Serkan Türk: Köpekler İçin Gece Müziği’nin fonunda sürekli duyumsadığımız yağmur bu kitabın her sayfasını ele geçirmiş gibi başat bir kahraman. Karın, soğuğun, yağmurun içimize işlediği roman atmosferi çok sayıda başkaca kahramanları zihin dünyamıza da taşıyor. Her biri neredeyse eşit derecede yer aldıkları sayfalarda okuru destansı bir anlatının parçası yapıyor. Faruk Duman bu romanın kurgu aşamasında nasıl bir yöntemle çalıştı.
Faruk Duman: Romanı iklime, renklere göre ayırdım, burada doğanın ve mevsimin baskın olması, bu anlamda benim açımdan kurgunun önemli bir parçasıdır, eşiğidir. Şimdi Sus Barbatus! 2’deki yağmur bir ritme ve yükselişe işaret ediyor. Dolayısıyla bendeki simetri merakını da karşılamış oluyor. Doğayla birlikte arka planda tutmaya çalıştığım siyasi atmosfer de yükseliyor ve düşüyor, anlatabiliyor muyum, bir çizgi çiziyoruz. Buradaki her şeyi birlikte düşünüyorum. Ece’nin bu ciltte evden kaçması gerekiyordu, sözgelimi bu durum yağmurun hızlanmasını hoş gösteriyor. Doğa burada bizim için müzik görevi görüyor. Tekrarlanıyor, yükselip alçalıyor. Romanın kurgusu ile ilgili olarak söyleyebileceğim ilk şey bu. İkincisi, Civan Yusuf ile Elif’in hikâyesi, bu ayrı bir kanaldan geliyor, bununla ilgili gerekçeyi Horla’dan söz ettiğim bölümde açıklıyorum. Sus Barbatus! 2’yi yazarken benim en çok heyecanlandığım şey Ferit’in ölmemiş olmasıdır, böyle bir şey başladığım sırada aklımda yoktu. Ama “Pir Sultan ölür dirilir” alıntısına çok yakıştı, hikâyenin hızlanmasıyla ilgili çok yardımı dokunan bir buluş oldu bu. Benzer buluşlar ilk ciltte de vardı. Domuzun ruhunun yükselmesi gibi. Çok önemli olmayabilir ama böyle şeyler, yazı yazdığım sırada beni çok mutlu ediyor.
Faruk Duman:Sözcük, sonsuzca çoğaltılabilecek bir şey, burada benim kaçındığım, yapaylık. Romanın anlatıcısının içinde, biliyorsunuz, saf biri var, yani bütün romanı kalbi temiz, belki yarı çocuk biri anlatıyor. Sözcüğün o anlatıcıdan gelmesi gerekiyor işte. Gelmeyince de o dediğim yapaylık oluşacak. Ben burada pek çok yazınsal teknik kullanıyorum, bana göre. Bölümlerin uzunluğundan tutun sözcüklerin sayısına, bunları kimin söylediğinden görüntülere kadar. Fakat bütün bu çalışmanın içinde en titizlendiğim şey, yapay ifade ve sözcük. Bu da şu demek oluyor; amaç değişik sözcükler, yerel ağızlar kullanmak olsaydı, bu tür sözcükler çok daha fazla yer alabilirdi. Ben bende olduğu kadarını, zaten arada kullandığım kadarını kullanırım. Günlük hayatta da ormana koygun, yorgunluğa ofuldamak derim, biz böyle konuşarak büyüdük. Ama şunu belirtmek gerek, dilimizi, Türkçemizi kullanarak roman, öykü yazıyoruz, yazmak bir anlamda, yazı yazdığınız dile hizmet etmektir, ona karşı ve Türk edebiyatına karşı bir sorumluluğunuz var, ne yazsam olur, şuraya bir şey karalayayım da okur nasiplensin, dediğiniz zaman, bunun kimse için bir yararı olmuyor. O nedenle, yazıyı zenginleştirecek her şey, bunların başında da sözcük zenginliği geliyor elbette, bizim edebiyatımızın, dilimizin yararınadır.
Serkan Türk: Halk deyişleri ve hikâyeleriyle zenginleşmiş hatta yer yer kahramanlara nefes aldırmış anlatılarla roman. Bazı bölümlerde fantastiğe başvurduğunuz, gerçekçi ve masalsılık arasında gezinen bir roman Sus Barbatus! Şimdiden edebiyat tarihimizde büyük romancımız Yaşar Kemal’in İnce Mehmet’i ile kıyaslanıyor. Bir yazar olarak yazdığınız dilin büyük ve güçlü romanları olmasını şans olarak değerlendiriyor musunuz?
Faruk Duman:Elbette, bakın şimdi bu İnce Memed kıyaslaması çok mutluluk verici. Ben gerçi bu iki romanın birbirinden çok farklı olduğunu düşünüyorum ama kuşkusuz bağları var, düşünün, ne kadar açık; İnce Memed olmasa Sus Barbatus! olmazdı ama beni mutlu eden şey, romanımın yenilikler içermesi, o büyük romanımızın tekrarı olmaması. Zaten bunun için yazarız, değil mi? Yeni, farklı olsun diye. Sus Barbatus! bizim edebiyatımız için yenidir. Ama ona eklemlenir, ondan beslenir. Güzel olan bu. Aynı biçimde, bizim bir modern damarımız var, Kırk Yedililer var, Hakkâri’de Bir Mevsim var, Yaralısın var, bunların etkisini de görebilirsiniz Barbatusumuzda. Tabii eski metinleri saymaya gerek yok, peygamber kıssaları, âşık hikâyeleri… Bunlar biçimsel bakımdan da yararlandığım şeyler. Eski tarihlerde vardır bilirsiniz; olayları anlatır, yeri gelip de kıssalardan ibret ve misal vermesi gerektiği zaman araya bir “hikâye” başlığı atar ve tarihteki olaylara ışık tutabilecek, yol gösterebilecek bir kısa hikâye aktarır. Bu, en büyükleri Evliya Çelebi olan eski tarihlerimizin kurduğu, Doğu kaynaklı bir biçim. İşte bundan yararlanıyoruz. Bunlar sizin de dediğiniz gibi büyük şans. Bizim için.
Kadir Ağa, öğretmen Mustafa ve karısı Gülşen. Ve yaralı Faruk, Jilet, ilk kitapta izini sürdüğümüz Aysel, jandarma yüzbaşısı, Kenan ve karısı Zeynep. Tanıdıkça içimize usul usul işleyen hikâyeleri. Âşık Kerem, Civan Yusuf ve Elif. 1980 darbesi öncesinde geçiyor hikâyeniz. Devrimci gençlerin saklandığı bir orman. Doğa bu kitabın başaktörlerinden biri ve kokular da o kadar belirginleşiyor okurun zihninde. Daha önce Doğa Betiği isimli bir kitapta yazmış biri olarak kokular ve çağrışımlarıyla mı örmek istediniz romanınızı?
Faruk Duman: Koku, ses ve renk diyelim. Bunların hepsi, doğanın betimlenmesiyle birlikte, belirli noktalarda etki için kullanılmış şeyler. Bir roman yazıyorsak, okurumuzu o romanın içine sokmak, anlattığımız dünyaya götürmek için her şeyi yapmalıyız. Yani sihir yapacağız. Barbatusumuzun içi sihirle doludur. Bunların hiçbirini elbette ben açıklamayacağım, belki üçüncü ciltten sonra bir Barbatus Kitabı yaparız, macera bittikten sonra bir şeyler anlatırım o zaman. Ama şimdi anlatmayacağım. Yalnız, ben bir süredir okurlarımın yazdığı yorumları büyük mutlulukla izliyorum, böylece pek çok arkadaşım oldu, burası beni daha çok ilgilendiriyor. Kahramanlarla özdeşleşme, onların başına gelenlerle üzülme, sevinme, heyecan duyma, onca sayfayı bir günde okuma örnekleri o kadar çok ki, buradaki sihri paylaştığımızı, bunu ortak bir dile dönüştürdüğümüzü düşünüyorum.
Serkan Türk: Sus Barbatus’un çıktığı ilk günlerde Sefillerle romanınızın yapısını gösterdiğinizi, suç, hukuk, dönüşüm gibi tartışmaları içerdiği için açtığınız siyasi konulara rehberlik ettiğinizi ifade etmiştiniz. İkinci cildin ruhuna uygun bir değişimi mi işaret ediyor Maupassant’ın Horla’sı?
Faruk Duman:Tabii, aynı şekilde, romanın neredeyse bütün uçları oraya gidiyor. Değişim ve o dönem açısından bakarsak, devrimin önünde durulamayacağı yönündeki keskin inanç. Maupassant’ın kahramanı hemen hemen hiç şiddet göstermeden insanı ele geçiriyor. Şöyle oluyor, burada kahraman dediğim Horla’nın kendisi, yani hayalet. Bu, öyküdeki kişinin suyunu, sütünü içiyor yalnızca, yaptığı bu. Çok oldu okuyalı ama bende kalan duygu, Horla’nın masumiyetidir, belki öyle yorumladım. Fakat burada onu konu etmemin nedeni de hikâyenin benim zihnimdeki yorumudur. Bu çok önemli. Çünkü Orhan için de öyle. Romanın o bölümünde anlatıcı değişiyor, Orhan, çok önceleri okuduğu o küçük kitabı devrimci bir açıdan yorumlamaya başlıyor. Bu sahnelerin dikkatle okunmasını isterim. Ve tabii eklemeliyim, bu tür yorumları yapmak daha çok okurun işidir, bu nedenle dikkatli okusunlar. Bence çok hoş bir değişim yorumu var. Manifesto’yla falan da ilgili.
Serkan Türk: “Köylü aynadır. Lafını saklamayı bilmez. Sır tutmaz. Bir kere seni kendine benzetmediyse, bir daha öldüm Allah senin yanında yer almaz.”
İki kitabınızda da aydın ve köylülere dair bölümler var. Yıllar geçmesine ve bunca olanaklara rağmen aydınların ve halkın ilişkisi sizce neden güçlenemiyor?
Faruk Duman:Bunun önüne geçiliyor da ondan. Türk halkı, Türk köylüsü asla ulaşılmaz, temas edilemez, laftan sözden anlamaz bir yığın değildir. Çok keskin bir zekâsı da vardır, anlaşılmaz bir aptallığı da. Ama karakter bakımından aydın dediğimiz sınıftan farkı yoktur. Sözgelimi bir “köylü kurnazlığı” sözümüz var bilirsiniz; bu, yakından bakarsanız, köylüden çıkmıştır artık, çoğu okumuş belki daha çok öyledir. Atatürk Erzurum’da, Sivas’ta kongre yapıyor, sonra halkın içinden savaşçılar çıkıyor bildiğiniz gibi, sayısız. Yani hiç öyle bir sorun yok o zaman. Ama daha önce öyle değil, burada incelenmesi gereken aydının davranışıdır: Tevfik Fikret çok net biçimde, halkın diliyle yazmanın doğru olmadığını söyler; biz gitmeyeceğiz, onlar bize gelecek, birebir olmasa da bu yolda açıklar durumu. Bizim aydınımız böyle düşünür, bu yalnız Cumhuriyet başlarında değişmiştir biraz ama sonra geriye dönülmüştür. Halkın aydını anlamaması aydının sorunudur. Bugünkü durum da aynı. Ama bir fark var; artık aydın açısından halka ulaşmak vs böyle bir sorun yok. Ben de zaten eski konular yeniden gündeme gelsin diye yazmıyorum bunları. Ama o dönemle ilgili olarak, yani diyelim ki 12 Eylül’e kadar bu canalıcı bir sorundu. K. Köyü bildiğiniz gibi bir Türkiye örneği. Gençler saklanıyor, ama sonra yaşanmış olaylar var, ihbarlar, elevermeler yaşanıyor. Mustafa Öğretmen’in yaklaşımları var bu konuda; burada duygusallığı bir kenara bırakmak, romantizmi aşmak zorundayız diyor örneğin. Halka yaklaşım bakımından. Sonra Halil şairleri eleştiriyor. Bunları elbette birebir benim düşüncelerim gibi okumamak gerekir. Ama hep yaşanmış gözlemlerdir. Estetik, duyusal haz, eserin yarattığı doygunluk, Halil’e göre, yetiyor aydına. Ama sonra dönüp kendisini okumayan halkı pekâlâ eleştirebiliyor.
KARAGÖZ, CENNET, GÜMÜŞ, GÖKYÜZÜ, DİLBER ve SUS BARBATUS. Doğanın konuşan ağzı, bakan gözü değil mi bu hayvanlar. Bir metropol şehrinden bu dünyaya nasıl bakıyor Faruk Duman?
Faruk Duman:İşte anlattığım gibi bakıyorum, benim için yazı hiçbir zaman öğrenilmiş bir şey olmadı, çok erken bir dönemde neyi nasıl yazmak istediğime karar verdim. O zamana kadar, Ankara’daki yerel dergilerde pek çok öyküm çıkmıştı, bunlardan mutlu olmuyordum, bir yarışa, müthiş bir sınava giriyormuş gibi hissediyordum kendimi. Bu durumda, yaptığım şeyden tat almamaya başlamıştım. Benim açımdan, neden yazdığım çok önemliydi. Yani bu bana nasıl bir duygu verecek bakalım? O zaman, etkilendiğim ilk kitapları anımsadım. Jack London’ın Ateş Yakmak kitabı örneğin. Hem macera duygusu, hem doğa atmosferi, o yaşlarda okurken heyecanım boğazımda atmıştı. Bir insana böyle bir duygu yaşatmak olağanüstü bir şeydir. Ama aynı zamanda olağanüstü bir yetenek gerektirir. Yine de, buna bir yakınlık duyduğumu, burada anlatılan şeyleri iyi bildiğimi saptıyordum. Dolayısıyla bendeki bu bilgileri yazmalıydım. Ama her şey çok yavaş ilerledi, yazdım, yeniden yazdım, sevmedim, eksik buldum bir daha yazdım. Bu bugün de devam eden bir şey. Bazen bana yöneltilen sorulardan şunu çıkarıyorum, niye hep bu konuları, bu yerleri yazıyor? Başka bir konuyu yazmayı beceremiyor mu? Çünkü daha iyisini arıyorum. Başka bir konu beni ilgilendirmiyor, bu konuyu eksiksiz yazacağım ben. Sorun bu. Hayvanları da bu nedenle, yani bana sihirli geldikleri için yazıyorum. Lojmanlarda oturduğumuz zaman, bir köpeğimiz vardı, Co adında. Sonradan yaralandı, nasıl olduğunu bilmiyorduk, boynundaki etler görünüyordu. Dilini dışarı çıkarıp yarasını yalamaya çalışıyordu ama ulaşamıyordu bir türlü. Ama o yaranın çok değişik bir kokusu vardı. Henüz anlatabilmiş değilim. Anlatabiliyor muyum? Bende olan bu. Kimsede olmadığı için, ben de yalnızca benim yazabileceğim şeyi yazıyorum. Bunun dışındaki edebiyatla artık ilgilenmiyorum.
Serkan Türk: “En büyük eksiğimiz korkudur, neden dersen, onu öğrenmeden ondan kurtulamayız da onun için.” diyorsunuz romanınızda.
Sus Barbatus! 3 için okurun beklentisini şimdiden arttıran bir yazar olarak en büyük korkunuz nedir diye sorsam?
Faruk Duman:Hep korkarak yazarım, Turgut Uyar “korkulu ustalık” der bir yerde, yazarın korkusunu, öğrenciliğini cebinde taşıması gerekir. Özellikle yazdığı sürede. Ama tamamlandığında, yayınlanmasına karar verildiğinde artık o kitabın korkuyla işi kalmamıştır. Dolayısıyla şimdi Sus Barbatus! 2’nin keyfini çıkarabiliriz. İlki de böyleydi, az etmemişti bana. Şimdi bu anlamda en büyük korkum üçüncü kitap. En büyük insani korkuya gelince. Galiba kapalı kalmak, sıkışmak, soluksuz kalmak. Özgür olmak isterim. Kendim için olduğu kadar herkes için, yukarıda andığımız büyük Fikret’in dediği gibi, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür olmak…