Aynur Kulak: Fatih Gezer ile ikinci romanı Suni Tebessüm romanı üzerine yaptığımız söyleşi yaşamın karşısındaki ölüm gerçeği, ölümün aslında yaşamı nasıl nitelediği ve insanların kozalarından çıkarken nasıl sancılar çektiği, toplumun baskı ve normlarının insanları nasıl tercihler yapmaya zorladığı üzerine gerçekleşti. Suni Tebessüm için, “Bir çocuğun odasını genişletme çabası diyebiliriz.” diyen Fatih Gezer ile yapmış olduğumuz söyleşi için buyurun lütfen.
Türk Dili ve Edebiyatı mezunusunuz fakat aynı zamanda belgesel yönetmenisiniz ve bir de albümünüz var. İlk etapta belgeselci tarafınızı ve müzikle ilgileniyor olmanızı konuşmak isterim sizinle. Nasıl bir meraktı sizin için, hayatınıza nasıl dahil oldu belgesel yönetmenliği ve müzik? Aynı zamanda tabii ki edebiyatla olan dirsek temaslarını, birbirlerini nasıl beslediklerini de konuşmak isterim.
Sporun hayatımdan çıktığı, müzikle tanıştığım o sıralar, büyüklerin her çocuğa sordukları “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna “Yazdıklarımı satacağım.” diye cevap verirdim. Kastım yazdığım şarkı sözleri ve bestelerdi. Yaş aldıkça, sanatın birçok disiplini ile ilgilenince, bir de üstüne edebiyat okuyunca sanırım roman yazmam gerektiğini fark ettim. Çünkü roman, enstrümanınız farklı olsa da birçok disiplinin birleştiği ve sonsuz güç veren bir alan. Sanırım bu cazibeye kapıldım. Müzisyen olmak, daha yazma aşamasındayken kurgunun içinde barındırdığı ritmi, cümlelerin ahengini duymanıza olanak tanıyor. Keza belgesel çekmek, bir fotoğraf karesine dikkatlice bakabilmeyi, o karenin bütünlüğünü veya bütünlük içindeki aykırılığı fark edebilmeyi, bütünlüğün içindeki tekil güzellikleri ayırt etmenizi gerektiriyor. Yani farklı disiplinler gibi dursalar da bana sanki hep aynı işi yapıyormuşum gibi geliyor; dönüşümün bir parçası olmak adına üretmek.
Aynur Kulak: Sizi ilk olarak Ölüler Kıraathanesi romanınızla tanıdık. Vedat Türkali ilk roman ödülüyle çıkageldi Ölüler Kıraathanesi. Neydi sizi oturup bir roman yazmaya götüren sebepler? Hep var mıydı kafanızda bir roman yazma fikri, düşünür müydünüz yoksa herhangi bir durumun sizi tetiklemesiyle mi yazmak istediniz?
Fatih Gezer: Sanatın hep mutfağında, üretim aşamasında yer aldım. Dinlemenin, izlemenin yetmediği gibi sadece okumanın da yeterli gelmeyeceğini sanırım içten içe hep biliyordum. Buna rağmen uzun bir süre akademisyen olup edebiyatı tahlil edeceğim bir sahada kalacağıma kendimi inandırdım. Siz istediğiniz kadar kendinizi veya şartlarınızı görmezden gelin, hayat sizi kendinize getirecek bir yol mutlaka buluyor. Başkaları için çok önemsiz bir olay benim bakış açımı değiştirdi. Yüksek lisanstayken bölüm başkanımız, rahmetli hocam Günay Karaağaç’ı ekran karşısında çalışırken bulmuştum. Gözleri rahatsızlanmıştı. Ekrana bakarken acı çekiyor ama çalışmaya devam ediyordu. Çalışmaması gerektiğini, bir süre dinlemesinin iyi olacağını söylemeye çalışırken “Yarına çıkacağımı garanti edebilir misin?” diye sordu. Edemezdim. Kimse edemez. “Üretmem lazım.” dedi ve çalışmasına kaldığı yerden devam etti. O gün kendime sordum, yarına çıkma garantim var mıydı? Yoktu, o zaman üretmeliydim. Ya üretmek için hayatımın tamamen düzene girmesini, emekliliğimi hak etmemi bekleyecektim ya da o gün, o dakika hayatımı yeniden şekillendirecektim. Ya akademisyen olmaya, edebiyat konusunu anlatmaya ya da yazıp edebiyatın konusu olmaya gayret edecektim. Tabii ki hiçbirinin garantisi yok ama ikincisini seçtim.
Aynur Kulak: İkinci romanınız Suni Tebessüm ile devam ediyorsunuz edebiyat yolculuğunuza. Suni Tebessüm’ün Ölüler Kıraathanesi’nden farkının ne olmasını istediniz?
Fatih Gezer: Ölüler Kıraathanesi hacimli bir romandı. Sekiz karakter bir olayı, olayla birlikte hayatlarını da anlatıyorlardı. İster istemez bu hacim okurda bir doygunluk hissi yarattı ve sonuçtan memnun kaldılar. Okurlar arasında fısıltıyla elden ele dolaştı kitap. Tanınmamış ve ilk kitabı yayımlanan bir yazar olarak beklemediğim, tahminimden çok daha öte bir ilgiye mazhar oldum. Okurun beklentiye girmesi zaten yeterince omuzlarımda bir yük oluşturmuştu. Bir de üstüne ödülün gelmesi o baskıyı daha da arttırdı.
Ölüler Kıraathanesi’ne hem üslup hem de kurgu olarak benzer işler yazmaya çalıştım bir ara. Bitirdiğim bir roman, başlayıp yarıladığım birçok dosya oldu o süreçte ama her seferinde “Gerçekten böyle mi anılmak istiyorsun?” diye sordum kendime. Kendini tekrar eden, güvenli bir alan buldu diye o alanın içinden çıkmaya cesaret edemeyen bir yazar mı olacaktım? Bunun üzerine düşünüp beklentiyi tamamen alabora edecek fikirlere yöneldim. Yeni bir yazarın böyle bir tutuma girişmesinin de abes olduğunu kavramam çok vaktimi almadı. Kara kara düşünürken ve üretemememin ızdırabını çekerken Suni Tebessüm çölde vaha gibi karşıma çıktı. Güvenli alanımı genişleten, beklentinin tamamına karşılık verme gayesi gütmese de talepleri tamamen göz ardı etmeyen bir roman Suni Tebessüm.
Yazarlık serüveninde henüz bir çocuk olduğumu düşünüyorum. Suni Tebessüm’e de çocuğun odasını genişletme çabası diyebiliriz. Bundan sonra gelecek eserlere dair beklentiyi bir güzergaha sokan, yazarının güvenli alan gibi bir derdinin olmadığını okuruna fısıldayan bir kitap.
Aynur Kulak: Her iki romanınıza da baktığımızda ölüm kavramı çok baskın. Fakat bu ölüm meselesini aynı zamanda yaşamı niteler şekilde bulunulan kozadan çıkmayı simgeleyen bir metafor gibi de kullanılıyorsunuz. Katılır mısınız? İlk olarak belki de, ölüm meselesi niye bu kadar odakta sizin hikâyelerinizde bunu konuşabiliriz. Bu cevabınız sonrasında ölümün yaşamı niteleyen taraflarını konuşmak isterim.
Birinin ölümünden sonra kalanların reflekslerini üçe ayırmak mümkün. Hiç umursamayanlar, ölenle ölenler ve ölümü başlangıç çizgisi olarak kabul edip kararlar alanlar. Benim derdim genellikle üçüncüsünde yani kararlar alanlarla. Kimi bu kararlarla hayatını yeni baştan şekillendiriyor, kimisi aldığı kararları uygulamaya çalışırken ezberleriyle mücadele edip kaybediyor. Sonuç ne olursa olsun asıl hikaye bence burada, dönüşümde. Hiçbir olayın doğum ve ölüm kadar kati bir çizgi çekebileceğini düşünmüyorum. Birinin ölümü, genellikle kalanların bir kısmı için yeniden doğmaya neden oluyor. Hedeflediği insana doğru yol almak isteyen, başaran, sendeleyen, vazgeçen, yenilen karakterlerle mesajımı iletmeyi seviyorum. Ölüm teması o kadar yoğun ki asıl derdimi yani dönüşümün yarattığı toplumsal dönüşüm mesajını arkasına rahatlıkla gizleyebiliyorum. Böylelikle bu tema, sadece okuma keyfiyle ilgilenenler için iyi bir yol arkadaşına, derinlemesine okuma yapmayı tercih edenler içinse katman oluşturan bir sihirli değneğe dönüşüyor.
Aynur Kulak: Suni Tebüssüm’de de bir ölüm kavramı mevcut evet, fakat ölümün en acı gerçeği olan intihar meselesi mevzu bahis bu sefer. Abisinin intihar etmiş halini ilk gören Selim’in hikâyesi bu aslında. Selim’in kapalı koza bir hayatı var ama belgeselci olan abisinin intihar ederek yarım bıraktığı belgeselini tamamlamak adına ondan beklenmeyecek derecede cesaretli adımlar da atıyor. Bu kadar kapalı yaşayan bir karakterin hayatını neden intihar meselesini odağa koyarak yazmak istediniz? Her ikisi de –yani intihar etmek de ve neredeyse evden hiç çıkmayan Selim’in de harekete geçmesi- cesaret gerektirdiği için mi?
Fatih Gezer: Cesaret konusuyla başlayayım… Romanlarımda aynı olguyu yahut duyguyu çift taraflı işlemeyi seviyorum. Ölüler Kıraathanesi’nde kaybetme ve kazanmanın tamamıyla bakış açısıyla alakalı olduğunun altını çizmiştim. Suni Tebessüm’de ise cesaret tanımını çift taraflı ele aldım. Sinan için intihar etmek cesaret örneğiyken Selim için yaşamak…
Selim’in hayat kadınlarıyla olan ilişkisinde gösterdiği ufak kahramanlıklar korkaklığının sonucu olarak ortaya çıksa da hayat kadınları tarafından cesaretle bağdaştırılıyor. Keza hayat kadınlarının güçsüzlüklerini ve korkularını gizlemek adına takındıkları tavrı Selim cesurca buluyor. Romanı çok fazla açık etmek istemem ama neyin cesaret istediği romanın sonunda, direnenlerin ağzından anlatılıyor.
Bir diğer sorunuza gelecek olursam, intihar neden odak noktası? Hocamın söylediği, herkesin malumu olan o sözün hayatımı nasıl değiştirdiğinden bahsetmiştim. Yarını sağ çıkıp çıkmayacağımızı kimse garanti edemez ve bunu herkes bilir. Ama bazı zamanlar öyle bir şey olur ki duyma ihtiyacı yahut görme ihtiyacı hissedersiniz. Benim için, hocamın bu sözü yeterli gelmişti ama Selim gibi bir karakter, telkinle kabuğundan sıyrılabilecek biri değildi. Başlangıç çizgisi olarak çok daha kuvvetli, çok daha travmatik bir sahneye ihtiyacı vardı. Selim karakterini yumuşatmak pek tabii mümkündü ama her romanın yazım süreci başka işliyor. Bu olay örgüsünden, bu kurgudan önce Selim ve Selim’in dili vardı. Bir başka projem de hayat kadınlarıyla ilgiliydi. Bu ikisinin kesişim kümesinde Suni Tebessüm ortaya çıktı. Bana lazım gelen Selim’i o hayat kadınlarına götürecek bir hikayeydi ve Sinan’ın intiharından daha kuvvetli, yazmak için beni daha çok teşvik edecek başka bir olay bulmak kolay olmazdı sanırım.
Aynur Kulak: Belgeselciliğin de düşünülmesi gereken tarafları mevzu bahis. Romandaki toplum panoramasını konuşmak istiyorum sizinle. Hülya karakteri, Hülya’nın mensup olduğu alt, görünmeyen, hatta dışarı doğru itilen, dövülen, yaftalanan sınıf çok canlı bir şekilde gözlerimizin önünde canlanarak aktarılıyor. Suni olan tebessüm mü, toplum mu yoksa bireylerin yaşamak zorunda bırakıldığı hayat mı?
Fatih Gezer: Roman kurgusu genelde bir ana düğüm ve peşi sıra gelen ara düğümlerle şekillenir. Suni Tebessüm de ana düğümle başlıyor fakat sayfalar ilerledikçe iki ana düğüm daha ekleniyor. Yani dediğiniz gibi belgesel, büyük bir problem olarak ortaya çıkıp, ilk ana düğümün önüne geçiyor.
Suni Tebessüm’ün en büyük derdi hayat kadınlarıyla ilgiliydi ve bu noktada belgesel devreye girdi. Hayat kadınlarının Selim’e derdini anlatmasında başat rol üstlendi. Romanda hayat kadınlarına dair suni olan tek şey tebessümleri sanırım. Çektikleri, anlattıkları ufak tefek değişiklikler içerse de gerçek hikayeler hatta bazı cümleler bizatihi sahibinin sözleridir. Selim’in üslubu, etrafı algılayış biçimi atmosfere suni bir hava katsa da hayat kadınlarının sahnesinde yerini hep bildi. Ve hayat kadınları tüm gerçeklikleriyle, elle tutulacak canlılıkta sayfalarda yer edindiler.
Aynur Kulak: Erkeklerle başlayan hikâye kadınların devreye girmesi ile bambaşka bir boyut kazanıyor. Hayat karşısında, yaşadıkları karşısında güçlenmiş hayat kadınları mevzu bahis. Bu noktada hikâye adına aşk da önemli bir unsur ve Selim’in aşkı yaşayamamış olması gerçekten üzücü. Bu anlamda Selim karakterini neden daha sağlıklı bir yapı ile çıkarmadınız karşımıza? Özellikle romanın sonuna doğru Selim için daha da üzülmeye başladığımızı düşünürsek.
Fatih Gezer: Güç ve güçsüzlük de aynen kazanma ve kaybetme yahut cesaret gibi bakış açısıyla şekillen, tanımlanan, kabul gören kelimeler. Keza Selim de hayat kadınlarını tanımaya başlayınca, onların güçlü mü yoksa güçlü görünmeye çabalayan güçsüzler mi oldukları konusunda gelgitler yaşıyor.
Dediğiniz gibi aşk, romanın bir diğer ana düğümü olarak ele alınıyor. Romanı okumayanlar için bu söyleyeceklerim pek bir şey ifade etmeyecek ama… İşin aslı finaldeki dönüşümde pay sahibi olmasını istemediklerim vardı. Bir kahraman yaratmak istemedim. Umarım okuyanlar için açık olmuştur dediklerim.
Aynur Kulak: Uzun süren bir pandemi dönemi, sıcak savaş ve büyük ekonomik çalkantılar. Bu süreç itibariyle dünya yenilenecek mi gerçekten, umudunuz var mı ve bu yenilenme edebiyata nasıl yansıyacak? İleriki dönemlerde ağırlıklı olarak nasıl hikâyeler okumaya başlayacağız sizce?
Fatih Gezer: Zor sorular… Dünya her gün yenileniyor, baktı olmuyor, insanlar önüne ket vuruyor, o zaman da kendi bir el atıveriyor. Umut… Daima. Yazıyorsam, ondan sebep.
Edebiyat tarihine baktığımızda zor dönemler; kaliteli, devrine ayna tutan ve yol gösteren, bugün klasik diye okuduğumuz eserleri doğurmuştur. Tabii ki bir devirde üretilen eserlerin tamamının aynı kalite olduğunu söylemek abartı olur ama yaşamak konusunda hünerli eserlerin fazlalığı hakikattir. Zor bir dönemden geçiyoruz ve kaliteli eserler ortaya çıkacak demek isterdim ama diyemiyorum. Sorunun zorluğu, kestirelemezliği de biraz burada. Sanat üretenler bence hiçbir devirde olmadığı kadar, toplum olmanın sonucu olarak ikiye ayrıştı; toplumun bir parçası olarak üretenler, toplumdan soyutlanarak üretenler. Toplumdan soyutlananlara bakıldığında, tarihsel olarak diyebilirim ki birkaç dönem edebiyatta söz sahibi olmuşlardır fakat bugün birçoğu bilinmez. Bizim edebiyatımızda da divan edebiyatı ve sonralarda çıkan Servet-i Fünûn bunun örnekleridir. İsmen bilinirler ama aralarında bugün okura dokunan veya başka bir deyişle dokunacağı okuru bulabilen şair pek azdır. Günümüzde topluma sırtını çeviren, edebiyatı sadece güzel cümle kurmakla eş tutan, suya sabuna dokunmaya imtina eden yazarlarımız var ve hatta birçoğu okura kendini anlatma fırsatı buluyor. Bunun yanı sıra toplumun içinden toplumun dertlerini yazan ve öneriler sunarak edebiyatın yol aydınlatıcı özelliğini ele alan bir grup yazar da var. Bu gerçekleri önümüze koyduğumuzda ileride ne tarzda eserler okuyacağımız tam bir muamma. Ama inanıyorum ki bir asır sonra yaşayacak eserler, toplumun içinden çıkan, öneriler sunan, yol gösterenler olacaktır.