“Anısı Bizdik Bu Kentin”, Sinan Öztürk’e ait bir roman. Adının çağrıştırdıklarına bakılırsa anı türü bir kitap gibi duruyor. Almanya’da yaşayan yazarın memlekete dair yaşanmışlıklarını konu ettiğini düşündürüyor.
İçeriğindeki nüans farkları dışında yanıltmıyor bizi kitap… Yaşanmışlıkların romanı, evet, fakat konusu daha geniş, evrensel boyutlarda… Ortalıkta olmadığından ne yazık ki geç edinebildim kitabı, ikinci baskısından bir süre sonra.
Kitabın çıkış noktasını On İki Eylül dönemi, darbe yılları oluşturuyor. O kırılma noktasında egemen gücün, sözü, itirazı, eleştirisi olan kişi ve kesimlere yaşattıklarını konu ediniyor. Yaşatılan acıyı, zulmü, insan hakkı ihlallerini belleklere kazımak istercesine bilinçle kurgulanmış… Bir şehre, bir ülkeye, insanına duyulan gerçek sevgi ve vefanın kitabıdır diyebilirim… Okuduğunuzda muhakkak ki bana katılacaksınız, kalbi coğrafyaların kitabı…
Hikayenin geçtiği yer, öteden beri değişik kültürleri barındıran şehir Trabzon… Hikayesi Karadeniz’de, Trabzon’da geçen, okuduğum, bildiğim ustaca yazılmış, önemli bir kitap… Gerçekçi, toplumcu bakışın somut örneği… Doktor bir baba ve çocukları yoğunlukta olmak üzere, onların bağlantı halinde olduğu insanların kekremsi hikayesine yer veriyor.
Birbirinin öncesi ya da sonrası olan iki ayrı kuşağı birlikte ele alıyor. Darbeyi birebir yaşayarak hayati bedeller ödeyen ve onların yaşadığı acı ve haksızlıkların yakıcı gölgesinin düştüğü bir sonraki kuşağı… Şiddeti yer yer değişkenlik gösterse de eski ve yeninin süregelen faşizmini… Farklı görüş ve farklı etnik yapılar üzerinde yarattığı tahribatı, yakıcı etkilerini. Ki bu gün bile toplumda kendini her fırsatta hissettiren sancılı konulardır.
“Yazdan Sonra Yalnızlık”, yazarın romanının ikinci baskısıyla birlikte çıkarttığı şiir kitabı. Sosyal medya üzerindeki paylaşım ve dillendirmelerin de etkisiyle merakımı kabartmıştı daha bir. Romanından önce onu okudum…(Bir cümleyle değinmek gerekirse, şiirinin duyumsattıklarında da benzeri tat var.) Şiirin acelesi vardı sanki, sanki değil, öyle; her zamana, psikolojiye sığıyor dizeler, istediğin an, istediğin şiiri açıp okuyabilirsin. Fakat roman öyle değil; her sayfası, her bölümü birbirine bağlantılı… Dahası var: Roman kahramanları arasına dalmak, öyküye dahil olmak, uygun zaman ve psikoloji gerektiriyor… Edebi türler içinde en zor yazılanı da roman olsa gerek.
Sinan Öztürk’ün, ne kadar güçlü bir kaleme, kültürel, sanatsal derinliğe sahip olduğunu iyi bilmeme rağmen, kitabıyla ilgili ilk bakışta yargı dalgalanmaları yaşamadım desem yalan olur. Edebiyatın her alanında birbirine fark atacak denli başarılı olunmaz ki! O kadar da değil, türünden yargı dalgacıkları işte… Fakat merakla, ağırlaşan bir yürekle sayfalarda ilerledikçe durum başkalaştı. Açıkçası romanıyla daha bir şaşırttı beni, altüst etti, sarstı.
Ne anlatıyor kitap, sorusuna yukarıda cevap verebildim sanırım. Nasıl anlatıyor? Bir önemli soru da şu: Anlatımı aynı derecede destekliyor mu konuyu, tamamlıyor mu? Bir kitabın okur gözünde ve eleştirmenlerce bu sorulara olumlu yanıtlar vermesi ne demektir! İkisine birden hem de!.. Anlatımdaki mükemmelliktir asıl önemli, diyenlere bakmayın siz. Öylesi de güzeldir, ilgi çekici hatta hayranlık uyandırıcıdır, fakat bir kitabın konusu da önemlidir; ele, avuca gelir asıl ruhu, yüreği orası…
Öyküde her alandan, her görüşten çokça kahraman var. Yazar, her biriyle, en iyi şekilde empati kurup öyle içten, öyle akıcı anlatıyor ki yaşananları!.. Okuma zevkiniz, merakınız gitgide perçinleniyor… Ele alınan her şeye dahil oluyorsunuz romanda… Okulda olaylı biten bir münazaraya oturmuş liseli iki grubu kalabalık arasında pür dikkat dinlerken buluyorsunuz kendinizi. Parmaklıklar arkasında her tür işkence türünün denendiği devrimci ya da “düşünce suçlusu” bir adamla birlikte birikmiş hüzün ve isyanlarınız kabarıyor.
Holiganlaşmış ilkel milliyetçilik nedeniyle inandıklarını, öz kültürünü gizlice yaşamak zorunda kalan, asimile olan insanlara, aralarında kültürel gelenek farkı olan gençlerin aşk çıkmazına, zaman içinde toplumsal geleneğe tezatmış gibi duranı yaşamdan damıttıklarıyla kıranlara ya da sonraki kuşağın temsilcilerinin kültürel kaynaşmasına tanık oluyorsunuz yer yer, kültürler arasındaki çokça ayrıntıya… Ötekini dışlama ya da kucaklama anlarına…
Bir tarihçi edasıyla anlatıyor yazar, coğrafyacı oluyor, felsefeci oluyor, okulda devrimci bakışı benimsemiş öğrenci, çocukluk yıllarını Almanya’da geçirip ailesiyle birlikte memlekete dönüş yapan genç bir kız… Şehre hem içeriden hem de dışarıdan bakan sahici göz oluyor, Trabzon’u tarihi, coğrafi, sosyal, kültürel açıdan olanca gerçekliğiyle göz önüne seriyor. Politik alanda dönen dolaplardan içten içe haberli olan Karadenizli esnafı, işkenceci polisin gerekçesini anlatıyor bize, faşizm ağırlıklı sistemin körleştirdiği vicdanları.
Dedim ya kalbi coğrafyaların kitabı “Anısı Bizdik Bu Kentin”. İçsel gezintilere küçücük aralar verip şehrin tarihi ortamlarını, semtleri, binaları da gezdiriyor yer yer. Yolu Ganita’ya, Zağnos Vadisi’ne, Boztepe’ye, Gülbahar Hatun Cami civarına, Santa Maria Italyan Katolik Kilise’sine ve Trabzon Limanı’na düşüyor, daha birçok yere.
“Yurdumsun Ey Uçurum” “Uçurumlardan neler düşüp parçalanmadı ki? Ama uçurumsa eğer bir çiçeğin yurdu, çiçek uçurumuna da aşık olur. Aşk da zaten hep uçurumların kenarında gezinen bir çiçek değil midir?”
Öykünün geçtiği merkezi yer Trabzon fakat bağlantıları o derece geniş tutuyor ki… Bir kenti, geçmişle gelecek arasındaki tarihi bağlantısını, yaşananları anlatırken aynı zamanda ülkeyi anlatıyor, hatta dünyayı özetlemeye çalışıyor. Sosyal, ekonomik, siyasi yönden… Faşist yapıların, kendine sadık, itaatkar olanı korurken, eleştirel olana yaşattığı acı ve haksızlıkları. Zulmü… Dünya görüşü, inancı ve kültürel geleneğiyle farklıya ödetilen bedelleri…
Okurken düşünüyor insan, kederle karışık düşünüyor. İnsanın en büyük zenginliği, lüksü, yaşam bağı, dayanağı umudu da bir yanına alarak düşünüyor:
Ne kadar çeşitlendirirseniz çeşitlendirin, ne kadar renklendirirseniz renklendirin; iki tür insan vardır şu güzelim yeryüzünde. Işık olanlar, bahar olanlar, dokunduğu her şeyi, her yeri ışıldatanlar, kalbi, umudu onaranlar, iyiliği, güzelliği çoğaltanlar, insan hakkına, demokratik her tür hak ve özgürlüğe karşı saygılı olanlar… Ve onların yanı sıra; en cılız ışığa, güzelliğe, farklılığa, karşıt görüşe, yeniliğe tahammülü olmayanlar, barışçıl düşünceyi duyguyu, çiçeği, baharı, düşünceyi kirli duygu ve düşüncelerinin altında ezenler, köreltenler, yok edenler… İkisinin kavgasından ibaretmiş gibi görünüyor şu koca Dünya. İyiyle kötünün kavgası, güzelle çirkinin, vicdanlıyla vicdansızın…
Oysaki dünyanın, insanlığın iyiliğe, güzelliğe, saf, masum olana ihtiyacı vardır. Kişiler ve halklar arası sevgiye, barışa, dostluğa… Bir ömrü anlamsız, zorlu mücadelelerin çemberinden geçerek değil, güzel güzel nihayetlendirmeye… Ama nerde! Zulmü seven, despot insanlar da hep var olacaktır yeryüzünde. Varlıklarına tezat bir şekilde karşı taraftaki her güzel şeyi, gelişmeyi, oluşumu, umudu da kamçılayacaklardır.
Yazarlar gibi, okurlar da bir kitabın, ama iyi bir kitabın ardından bir çeşit sessizliğe gömülür. İçinde yoğunlaşmış sesler baş kaldırmışken… Yaşama, insanlara ya da umuda ya da hayallere dair bir beceriyi, sesi, tınıyı insanlara etkileyici yolla iletme başarısına tanık olmuşken… Kalbin, aklın o denli güzel, etkileyici devreye geçmesine imkan verilmişken. Susulur o zamanlar, evet. Çünkü kendi içindesindir; gördüğün, duyduğun sesin, sözün, güzelliğin içinde…
Anısı Bizdik Bu Kentin kitabının ardından benzeri yoğun duyguları yaşadım. Bir bilince, sorumluluğa, vefaya, ama sevinçle ama hüzünle yaşanılanları sunma biçimine, beceriye şaşırma mutluluğu benimkisi…