Vildan Külahlı Tanış: Merhaba sevgili Fatih. İlk kitabın Erik Ağacı’nın üzerinden neredeyse dört yıl geçti. Seni tekrar masanın başına oturtan, Tüplü Televizyon Kırılınca’nın yazılmasını sağlayan o tohum anını sormak istiyorum. Nasıl başladı bu kitabın yolculuğu?
Fatih Türker: Merhaba, yıllar önce bir tren yolcuğunda bu hikâyeyi yazmaya karar verdim. Sapanca’dan Ankara’ya gidiyordum. Sol çaprazımda bir aile vardı. Anne, baba ve ilkokul çağlarında olduklarını tahmin ettiğim iki çocuk. Yol boyunca fark ettirmeden onları izledim. Kalender bir hâlleri vardı. İki kişilik koltuğa dört kişi sığmaya çalışıyorlardı. Trenin içi sıcaktı. Çocukların alınları terlemişti, sıkılmışlardı. Anne çocuklarla hiç ilgilenmiyor, sadece dışarıyı izliyordu. Baba ise arada bir daralmasına rağmen çocukların bir şekilde gönüllerini yapmaya çalışıyordu. Sonra o iki koltuğu bir şehir olarak hayal ettim. Ailenin aslında o şehre sığamadığını, yaşam devam ederken sürekli sığacak bir yer aramaya çalıştıklarını düşledim. Sonra Tüplü Televizyon Kırılınca fikri çıktı meydana.
Vildan Külahlı Tanış: Kitap kadın-erkek ilişkileri etrafında gelenekselliğe atıflarda bulunuyor. Özellikle ataerkil düzene bir eleştiri hâkim kitapta. Değişen bu dünyada bu ataerkil düzene karşı değişimin direnci hakkında neler söylemek istersin?
Fatih Türker: Ne yazık ki ataerkil bir iklimde büyüdüm ben. İlk gençliğim, üniversite yıllarım hep böyle geçti. Hâlâ da devam ediyor. Toplumsal düzeyde kadın erkek eşitliğine inanan biriyim. Sporda, siyasette, okulda, markette cinsiyet eşitliğinin olmasını diliyorum. Kadın cinayetlerinin, zorbalıkların sebebi hep buraya dayanıyor. Erkek bu düzenden güç alıyor. Ne yalan söyleyeyim, kitaba başlarken kadın-erkek ilişkilerinin altını oymak düşüncesinde değildim. Hikâyenin tek kadın karakteri Gül’dü, fikir aşamasındayken. Sonra Yıldırım’ın yengesi bir gölge gibi belirdi. Peşine karşı komşu Bilge geldi. Bilge’yi çok önemsiyorum. Sonlara doğru bir kadın daha meydana çıktı. Karakterleri şekillendirirken kadın-erkek ilişkilerinin sığ ve adaletsiz yanlarını yazmaya karar verdim. Gül tabii merkezinde bu fikrin. Ailesinin boyunduruğu altında kendini geliştirememiş, okuyamamış, meslek edinememiş biri. Bunu içten içe dert ediyor ama elinden de pek bir şey gelmiyor. Yıldırım’dan da destek görmüyor. Ben biraz Yıldırım’ın aslında kadının gücüne içinde bir yerlerde inancının olduğunu biliyorum. Onu anti-kahraman gibi düşlerken bu yanını kollamalıyım. Bilge tam da bunun için var. Okurların bazılarından Bilge’nin aslında hikâyeye pek katkısının olmadığı yorumunu aldım. Aksine Bilge, Yıldırım özelinde, erkeklerin kadınların toplumsal alandaki rolüyle ilgili tezatlığının, ikiyüzlülüğünün bir yansıması.
Vildan Külahlı Tanış: Kitap köyden kente göçü konu alıyor. Yürüyen merdivenlerde bile yürüyen insanların yaşadığı şehir hayatı ve bir kaplumbağa makamında ilerleyen taşra hayatı üzerinden ilerliyor hikâye. Taşra ve şehir sence nedir, diye sormak isterim?
Fatih Türker: Artık taşra kalmadı. Her yer merkez, şehir. Benim çocukluğumda mahallede market yoktu. Beş kilometre gitmek gerekiyordu. Şimdi adım başı market, fırın, kafe. Şehrin en belirgin özelliği imkânların ayaklarının altında olması. Ama ben bu kitapta karanlık bir şehir düşledim. İnsanları boğan, kimsenin kimseye güvenmediği, herkesin birbirini kullanmaya çalıştığı -ağabey kardeşin bile-, sokaklarından pislik akan, betona hapsolmuş, çocukların apartmanlardan gökyüzünü göremediği, peşine düştüğü, sokakta yaşanan zorbalıkların sıradan görüldüğü bir yer. Berbat bir yer.
Vildan Külahlı Tanış: Yaşadığı şehrin güzelliklerini ancak akbillerin üzerindeki fotoğraflardan gören insanlar bahsediyorsun. Kentleri aşıp mahalleler arasında bile oluşan sınıfsal farklılara değiniyorsun. Son dönemde sıklıkla kullandığımız bir sözcük öbeğiyle bağlayalım. “Her şey sınıfsal mıdır?”
Fatih Türker: Hemen hemen her şey. Ben İstanbul’da üç yıl yaşadım. Tarihî Yarım Ada’da. Öğrenciydim ve ekonomik yaşamam gerekiyordu. Mezun olup işe başladıktan sonra gidebildim Ayasofya’ya, Yere Batan Sarnıcı’na ve parası olanın girebildiği yerlere. Ama Gülhane Parkı’nı es geçemem. Çok aylaklık ettim oralarda. Kadıköy Moda’da, Zeytinburnu sahilinde. Aslında büyükşehirde yaşayan insanlar da kasabada yaşıyorlar gibi bir durum var. Çapa’da bir komşum vardı, Sivaslı. İstanbul’da komşuların yarısı Sivaslı kalan yarısı Nijerya. O ağabey yirmi yıldır İstanbul’da yaşamasına rağmen Taksim’e, Eyüp’e, Nişantaşı’na hiç gitmemiş. İstanbullu bir akvaryumda gibi yaşıyor ve evet sebebin çoğu yaşamın artık bir dizi sınıfsal abukluklarının olması.
Vildan Külahlı Tanış: Yıldırım ve Mümtaz karakterleri üzerinden kardeş rekabetini okuyoruz. Habil’le Kabil’den bu yana şahit olduğumuz bu durum için neler söylemek istersin?
Fatih Türker: Bu benim hikâyeye dair en sevdiğim kısım. Kafa yoruyorum bu meseleye. Bir defa aynı anne babadan dünyaya gelip başka huylarımızın, başka hayat görüşlerimizin olması garip geliyor. Bir erkek kardeşim var. Çok düşkünüm ona. Eğer tek çocuk olsaydım bizimkilere çok kızardım. Eğer birlikte büyüyorsanız ağabeyinizi rol model alıyorsunuz. Bu özellikle büyük erkek çocuk için hayat boyu bir doyum alanı. Sizi taklit eden, size benzemeye çalışan, belli bir yaşa kadar sözünüzü, öğütlerinizi dinleyen biri var hayatınızda. Tabii ben kitapta kendi ağabey-kardeşlik durumuma çok zıt bir şey denedim. Tam olarak denemeydi. Küçük kardeşi kullanan, onu denek faresi gibi gören bir kötü kahraman hayal ettim. Mümtaz! Mümtazlar vardır. Kimimizin ağabeyi, kimimizin komşusu olarak bile olsa vardır. Onlarla başa çıkmayı bilmemiz gerekli. Ben biraz Yıldırım’a kızıyorum ağabeyiyle ilişkisi konusunda. Bu kadar anahtar teslim yaklaşımı sorunlu buluyorum. Bir taraftan da özellikle böyle istedim. Sorunlu olan şeylerden yazılacak malzeme çıkıyor.
Vildan Külahlı Tanış: Sayfa 52’de “…bu şehirde kimse kimseye karşılığı olmadan günahını dahi vermiyordu,” diye bir cümle geçiyor. Yazar ile okur arasındaki alma verme dengesi üzerine ne düşünüyorsun, merak ediyorum.
Fatih Türker: Tüplü Televizyon Kırılınca özelinde kendimi eleştirebilirim bu konuda. Ben kurmaca bir metinde okura boşluk bırakmayı seviyorum. Bu hikâyede bunu daha az yapmalıydım. Eleştiri de alıyorum. Hatta son bölümle ilgili olarak bu konuda daha çok yorumlar duyuyorum. “Ne oldu şimdi?”, “Nereye vardı?”, “Bir yere bağlanmalıydı,” gibi geri dönüşler oldu. Ama ben zaten bir metnin her zaman bir sonucu bağlanması, mutlaka temasının olması, kesinkes gözle görülür bir şey anlatması gerektiğine inanmadım. Okuduğum hikâyelerin bazen bir oyun alanı olması hoşuma gidiyor. Bana boşluk bırakmasını, seçenek bırakmasını tek bir noktaya varmamasını seviyorum. Bir dizi vardı. İzlerken seyirciye seçenek sunuyordu ve seçime göre hikâye devam ediyordu. Ne hoş, değil mi?
Vildan Külahlı Tanış: Kitapta Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık kitabındaki Mevlüt karakterinden bahsediyorsun. Bunun üzerinden sormak isterim. Fatih Türker kimleri okur? Yazın hayatını şekillendiren isimler kimlerdir?
Fatih Türker: Ben okuduklarımdan etkilenen biriyim. Bu yazdıklarıma da yansıyor. Lisede Mai ve Siyah’ı okuyunca çok sevmiştim. Sonra Kırlangıç diye bir öykü yazmıştım. Şimdi bakıyorum bire bir aynıymış. Çalıkuşu’nu okuduktan sonra Bir Öğretmen Her Şeyi Değiştirebilir diye bir öykü yazmıştım. Hatta bir sendikanın öykü yarışmasında ödül almıştım. Okuduklarımı bir süre yaşıyorum. Bu soruya da her zaman çağdaşlarımdan isimler vermeyi önceliyorum. Nisan Erdem’in dilini seviyorum, oluşturduğu atmosfer anlamında çok beğendiğim bir yazar. Nermin Yıldırım’ı üniversite yıllarımdan beri ilgiyle takip ediyorum. Selim İleri’nin hayatını yazıya adaması, daha yirmili yaşlarındayken bu kadar yetkin, bu kadar üslubunu bulmuş yazabilmesi hayranı olmama yetiyor. Sevgi Soysal… Onun ironisi, hikâye kurma yapısı, çalışkanlığı müthiş. Hâlâ dönüp dönüp okuyorum.
Vildan Külahlı Tanış: Benim sormadığım ama senin eklemek istediğin bir şey varsa dinlemek isteriz.
Fatih Türker: Teşekkür ederim soruların için. Tüplü Televizyon Kırılınca umarım okurda karşılığını bulur. Benim yazarken çok keyif aldığım, bana iyi gelen bir kitap oldu.
Vildan Külahlı Tanış: Sohbetin ve samimi cevapların için ben teşekkür ederim.