Yaşam bir kurgudur ve postmodern anlatı da bu kurguyu metinle ilintili hale getirir. Hilmi Yavuz anlatısında da yaşamdaki kurgulanış bilmecesi metne taşınmış olur. Zamanın sürerliğinden oluşan yaşamlar ile yazının sürerliğinden oluşan metinler de birbirleriyle ilintilidir. Hilmi Yavuz’un özellikle üç anlatıda vurguladığı “hayatımız mülemma” ibaresi de bunun kanıtı niteliğindedir.
Taormina ile başlayan postmodern anlatı üçlemesinde Hilmi Yavuz aslında ne yapacağını çok iyi bilmekle birlikte kendini kaleminin/düşüncelerinin emrine de vermiştir. Las Meninas tablosundaki gibi resmin ya da kurgunun/ anlatının içindekiler, dışındakiler (okuyucular) ve anlatıcı aynı düzlem içerisindedir. İşte felsefi bağlamda düşündüren ve sorgulayan bu biçem tarzı ile anlatılanlar ve kahramanların dünyalarına girilir. Metni anlatanın, anlatı içerisinde yer alması hikaye ve roman türleri açısından yeni olmamakla birlikte yazar-anlatıcı-anlatı bağlamında metinle kurulan ilişki ki bu ne hikaye ne romandır, yeni ve postmoderndir.
Üç Anlatı’nın ilki olan Taormina’da dikkati ilk çeken şey bir düşülke ya da bir imge yakalama/oluşturma arzusudur. Daha önceleri Türk edebiyatında Haşim’in O Belde şiiri ve Peyami Safa’nın Yalnızız romanındaki Simerenya imgeleri burada Taormina olur. Taormina aslında yeryüzünde olmayan bir yer ya da ad değildir. Sicilya’da bir kent adıdır fakat bu anlatıda işlenişi ve hizmet ettiği amaç çok farklıdır. İnsanın sığındığı bir düşülkeden de öte her an sığındığı bir imgelemin adıdır Taormina. Anlatıdaki imgelem unsuru ile düşünceler arasında kurulan bağ neticesinde bir felsefe-kurgu karşımıza çıkar. Hilmi Yavuz bu felsefe kurguyu şu şekilde okuyucu ile paylaşır: “Buraya kadar anlattıklarımın hiçbir anlamı olmadığını biliyorum. Aslında ‘Taormina’ bahane, belki! Ben bir felsefekurgu yazmak istiyordum; ‘bilimkurgu’ (science fiction) olur da felsefekurgu niye olmasın? Ben öteden beri, felsefenin bir kurgu olduğunu savunmuşumdur, kurmaca olduğunu!” (Yavuz, 1995:31) Bu kurgulanış düzenini metin-yazar-okur bağlamında yaşamın kendisiyle birebir ilişkilendirildiğine şahit oluruz:
“Ama ‘Taormina’, ikizler imgesiydi. Daha açık söylemem gerekirse Taormina’nın bir yakasındaki (kıyısındaki) insanlar da, öteki yanındaki (kıyısındaki) insanlara tıpatıp benziyordular. Elbette olanaklıdır bu- şaşmamak gerek! Bu da sanki imgenin bir yanı, öteki yanının aynadaki görüntüsüymüş gibi, bu kıyıdakilerin eylemlerinin, tastamam öteki kıyıdakilerin eylemlerine uyması anlamaına geliyordu. İmge (Taormina) aynayla çoğaltılmış gibiydi; ama, öyle değildi gene de…” (Yavuz, 1995: 11)
Taormina’da geçen bu satırlar ayna imgesi ile özdeşik olarak metin (text) ile yaşam arasındaki ilintiyi imlemektedir. Yaşamdaki görüntü seviyeleri, metin olarak okuyucunun, yazarın, kahramanların aynadaki yansılarıdır. Füsun Akatlı’nın deyimiyle “Taormina; arka planıyla, tek ve çift sayılara bölümlenişindeki bakışım ve metonimi düzeniyle, “oyun”a dayalı mantığıyla, özgün bir entelektüel metin. Topolojik çözümlemeleri, paradigma-sentagma eksenlerini, imbilimsel (semiotik) göndermelerini ayrı okursanız, yer yer, halis muhlis bir felsefe metni. Bir yanıyla da, bir parodi, bir pastiş belki.” (Akatlı,2000: 77)
Taorminanın başkahramanı Yusuf Horoz bu felsefekurgu metnin ardından roman yazmaya karar verir. Bu romanı otobiyografik olarak yazacaktır. “ve bir gün nescafeme süt koymayı unutarak, romanıma başladım:” (Yavuz, 1995:45) Yazılmaya başlanılan roman Yusuf Horoz: Y.H. ya da aynadaki gönümü ile H.Y.: Hilmi Yavuz’un otobiyografik romanıdır ya da Gıyaseddin’in dediği gibi metonimi’dir. Ve böylelikle anlatının sonu ile başı aynı noktada birleştirilerek anlatılan bölümlerin hangisinin gerçekte roman denemesi olduğu muğlak kalır. Bu muğlaklık ise aslında yaşam ile kurmaca arasındaki çelişkiyi de imlemektedir.
Fehmi K., anlatının içerikteki kahramanı görünümünde karşımıza çıkar ilkin. Fakat anlatı ile gerçeklik birdenbire hemhal olarak içiçe geçtiği için anlatı yazarı Hilmi Yavuz devreye girer: “Bu anlatının yazarı anlaşılan Rumelhardt’ı okumuş olmalıdır. Bu gibi yazarlık oyunlarının, biz iyi okurların gözünden kaçmayacağını Hilmi Yavuz’un iyi bilmesi gerekir.” (Yavuz, 1995: 92) İşte tam bu noktada yazar Hilmi Yavuz, okur Hilmi Yavuz ve kahraman Hilmi Yavuz kesişir. Bu kesişim zaten postmodern anlatının bir gereği gibidir. Metin, yaşamla arasındaki koparılamaz ve inkar edilemez geçişkenliğini ispatlar. Tıpkı metinlerarasılık yönteminin yaşamlararası ya da yaşam-metin arası geçişkenliği gibi.
Anlatının metin düzleminde karşımıza çıkan kahramanları Fehmi K., Selim Taşıl ve Anette’dir. Bu üç kahramanın özellikle de Fehmi K. ile Anette arasındaki aşk ilişkisinin belirli bir düzlemde ön plana çıkarılmasına karşın metnin diğer boyutunda anlatı yazarı Hilmi Yavuz’un yaşamı irdelenir. Dilek Doltaş’ın tespitiyle “Fehmi K.’da zaman birimleri arasında varsayılan sınırlarla kimlik sınırları, onlara ilişkin kültür özellikleri arasındaki belirleyici özellikler dönüşüme uğratılarak bir kez daha sorgulanır. Örneğin anlatı kahramanları bazen değişik yüzyılların söylemleriyle bazen de başka anlatı kahramanlarının biçemleriyle konuşturulurlar. Okur ve anlatı kahramanı rollerini birlikte taşıyan İzzettin Şadan Bey’in konuşma biçemi zaman zaman anlatı yazarının kendisi tarafından zaman zaman ise anlatı kahramanına dönüşen yazarın babası tarafından benimsenir. Böylece biçem-kimlik ilişkisi sorunsallaştırdığı gibi değişik zaman birimlerinin dil yoluyla tanımlanmasına ve sınırlandırılmasına olanak verilmez” (Doltaş, 1996: 23)
Hilmi Yavuz’un anlatılar arasındaki kendi yerini tespiti bu anlatıda da kendini göstermektedir. Anlatı düzlemi ile gerçek yaşam arasındaki mesafe ilkesini hiçe sayan bir tutum sergileyen yazar; “Biz Selim Taşıl, Anette (soyadı, Soyberk mi olsun!), Fehmi K. kumpanyasını bir yana bırakalım da, kendimi anlatmaya başlayayım. Doğrusu bundan önceki anlatıda (adı Taormina idi), kendimi uzun uzun anlattığımı düşünüyorum da, bu anlatıya acaba ne kaldı? diye sormaktan kendimi alamıyorum. Belki de size, sadece anekdotal sayılabilecek (aslında, Taormina’da da öyle yapmıştım ya!) küçük, ama –bence yaşamım açısından, çok önemli bazı anekdotlar anlatacağım.” (Yavuz, 1995:114) diyerek kendine döner. Aslında bu dönüş sadece hayal dünyasından çıkıp hakikate yönelme anlamını taşımaz. Belki de kahramanların birliği ya da birlikten hareketle parçalanarak çoğalması anlamına gelir. Yani tüm anlatı kahramanları özde bir Hilmi Yavuz, Hilmi Yavuz ise anlatı kahramanlarının hepsidir.
Anlatı üçlemesinin sonuncusu Kuyu ise, anlatı yazarının bir kuyuda anlatı yazma, daha doğrusu kendi ölümünü yaşayıp yazma arzusu/ izleği üzerine oturtulur. Gerçekte böyle bir şey olamayacağına göre, kahramanın kendi ölümünü yaşayıp yazacağı tek ihtimal bir anlatı/metin yazarak bunu gerçekleştirmektir.
“Hilmi Yavuz’un aşmak istediği tastamam buydu: Bu Gedankenexperiment’i tersine çevirebilmek- ölümü, kendi ölümü’nü yaşayabilmek ve bunu, sanki bir öteki’nin (başkasının) ölümü’nde seyrediyormuş -gibi- değil’e en yakın bir deneyim olarak yaşamak! Kuyuyu, bu deneyimin anlatısı için seçmesinin nedeni buydu!” (Yavuz, 1995: 171)
“Kişinin kendi ölümünü yaşayıp yaşayamaması bir yana, bunun hikâye edilip edilemeyeceği de ayrı bir meseledir. İşte, bu sorunsalın irdelenmesi de, kitabın felsefi boyutunu oluşturuyor. Nasıl, VelasQuez’in Las Meninas (Nedimeler) adlı tablosunda ressam, resimdeki aynada görülmesi gereken kendisi iken kral ve kraliçeyi aynanın içinde; kendisini de tablonun içinde resmetmişse” (Tarım, 1996: 42) Hilmi Yavuz da bu anlatıda hatta anlatıların tümünde gerçekleştirir.
Kuyu anlatısında kahramanın kendi ölümünü yaşama sorununun yanı sıra ironik bir anlatım tarzı da kendini gösterir. Postmodern anlatının bir parçası haline gelen ironi, Kuyu’da Hilmi Yavuz’un süzgecinden geçerek alımlı bir hal alır. Çocukluk hatıralarında bir güneydoğu kentinde yer alan kuyu ve bu kuyuya düşen topun yerine kuyudan kedi çıkması, hımbıl muhasebeci Neci Bey ile İzzetin Şadan Bey’in karısı Müstehase hanımla olan ilişkisi gibi.
Kuyunun metaforik bağlamda da ele alındığı anlatıda, anlatıcı kahraman Hilmi Yavuz ya da Neci Beydir. Daha doğrusu Hilmi Yavuz’un anlatı aynasındaki karşılığıdır. Çocukluk anılarından hareketle zenginleştirilen metnin içerik düzleminde postmodernizme bağlı olarak metinlerarasılık yöntemiyle birden fazla metne göndermede bulunduğu görülür. Kuyu anlatısında ilk anlatıda kurgunun içinde olanlar ile kurguya hazırlayanlar yani Las Meninas’a gönderme yapılır. Burada kuyucu- o kuyucu benzeşiminden faydalanılır. Yani kuyuya giren ile okuyucu arasındaki bağ.
Üç Anlatının tümünde de görülen metinlerarasılık aslında yine Hilmi Yavuz’un “hayatımız mülemma” ibaresine götürür okuyucuyu. Bu ibare hem anlatıların anahtar ibaresi hem de Hilmi Yavuz’un hayat felsefesidir.
“hayatımız mülemmâ
sözünü nasıl da kaydetmiştim!
Evet, sonraları Hilmi Yavuz, bunu, bir yaşam felsefesine dönüştürecektir.” (Yavuz, 1995: 177)
Mülemmâ olan şey sadece Hilmi Yavuz’un hayatı değildir elbette. Tüm hayatlar aynı paralelde mülemmâdır. Aynı zamanda tüm hayatlar gibi tüm metinler de mülemmâdır. Postmodern edebiyat ile birlikte özellikle gündeme gelen metinlerarasılık, artık bir metnin anlamının sadece kendi içersinde aranmaması gereğini vurgular. “Metnin anlamına artık yalnızca salt metnin kendi içerisinde, yazarın öteki yapıtlarına, saplantılarına, beğenisine vb. bağlı kalarak değil, ayrışık metinlere dayanarak da ulaşılır.” (Aktulum,2000:165-166) bu bağlamda Hilmi Yavuz’un Üç Anlatısında sıklıkla başvurduğu bu yöntem de başarılı bir yol izlediği görülür. Felsefeden tasavvufa varıncaya kadar geniş bir yelpazede metinlerarasılık yöntemi kullanan yazar anlatı türünün gereğini yerine getirmiştir. Çoğulcu anlatımın ön plana çıktığı anlatılarda artık edebiyat neyi yazdığını değil de nasıl yazdığını ifşa çabasına girişir. “Aslında, bu anlatı neyi anlatır? Diye sormanız da söz konuysa, (çünkü, burada sadece anlatıcı’ları değil, okurları da tasarlamak durumundayım), yanıtım, bu anlatı, anlatı’yı anlatır olacaktır. Size şunu söylemeliyim ki, hiç de alçakgönüllü davranmıyorum burada: – Yazarlıkta en zor olan, anlatı’yı anlatmaktır. Yoksa herkes, birşeyler anlatabilir, okur da ağzı açık ayran budalası gibi, bu birşeyleri gerçekten bir şey sanabilir.” (Yavuz, 1995: 123) Bu çaba ile birlikte kurmaca/ üstkurmaca dünyanın sınırları delinir. Ve anlatının içersine metinlerarasılık dışında oyun, ironi ve parodi girer. Özellikle ironi modern roman ve sonrasında postmodernizme giden yolda büyük bir hazine niteliği taşır. Hilmi Yavuz ironi’nin anlatılar içersindeki yerini şu şekilde değerlendirir: “Trajedi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Modernleşmeyi kodlama tarzıydı; ironi ise Oğuz Atay’ın! Türk Modernleşmesi Tanpınar’ı da, Oğuz Atay’ı da Doğu ile Batı arasında bir bilinç yırtılmasına, bir “iki arada bir derede kalmışlık”ı parodi ile olumsuzlayıp aşmayı deniyor. Bunu belki burada söylemem gerek: benim Fehmi K.’nın Acayip Serüvenlerinin; işte tastamam bu bağlamda, bu ikilemi parodi ile aşmayı deneyen bir anlatıydı; Kuyu da!…” (Yavuz, 1999:84-85) “Postmodern edebiyat yapıtlarının “olmazsa olmaz”ları arasında, metinle metni dışarıdan değerlendiren meta-metnin birbirine geçmesi, ironi ve parodi sayılabilir. Postmodern yazarların kulaklarından bir “Meçhul Münekkid”in şu sözleri hiç çıkmıyor olsa gerek: “Olmazsa olmaz’lar olmazsa, hiçbir şey olmaz.” (Nitekim olmadı da!) Kitab-ı Duvduvani’de postmodern edebiyatın bu “olmazsa olmaz”ları hep birlikte yer alıyor. Metinler (kâinatlar) birbirine girer, bir meta-metin bu geçişken metinleri hizaya getireyim derken, iyice birbirine karıştırır, meçhul bir meta-yazarın kalem darbeleri satır aralarında hissedilirken, bu meta-metnin ve meta-yazarın parodisi çıkıyor ortaya” (Behçet Çelik, Cumhuriyet Kitap, 15.07.2004)
Türk romanının modernleşme sürecinden postmodern sürece geçişte göz ardı edilen ve anlatıları derinden etkilediğine inandığım Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanına gönderme yapmak burada tam zamanıdır diye düşünüyorum. Çünkü Oğuz Atay’ın milat olarak kabul edilen Tutunamayanlar romanı ve ardından gelenlerin bu eser sayesinde varolduklarına inanıyorum. İronik anlatımın ve Hayri İrdal’ın Türk roman kahramanları arasında özgün bir yerde olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki ironik anlatım tarzı Tanpınar’ın romanının ardından Tutunamayanlar’da ve sonraki diğer eserlerde görülür.
Hilmi Yavuz’un şair kimliğinin gölgesinde kalmasına karşın anlatı yazarlığı konusundaki ustalığını önemle vurgulamak gerektiği kanaatindeyim. Özelikle Türk romanının ve hikayesinin konu ve bu konuları ifade ediş bakımından kısır bir döngü içerisine girdiği bir dönemde farklı bir tarz oluşturmayı başarmıştır. Bu farklılığı ise Yavuz’un sadece şair değil bir nesir ustası olduğunun göstergesidir.
Fatih Kanter
Kaynaklar
Akatlı, Füsun (2000), “Kültür Adamı, Felsefeci, Yazar, Şair Hilmi Yavuz’a Yaklaşımlar”, Dil Dergisi, (Hilmi Yavuz Özel Sayısı), S.91, s.70-78
Aktulum, Kubilay, (2000), Metinlerarası İlişkiler, Öteki Yay., Ankara
Çelik, Behçet Cumhuriyet Kitap, 15.07.2004,
Doltaş, Dilek, (1996), “Türk Yazınında Postmodernizm1: Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri”, Varlık, S.1070, s.20-23
Ecevit, Yıldız, (2004), Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yay., İstanbul
Tarım, Rahim, (1996), “Üç Anlatı dolayısıyla Hilmi Yavuz’un “Kuyu”su”, Varlık, S.1065, s.41-44
Yavuz, Hilmi, (1995), Üç Anlatı Taormina-Fehmi K.’nın Acayip Serüvenleri, Kuyu, Can Yay., İstanbul,
Yavuz, Hilmi, (1999), İslam ve Sivil Toplum Üzerine, Boyut Kitapları, İstanbul