Birbirlerini hiç tanımayan, binlerce kilometre uzakta yaşayan iki kadın: Nil Soylu ve Prenses Sahra.
Sahra’nın itiraz etmeye gücünün yetmediği bir evlilik, Nil’in ailesine rağmen yaşadığı aşk ve her iki genç kızın hem birey hem de kadın olarak varoluşlarını yaşama mücadelesi.
Birinin sadece üremek için kadın olması salık verilmişken, diğerinin maruz kaldığı olay yıllarca mücadele edeceği bir yoksunluğa sebep olacaktı. Yirmi yıl sonra yaşanan bir uçak kazası Sahra ile Nil’in kaderini birleştirirken, değişen dengeler ve öngörülemez gelişmeler herkesi gölgede bırakacaktı. Şimdi Nil ve Sahra’nın zamanı başlıyordu. Tanrı’nın insanlar için planladığı gizemlerin zamanı geldikçe aralandığına artık eminlerdi… Türkiye’den Suudi Arabistan’a, Amerika’dan Endonezya’ya uzanan satırları ile soluk soluğa okuyacağınız bir hikâye.
Pürlen Kıyat Karakuş’un heyecan verici romanı Tanrı’nın Uyumadığı Gece, Haziran ayında hep kitap etiketiyle raflarda yerini aldı. Biz de edebiyatburada.com olarak Pürlen Hanım ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Röportaj: Fatma Aktaş
- Edebiyat ve yazmak ile olan bağınız ne zaman, nasıl şekillendi?
Oğlum Doruk, doğumsal kalp rahatsızlığıyla dünyaya gözlerini açtı. Çok zorlu ve güçlü durmamızı gerektiren bir süreçti ailemiz için. Bu süreç yıllara uzanan ve tek ameliyatla sonuçlanmayan bir hali de beraberinde getiriyordu. Çocuk Kalp Vakfı’yla bir proje geliştirdik. Benzer sorunları yaşayan ailelerin yalnız olmadığını ve bu tür rahatsızlıkların zamanında tespit edilmesi halinde pek çok minik kalbin yaşama şansının olacağını anlatan bir sosyal sorumluluk projesiydi bu. Ben eserin yazarı olmaya gönüllü oldum. Benzer sorunlarla karşılaşan ailelerle birlikte Doruk’un yani bizim de hikâyemiz var Benim Küçük Kalbim’de. İyi ki bu eseri yazmaya gönüllü olmuşum, lakin yazarken inanılmaz bir sağaltma ve iyileşme gözlemledim kendimde. Dahası yazarken yazmaya âşık oldum.
- Benim Küçük Kalbim, Kırmızı Gece, Kahramanlar Sadece Masallarda Olmaz, Kırmızı Gece ve Mühürlü Zarf yayımlanmış diğer eserleriniz. Mühürlü Zarf’tan sonra üç yıllık bir ara verdiğinizi görüyoruz. Yeni romana hazırlık süreci miydi bu?
Bu soruya cevabım, hem evet hem hayır. Evet çünkü Tanrı’nın Uyumadığı Gece’nin kurgusu zihnimde demleniyordu. Hayır, çünkü böyle bir eseri hayata geçirip geçirmeyeceğimi bilmiyordum. Yazma eylemi benim için o kadar kutsal ki, belli bir ajandaya bağlı kalmaksızın, “an”da kalarak yürüttüğüm bir eylem. Bu nedenle cevabım ne evet ne de hayır.
- Tanrı`nın Uyumadığı Gece için roman fikri nasıl oluştu?
Tohumları sanırım 10 yıl önce atıldı. Suudi yazar bir kadın, ben halen aktif iş hayatının içindeyken Türkiye’ye gelerek danışmanlığımdan faydalanacaktı. Gelme tarihi yaklaşınca bana bir e-posta atarak, “Beni nasıl tanıyacaksınız havalimanında?” diye sordu. Öyle ya, ülkelerinde baştan aşağıya siyah çarşaflarla yaşamak zorunda bu kadınlar. Ben de ona, şirket şoförünün onu havalimanında karşılarken elinde isminin yazılı olacağı bir kart olacağını söyledim. Lakin ısrarla benim onu almamı istedi ve bana başı açık fotoğrafını göndererek kimseyle bu fotoğrafı paylaşmamam konusunda hem ricacı oldu hem de uyarıda bulundu. Başı açık fotoğrafının bir şekilde sosyal medya gibi mecralarda görünmesi başını büyük derde sokacaktı. Yüreğimle birlikte tüm iç organlarımız ezildiğini hissettim bu kadın(lar) için. O gün “Bu konu romanlaşmalı” dedim kendi kendime. Sonuç olarak, benzer kaderleri farklı coğrafyada yaşayan iki kadının hikâyesi romanın çatısını oluşturdu.
- Bu romanı yazarken hazırlık sürecinizi çok merak ediyorum. Kitapta gerek bilimsel gerekse sosyolojik anlamında derin bir araştırma içine girdiğinizi okur olarak çokça fark etmekteyiz. Zor olmadı bu kadar derin bir meseleyi kaleme almak? Nasıl hazırlandınız?
Hiç kolay olmadı diyebilirim. Adanmışlık olmaksızın böyle bir eser doğmazdı. Roman yazan bireyin insan psikolojisini, değişik ruh hallerinin hayata temasını, neyi neden yapıyor olabileceği gibi sorular hakkında bilgi sahibi olması bana göre şart. Benim psikolojiye merakım pek tabii ki roman yazabilmek için başlamadı. Zaten kişisel olarak psikolojiyle fazlasıyla meraklıydım. Çünkü mutluluğun kalıcı olmadığını ve yapılandırılması gerektiğini çok iyi biliyorum. Hayatta karşımıza çıkan sorunlarla baş edebilmek, kendimizin en iyi versiyonu halini alabilmek için bıkmadan usanmadan insanın kendisine yatırım yapması gerektiğe eminim. Bu yüzden psikolojiye ilgim yıllar içinde katlanarak arttı.
Böylesi derin ve sosyolojik bir konuyu ele alabilmem de gerek toplumumuzun gerek diğer coğrafyaların eğilimlerini bilmekten geçiyordu elbette. Bu da bugüne kadar biriktirdiğim deneyimlerin yanı sıra çok fazla araştırma yapmamla pekişti diyebilirim. Bilimsel kısmına gelince, yine çok yoğun bir araştırma yaptım. Kafa nakli konusunda dünyada ön plana çıkan Sergio Canavero ile iletişime dahi geçtim. Bu konuya dair dünyada ve Türkiye’de ki doktorların bakış açılarını, zıt fikirleri gerek İngilizce dökümanlardan gerekse Türkçe belgelerden derinlemesine araştırdım.
- Peki, uzmanlardan destek ya da danışmanlık aldınız mı?
Özellikle toplumumuzda çok yaygın olan vajinismus rahatsızlığını anlayabilmem hem psikolog hem de bu konuda uzmanlaşmış kadın doğum uzmanlarıyla temas etmemi gerektiriyordu. Her ikisini de yaptım. Bir meseleyi çok iyi anlamadan onu kaleme almak mümkün lakin böyle olunca illaki metinde yapay bir hava oluyor. Bu nedenle ben anlamadan yazmayı seçmeyenlerdenim.
- Kitabınız hemen pandemi sonrası okurla buluştu. Tüm bu hazırlık ve yazma süreci pandemi sırasında mı yapıldı? Siz bu zor ve tuhaf zamanlardan nasıl geçtiniz? Pandemide ürettim ve çoğaldım, diyebiliyor musunuz?
- Tanrı’nın Uyumadığı gece güçlü ve çelişkili bir isim. Bilerek mi böyle bir isim kurguladınız?
Bu soru çok soruluyor ama arkasında ne gizli bir ajanda ne de bir amaç var. Rüyamda geldi bu isim. Çok derinden gelen bir sesle. Nefes nefese uyandım ve birkaç gün etkisinden kurtulamadım.
- Okuru Sahra ve Nil ile tanıştırırken roman aracılığıyla, aynı zamanda kadın olma meselesinin köklerine doğru da bir yolculuğa çıkarmış oldunuz. Türkiye’de başlayan bir hikâyenin tüm dünyaya sıçraması ki yaşananlar hem bilimsel hem de sosyokültürel açıdan tüm insanlığı etkileyecek ölçüde büyük ve derin. Bir yanıyla kurgu bir eser aracılığıyla bilimsel bir gelecek öngörüsünü de ortaya çıkardınız, diyebilir miyiz?…
Evet, diyebiliriz. Bence yakın gelecekte romandaki kurgu gerçekleşecek. Yazdığım eserlerde okurun kucağına sorular bırakmayı çok seviyorum. Çünkü böyle olunca okur sorgulamaya başlıyor hem eseri hem yaşanan olayları. Bir okurum kitabı yorumlarken, “Yazar fazla fantastikleşmiş, bu kadar olmaz derken bir baktım ki, kitabın sonunda tıp camiasında adı geçen kişilere teşekkür etmiş,” demiş. Haliyle hemen araştırmaya girmiş. Buna benzer yorumlar diğer kitaplarımda da oldu. Yazma tekniğimin tabiri caizse “uyanıklıkla uyku arası, gerçek mi değil mi” gibi bir duygu bırakması haz aldığım noktalardan bir diğeri. Üstelik okurların pek çoğunun dikte edilmekten ziyade sorularla ve kendileriyle baş başa kalmayı sevdiğini biliyorum. Ben de bu tarz bir okurum.
- Okur Tanrı’nın Uyumadığı Gece’de ilginç olayların izini sürecek. Burada olay örgülerinin yanı sıra, anlatımınızla da okuru o heyecanlı serüvenin içine adeta sokuyorsunuz… Zaman algısının çokça değiştiği günümüz çağında değişim, hız ve serüven nedir sizin için?
Bu sorunuz beni aktif çalışma yıllarıma götürdü. IT media işiyle haşır neşirken bir CEO’nun web sitesi hazırlattığı yazılımcısıyla aynı toplantıdaydım. O yıllar herkesin web siteleri hazırlattığı yıllardı. CEO toplantı başlayıp da sitenin açılım sunumunu yapılırken masadan kalkarak odayı terk etti. Yardımcısı yazılım şirketine teşekkür ederek birlikte çalışamayacaklarını söyledi. Sebep web sitesinin 5 saniye içinde açılmamasıydı… Sanıyorum bu örnek en güzel cevap sorunuza. Tabii edebi cevabım bundan farklı olmalı gibi gelebilir, lakin “Bu kadar olmasa da romanda ilk 30 sayfa okuru içine almıyorsa, o okurun kitabı bırakma ihtimali yüksektir,” diye cevaplayabilirim. Bu cevabım zamanın ruhuyla çok eşdeğer. Her bilgi o kadar hızla iniyor ve o kadar hızlı kullanılıyor ki, bu edebiyat dünyasını da çok etkiliyor. Ağdalı ve uzun paragraflardan oluşan edebiyat aksine akıcı ve merak uyandıran metinlerden oluşan eserler zamanın ruhunu yakalayanlar kanımca.
- Sahra’nın ve Nil’in hikâyesi ve yolculuğu, kadınlık tarihinin hem geçmişini hem de geleceğini şekillendirirken, romanda farklı kültürlerde olmamıza rağmen kadın olmanın zorluğunun izini sürüyoruz. Kahramanın sonsuz yolculuğu misali kadınlar sizce hep yolda mı olacak yoksa varacak mı?
Bu romanda alışılmışın aksine erkeğin kadına şiddetinden ziyade, kadının kadına şiddetine dem vurdum. Çünkü mesele tam burada hatta anne rahminde başlıyor. Yazık ki kadınlar yaşadığı travmaları diğer nesile aktarıyor. Bu aktarma yanlış bilgilerle, öğrenilmiş çaresizliklerle ve toplumsal baskının kadın üzerindeki yaptırımı şeklinde ete ve kemiğe bürünüyor. Romanda Sahra gibi Nil de aslında onları tüm kötülüklerden koruması gereken annelerinin kurbanı. Bu kadınlar farkındalık yolculuklarına çıktıkları için ibre doğru tarafa dönüyor, lakin gerçek hayatta bunun tersiyle çokça karşılaşmaktayız. Benim inancım şu yönde;eğer kadın değişirse dünya değişir. Çünkü erkek evlat gibi kız evladı yetiştiren de kadın. Kadınlar riyakârlığı bırakarak önce kendiyle yüzleşmelidirler. Çoğu zaman kadınların aktivist girişimleriyle birlikte kız evlatlarını nasıl da cendereye aldığını görüyoruz. Bekaret ve namusu ilişkilendiren toplumlar ilerleyemez. Ama bir anne kızına veya oğluna meselenin bekâret değil öz saygı olduğunu anlatırsa, ne istediğini bilen ve ayakları üzerine sağlam basan bireyler yetiştirerek dünyayı iyiye evirir.
- Biraz da kitaptan genele gidelim; vizyon, insani bütünlük, kıyamet, öfke, vicdan, nefret, sevgisizlik… Çok fazla şey sayabiliriz. Romanda kişilerin hikâyesinden bu kavramların hepsini sorgulamaya başlıyoruz. Peki siz? Yani siz bir yazar olarak “Nil ve Sahra olurken” neler hissettiniz? Ya da diğer ana karakterleri olurken?
Toplumsal değerler nedeniyle gerek Nil gerek Sahra hatta babası İrlandalı annesi Türk Rachel’ın bile kişiliklerini oluşturmada fazlaca zorlandığını görüyoruz. Bu kadınlardan biri hatta zamam zaman hepsi de benim haliyle. Nasıl Suudi Arabistan’da tecavüz edilen kadın hapis cezası alıyorsa, Türk kadını da taciz edildiğinde “hak etmiştir” damgası yiyiveriyor. Bu karakterlerin baş etmesi gereken öyle derin mevzular vardı ki, yazarken kimi zaman ağladım, kimi zaman çok öfkelendim ama nihayetinde onları bataklıktan kurtarmak için yollar aradım. Bu yol bence kişinin bitmeyen hayat ve gelişim serüveniyle zafere ulaşıyor. O da insani bütünlük.
- Yazmak sizin için nasıl bir motivasyon? Nasıl tarif edersiniz o duyguyu? Ayrıca yazarken bazı ritüelleriniz, alışkanlıklarınız var mı? Sabahları mı daha verimli çalışırsınız, yoksa geceleri mi?
Roman yazmak bence bir bağlama sanatı. Bilinmeyen, sonu belli olmayan olaylar zincirini ilmek ilkem dokumak ve nihayetinde bağlamak bana inanılmaz zevk veriyor. Çıkan duygu tam anlamıyla zevk. Zevk de aşkla gelişen bir duygu. Ritüellerime gelince enteresan sayılabilecek bir olayım var. Bir roman hayal edip de hikâyenin omurgasına karar verdiğimde ancak kitabın ismi ortaya çıkarsa klavyenin başına oturabiliyorum. Pek çok edebiyatçı dostum kitap isminin en son mesele olduğunu söylemesi beni yatıştırmıyor. İllaki içime sinen isim çıkmalı. Her ne kadar o ismin günün sonunda değişebileceği varsayımı olsa dahi… Bir de gündüz yazamıyorum. Gece herkesin uyumaya çekildiği anlarda, dünyanın sesini kıstığı ama evrenin konuştuğu anlar benim yazma anlarım.
- Çok sürükleyici bir roman Tanrı’nın Uyumadığı Gece ve 280 sayfalık bir kısalıkta hem bu kadar derin konular hem de içerdiği pek çok mekânsal değişim, ayrıca dinmeyen bir aksiyonuyla çarpıcı olması ile ilgili övgüler aldı. Kısa yazmak zor muydu? Nasıl toparladınız bu kadar çok mevzuyu?
Aslında kısa yazmak benim için zor değil. Hatta karakterim gereği çok uzayan kurgular, hikâyeler, olaylar beni sıkar. Bu nedenle kimi okurlarım, “Bitmesini istemedim, tadı damağımda kaldı, bu kitabı bir daha okuyacağım,” gibi yorumlar yaparlar. Bu strateji veya teknik değil. Ben böyleyim. Lakin roman yazarken uyguladığım paralel kurgu tekniği, sekansları bağlarken beynimin yanmasına neden oluyordu. Şaka değil… Başımın üzerinde sanki bir alev topu var gibi hissediyordum zaman zaman. Bunun yanı sıra bir mesele daha var. Bazen yazar kurgunun içine o kadar çok giriyor ki, konuyu dağıtabiliyor veya uzatabiliyor. İşte bu noktada işine âşık ve kendini metinlere adamış sizler gibi editörler devreye girerek gerekli uyarıları yapıyorlar. Bir eserin okura en mükemmel şekilde ulaşması bu nedenle ekip işidir bana göre.
- Türkiye ve dünya edebiyatından kimleri okuyorsunuz? Geçmişten bugüne, etkilediğiniz yazarlar ve kitaplar?
Khaled Hosseinni; Uçurtma Avcısı, Bin Muhteşem Güneş, Ve Dağlar Yankılandı çok severek okuduğum eserler. Reşat Nuri Güntekin Çalıkuşu birden fazla okuduğum eserdir, Kafka’nın eserleri, Nietzche, Livaneli’nin Serenad romanı ve Tomris Uyar sevdiğim yazarlar arasında. Aslında klasik bir okur olmadığımı da söyleyebilirim. Otobiyografi okumayı da çok severim.
- Dünyada pandemi, savaş, ekonomik çalkantılar derken büyük değişimler, yenilenmeler olmakta. Dünya -ve edebiyatla beraber sanat- yenilenebilecek mi gerçekten bütün bu olup bitenlerden sonra? Önümüzdeki dönemlerde, bu dönemde yaşadıklarımız sanata ve edebiyata nasıl yansıyacak sizce?
Kaotik dönemler insanların kitaplara ve sanata en çok sarıldığı dönemlerdir. Çünkü edebiyat ve sanat insanı fena olan şeylerden arındırır. Bence kuvvetlenecek lakin okur daha seçici olacak. Buna hiç kuşkum yok. Muazzam bilinçli bir okur kitlemiz var.
- Bir de yeni kuşağın edebiyatla ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
Yeni nesil değişimden şikâyetçi olan değil, değişime ayak uyduran yazarları okumak istiyor. Lakin kastım popüler kültür değil, bilinçli ve genç okur kitlesi için. Sorgulatan, araştırmaya sevk eden ve merak uyandıran kitapları seçiyorlar. Bir kısmı da sesli kitap dinlemeyi veya filmi/dizi yapılan eserleri seyretmeyi tercih ediyor çünkü teknoloji onları doğal olarak rahatlığa alıştırdı.
- Romanınızı okurken adeta bir film izler gibi geçti sahneler. O nedenle oldukça sinematografik bir eser olduğunu söyleyebilirim. İleride dizi ya film olması tekliflerine nasıl bakarsınız?
Tabii ki sıcak bakarım. Gerek genç neslin bir kısmının eğilimler,i gerekse herhangi bir nedenle kitap okumayı tercih etmeyenlere film veya dizi yoluyla ulaşmayı isterim.
- Edebiyat yolculuğunuzun süreceğini tahmin ediyorum. Bundan sonraki projeleriniz nelerdir? Var mı yeni bir roman?
Şu anda sosyal bir projede yazarım. Uzunca bir proje gibi gözükmekte. Yeni romanla ilgili bazı fikirlerim var ama demlenmesi gerekiyor. Eminim zamanı gelince klavye beni kendine doğru çekecek.
- Teşekkürler Pürlen Hanım bize vakit ayırdığınız için…
Ben teşekkür ederim. Çok keyifli bir sohbet oldu…