaki fark çok önemli, burada ne kadar yol alabileceğimi düşünüyordum. Yine de, sanki bu alanda çalışmış, uzun araştırmalar yapmışım gibi anlaşılmasın. Yavaş yavaş ortaya çıkan düşünceler, öykülerde başlayan denemeler, zaman içinde Barbatus’a uzandı. Bu konunun bu romanla birlikte daha açık hale geldiğini ve artık anlaşıldığını düşünüyorum. Sesin yazıyla sabitlenebilmesi, aslında olacak şey değil. Düşündükçe, yazının sınırları iyice daralıyor. Yani bana öyle geliyor.
Cem ÖZAYDIN: Romanda yer adları kısaltılarak veriliyor. Mesela A. Ormanları, K. İli, Ç Gölü, Ş. İli diyorsunuz. Bu kuşkusuz okurun merak duygusunu besliyor. Sus Barbatus! 3’te romanın sonunda bir harita var. Bu haritada romanın geçtiği coğrafya verilmiş. Meraklı okurlarınız için hikâyelerin geçtiği coğrafyanın gerçeklikle ne kadar ilişkisi olduğunu açıklar mısınız?
Faruk DUMAN: Evet, coğrafyaya çok bağlı kalamadığımız için isimleri de net biçimde veremiyoruz. Öyle düşündüm. Romanda geçen köy, Ç. Gölü’ne o kadar yakın olamazdı. Coğrafi bakımdan. Artvin’deki köyle Çıldır’dakini tek bir mekânmış gibi anlatmak gerekiyordu. Romanınızı kurguladığınız sırada, bu harita en azından sizin için işleri kolaylaştırmalıdır. Yoksa olanaksızlıklar içinde debelenip durursunuz. Bir de, daha önce de bir nedenle değinmiştim, Sus Barbatus!’un nasıl bir biçimle yazılacağına, Şavşat’tan çıkıp Ardahan’a yukarıdan baktığımız zaman karar vermiştim. Daha doğrusu, ancak o zaman romanın biçimi kafamda belirmişti. Yukarıdan, bir ovaya, bir coğrafyaya bakar gibi ilerliyoruz. Bölgenin üzerinde dolaşıyoruz. Bunu tabii bir anlatıcı olarak, benim yerime Sus Barbatus!’un ruhu yapıyor. Bedenin içinden çıkıyor ve baştan belirlediğimiz haritanın içinde dolaşmaya başlıyor.
Arzu ALKAN ATEŞ: Sus Barbatus!’ta doğadan sonra hayvanların da karaktere dönüştüğünü görüyoruz. Zaten romana adını veren Sus Barbatus bir yaban domuzu. Sus Barbatus dışında başka hayvanlar da var. Ki onlar olmasaydı sanki roman bu kadar büyülü olmazdı. Aynur’un köpeği Karagöz, Civan Yusuf’un atı Cennet, Kırmızı kartalın belinden yakalayıp havalandırdığı sonra da taşıyamayıp bıraktığı yavru ceylan Gökyüzü, ışık saçan cennet kuşu Dilber, birinci ve ikinci ciltten aşina olduğumuz hayvanlar. Üçüncü ciltte ise Coco çıkıyor karşımıza. Coco bir kertenkele. Hem meraklı hem macerasever. Dede Sultan’ın, peygamberi sırtında taşıdığı için kutsal olduğuna inandığı Deve Davut’la da üçüncü kitapta tanışıyoruz. Bunlardan başka da sincaplar, kartallar, yılanlar, kurtlar …. var. Faruk Duman’ın anlatılarında hayvanlar çok önemli bir yere sahip. Sus Barbatus!’ta hayvanlarla insanlar arasındaki bağın çok güçlü olduğunu görüyoruz. Hatta kahramanlar güçlerini bu hayvanlardan alıyorlar sanki. Merhamet, cesaret, vefa duyguları hayvanlardan kahramanlar geçiyor. Mesela Halil’i atı Gümüşsüz, Aynur’u köpeği Karagözsüz düşünemiyorum. Anlatıcımızın da büyülenerek anlattığı bu hayvanlara dair sevgi ve şefkati Faruk Duman nasıl edindi. Ve bu sevginin Anadolu insanında bir karşılığı var mı?
Ben hayvanlardan hep büyülenmişimdir. Çocukken korktuğum sürüngenlere, yaşım ilerledikçe daha büyük sevgiyle yaklaşır oldum. Yılanlar, büyüleyici hayvanlar. Kertenkeleler de öyle. Barbatus’un son cildine bıraktım, annem kertenkelelere Coco derdi. Bunlar, toprağın ıslanıp canlanmış parçalarıdır.
devam edecek!