Markalı elbiselerini yatak odasının duvarını boydan boya kaplayan elbise dolabındaki askılıklara istemeye istemeye asarken,
“Artık kendimi yaşayacağım,” dedi.
Umarsızca çıkmıştı ağzından bu söz. Bana değil, kendi kendine ettiği bir itiraftı sanki. Kalbinin en derinlerinde, kendiyle ilgili verdiği bir kararı açığa vurmuştu.
Yadırgatıcı bir etki bıraktı bende bu sözü.
Doğru zamanda, doğru insanın ağzından çıkmış bir söz olsaydı!.. Ah, olsaydı!.. Kapkaranlık ve sancılı geçen bir geceden sonra günün ilk ışıkları neyse, o anlama gelirdi.
Bir toplumda, bir evde ya da kişiler arasında süregelen koca bir inat kırılırdı.
Bir bedel ödenmek üzereyken, nihayet gerçeği görmeye, görüp kabullenmeye yanaşılır ve de anlamsız bir töreye son verilirdi.
Prangalarından sıyrılırdı bir köle.
Bir körün demiyorum, onlar da görür, hatta en iyi, en ayrıntılı şekilde onlar görür, inatçı bir cahilin gözlerindeki karanlık perdesinin kalkmasına tanık olmuşçasına sevinirdim.
Sevgi adına, bağlılık adına, emek adına ve bu kavramlara gereken değeri verenler adına sevinirdim.
O an, içime yayılırdı sevinç çığlığım.
Belki de gün gelir, kağıtlara taşardı yankısı. Bir sözün ardından; Bir yanım (özverili ama aldanmış insanlar adına) mağlup ve kırgın bir halde suskunları oynarken, bir yanım, hep o sorgulayıcı yanım, konuşmaya gerek duymazdı.
Sarf edilen bir sözün ne anlama geldiğine, geleceğine dair düşünmeye davet etmezdim onu. Verilen bir kararın onu nasıl sığ, nasıl bencil bir özgürlüğe götüreceğine… Verilen bir kararın ucunun kimlere, ne denli dokunacağına dair öz eleştiri yapmasını istemezdim ondan.
“Artık kendimi yaşayacağım,” sözü, doğru zamanda, doğru insanın ağzından çıkmış bir söz olsaydı keşke!
Ne değerli bir söz olurdu, düşünün. İçinde anlamlı bir özgürlük isteği barındırırdı. Yaşamın yıpratıcı yönlerini unutmaya karar veren birinin hayatında lekesiz ve duru bir sayfa açmak anlamına gelirdi. Kendine değer verme, ne isteğini bilme ve kararlılık anlamına…
Hani dünyadan, her şeyden bihaber yaşayan kadınlar vardır ya… Daracık ortamlarına, evlerine, dünyalarına mahkum edilirler. O evlerde, sabahtan akşama kadar iş yapmak zorundadırlar.
Ev ortamı güzeldir de, ev işleri nankördür. Akşamlar da nankördür o evlerde. Alacakaranlıkla birlikte, ürettikleri ne varsa, hepsini çarçabuk tükettiği için nankördür.
Bir bakıma da silik işlerin, silik kahramanlarıdır o kadınlar. Takdir görmeden, bir teşekkür cümlesi duymadan angarya bir hayatı yaşarlar.
Kim bilir, belki de hiçbir gün, yeni bir gün değildir onlar için. Yine aynı işler, aynı koşuşturmaca başlar bir sonraki günde.
Hani bir çırpıda sevgileri eskitilen kadınlar vardır ya… Kendini birine, bir sevgiye adayan, klasik deyimle saçını süpürge edecek denli duygusal kadınlar… Zamanla, bir başına üstlenirler evin geçimini. En zorlu, en berbat işlerde bile çalışarak.
Ayyaş kocalarının harçlığını, içkisini, mezesini bile temin etmek zorundadırlar.
Ne yapsa, ne etseler değerleri bilinmez. Üstüne üstlük aldatılır, horlanır, dayak yerler.
İşte o hayat yorgunu kadınlardan biri, nihayet acılarından silkinip; “Artık kendimi yaşayacağım!” dese, diyebilse, içim ışırdı. Onların dudaklarına yakıştırırdım bu sözü.
Çünkü ayakları üstüne durmayı istemek anlamına gelirdi.
Günümüzün sığ, bencillik dolu, insani değerlerini örseleyici ve dayanışmalardan uzak özgürlük anlayışından çok farklı bir şey olurdu…
“Parasının asla suyunu çekmeyeceğine inandığım birini bulacağım…Bana kendimi yaşatacak olan başka bir zengini…” Bu olmazdı, o kadınların dudaklarından dökülen bir sözün açılımı.
Asla olmazdı!..