Nereye kadar bu sıradan yaşama isteği? İçindekileri duymazdan gelmek ya da belli belirsiz bir çukura hapsetmek nereye kadar?
Dile getirmezsen, gelinen noktada suya yazar gibi olsa da artık, yazıya dökmezsen, yazık olacak. (Her şeyi yazmaya kalkışınca da hayatı kaçırıyorsun ya! Yaşamayı!..) Aceleci bir derenin geriye hiçbir şey bırakmadan akıp gidişi gibi geçip gidecek zaman. Sönük duygulanımlardan ibaret kalacak her şey yazmadıkça. Seyircisi, empati kuranı, alkış tutanı olmadan sadece sana kalacak.
Bu da bir şeydir, hatta sıradan herkse gibi yaşamayı tercih eden biri için iyi bir şeydir. Fakat daha yakıcı durumlar, hissedişler unutturacaktır bir öncekileri. Sızısını, eksikliğini duyacaksın geriye bir şeyler koymamanın.
Bu yeni mevsimin iri harfli cümleleri bana bunlar… Her şeyi bu mevsime özellikle ertelemeye de gerek yokmuş aslında. Bir tuhaf rüzgarı var ki çokça hissediyorsun. Hissetmek ne kelime, çözülüyorsun adeta. Ve sonra… Hiçbir insanın, hiçbir zamanın yapamadığı kadar duygusal bir baskı yapıyor insana. Beni yaz diyor, ruzgarımı değdirdiğim seni… Bir mevsim ki ağırlığı var işte, ikna edici tarafı…
Sahi ya, ne çok şey yazılmış çizilmiş hakkında. Ömrün zirvesine benzetiliyor evre olarak. Saçların ağarmaya başladığı zamana. Öte tarafa ani bir gidiş söz konusu olmazsa eğer, ölümün yavaş yavaş yaklaşmakta olduğuna. Herkesin bakışı başka tabii, zamanı anlamlandırması, adını koyması başka.
O sıralar hissedilenlerle de ilgisi var aslında. Sosyal, psikolojik ya da bedeni şartlarla…
Onu, bunu bilmem, insanı etkileyen, çarpan bir şey var bu mevsimde. Fazla hissetmeye mecbur bırakan bir taraf… Elinde bavuluyla bir yerden başka bir yere giden biri, ayakları yerden kesen bir kavuşma anı, bir kucaklaşmaya karışan karşılıklı gözyaşı, bir sevinç çığlığı, okula ilk kez gidecek olan küçüğün heyecanı, ürküntüsü, sokak ya da evlerdeki mevsimsel bir telaş ve hareketlilik ister istemez gözüne takılıyor. Birer resim gibi içine takılıyor.
Öyle uzun uzadıya zamanlar gerekmiyor, saniyeler içinde çokça şey duyumsuyorsun. Gözün etrafta fakat hiç olmadığı kadar içine bakıyorsun. Hiçbir ses, hiçbir hareket, hiçbir mevsimsel curcuna bastıramıyor seni o sıralar; hiç olmadığı kadar içindeki sesleri duyuyorsun, hiç olmadığı kadar yerlere değiyor, basıyor aklın, yüreğin, hayalin. Hiç olmadığı kadar empati kuruyorsun gördüklerinle, özellikle kendinle…
Tatil için başka şehir ya da ülkelerden gelenler, rutin yaşamlarına devam için geri dönüyor bir bir.
Okulların açılması, çocuğunu heyecanla, kaygıyla önüne katan ana babaların yaptığı hazırlıklar. Kış telaşı. Kış için yiyecek, giyecek, yakacak istifleme telaşı.
Köylerdeysek, ilkbaharda zirvelere çıkanların, bu kez ineğini, buzağısını, köpeğini önüne katıp geri dönmeye başlaması. Emeğin toplandığı harmanlar. Çayırı, çimeni kaplamaya başlayan vargit çiçekleri, bütün o renkler, görüntüler, alın teri, var olmak ve yaşamak kavgası, hepsi, her şey sonbahara dahil… Hepsi düşündüren, duraksatan bir hüzün çalıyor insanın içine. En yoğun kalabalığa dalmakla, tenha yerlerde, ıssız odalarda yalnız kalmak arasında bir yerdesin artık. Hüzünlenmekle gülümsemek arası bir yerde…
Bu kez de fark ettim; çiçeğin, otun, ağacın, dağın, tepenin, göğün, rüzgarın, havanın renk, şekil ya da hareket değiştirmesinden çok, insana dair gelişme ve olaylardan kaynaklanıyor bendeki her şey. İnsansal hareketlilikten. Dost ya da yakınlarımızın aramızdan, hayattan ayrılışı hüzünlendiriyor çokça. Güne, mevsime, seneye önemli eksiklerle başlamamız… Bir coğrafyanın sinsice biçilmiş kaderi; bir arada yaşamaktan çok, dağınık halde yaşamak kültürü. Ya da siz deyin mecburiyeti… Üstlerindeki koca taşın keyfi bir hamleyle kaldırıldığı karıncalar gibi oraya, buraya savruluşumuz.
Bütünüyle uzak yerleri kast etmiyorum; bir mahalle ötesi, bir dağ, bir tepe ötesi, bir köy ya da bir şehir ötesine gidişler, gönüllü göçler bile koyuyor bana elimde olmadan… Tarif edilmez uzaklıklar koyuyor araya. İletişim çağıymış, dünya küçük bir köye dönmüşmüş, ne fayda! En başa dönüyoruz her teknolojik gelişme ve buluşla. Bazı duvarları yıkarken, başka duvarlar örülüyor, soğuk duvarlar… İşe yaramıyor yapay çareler. Avutmuyor içimizi işte.
Hoş, bir aradayken, kavgasız, gürültüsüz, barış halinde sarmaş dolaş, dayanışma içinde yaşayacağımızın da bir garantisi yok. Paylaşamadığımız her neyse; onu da beceremiyor, özlemlerde yaşatıyoruz… Hayat hiç adil değil, şartlar, iktidarlar hiç değil!.. Bütün çıplaklığıyla bunları vuruyor yüzümüze sonbahar. İmkanlara oranla kasti olarak büyütülen imkansızlıkları. Onun kadar gerçekçi bir mevsim bilmiyorum.
Hiç gereği yokken, aile ya da sosyal çevremde ne kadar haksızlığa, ötekileştirilmeye maruz kaldıysam, onları da hatırlatıyor bana. Çıkarının son bulduğu yerde bıçak gibi kesilen iletişimleri, sözde dostlukları, zorluğu, yalnızlığı… İhtiyaç duyulduğunda yakın görüp bana koşanlardan gereken dayanışma örneğini göremeyişimi… Biliyorum, gelip geçici duygular hepsi, fakat bu aralar garip şekilde burnumun direğini sızlatıyorlar.
Gözünü sevdiğimin sonbaharı: bütün maskelerinden sıyırıyor insanı işte. Bir telefon konuşmamızda arkadaşımın dediği gibi, “Bir kedi bile bana sırtını dönüp gitse” hüzünlenecek oluyorum…
Harika bir yazı.kalemine ve yüreğine sağlık …
Teşekkür ederim Zeynelabidin.