Sadece birkaç yılımızı bir arada geçirdik kardeşlerimle. Çocukluk yıllarımızı. Zor zamanlardı. Boyumuzdan çok büyük sıkıntılar, haksızlıklar yaşadık. Var yokluğu… Ama annemiz ve kardeşlerimizle bir arada olmamız yine de güzeldi. Birlikte çareler aramak, birlikte gülmek, birlikte gözyaşının tadına varmak… Erişkin yaşlarımızda iflah olmayacak bir boşluk, kimsesizlik duygusundan kurtarmıştır bizi.
İleride ömrün diğer evrelerini hayal meyal hatırlayacak noktaya gelsek de, iyi biliyorum ki, acısıyla tatlısıyla hatırlanacaktır o yıllar…
Bizi haksızlığın, var yokluğunun, sıkıntının içine bile isteye, daha doğrusu kişisel bencilliğinden, despotluğundan dolayı atan babamız tarafından sonraki yıllarda yurt dışına götürüldü kardeşlerim. Onun kendisine has tüm özgürlükleri yaşadığı yere… Orada kendilerine bir yol bulmalarından çok, çalışıp para kazanmaları, ona kazandırmaları içindi her şey. Var yokluğunun, baskının ve de başkaldırmanın ne demek olduğunu çok iyi öğrenmiştik, bunlara ek olarak bu kez de “gurbet”, “hasret” kavramları girmişti hayatımıza. Giden ya da geride kalanlarımız için çok zorlayıcı zamanlardı. Hele de o süreci nasıl atlattığımızı bir biz biliriz!..
Bazılarımız daha çok, bazılarımız daha az olsa da tüm kardeşler olarak hepimiz etkilendik yaşatılanlardan. Yaralandık… En büyük kardeş bendim, okuyan, sorgulayan… O sıralar en çok sorumlu hisseden, ilk ve en çok başkaldıran… Biliyorum, büyüdükçe, güçlendikçe, bir yere, birine yaslandıkça itirazını, isyanını ortaya koymak kolay. Sanırım asıl küçüksen, zayıfsan, desteksizsen, hele de kız çocuğu, genç kız ya da kadınsan bunu yapabilmek daha zor; zor olduğu kadar da önemli tabii. Esas cesaret, yüreklilik orada…
Bense yeni yeni oluşmaya başlayan düşünce yapımdan ve kalbimin hamurundan almıştım haksızlığa başkaldırma cesaretini. Küçük yaşlardan itibaren yorulup yıpranmak olsa da bedeli…
Haksızlığa, hamur gibi ezilmeye karşı kimimiz ailede kalarak, kimimiz haklı bir isyanla bağlantıyı orta yerinden kesip uzaklaşarak, kimimiz zaman içinde, kimimiz de sadece kendi bardağının taştığı yerde verdik esas mücadelemizi. Zaman içinde herkes, en uysalımız bile itirazını koydu ortaya neyse ki!..
Yaşanılanlarda iyi bir taraf varsa, o da birbirimize kenetlenmemizdi, yaşadıkça dayanışmayı bırakmadan, maddi manevi anlamda birbirimizin yanında olmayı sürdürüyor olmamız… O gün, bu gün, hiç kimsenin tek bir sıfatı, sorumluluğu yok artık. Hiç kimse sadece anne, sadece abla, sadece abi, sadece kardeş değil bizde… Erkekler küçük dahi olsalar, hem abi, hem de baba olmuştur. Kızlarsa hem abla, hem anne… Anne zaten her şeydi… Başka nasıl doldurulurdu boşluklar, eksiklikler nasıl giderilirdi, koca bir bencilin teki tarafından açılmış yaralar nasıl sarılırdı, değil mi? Yakınlık derecesi ne olursa olsun; insan yine insanlarla tamamlıyor kendini, onlarla onarıyor… Öyle yaptık biz de, yapıyoruz…
Ortak duyguları; acıyı, hüznü, yokluğu yaşayanlar ister istemez daha yakın, daha can olurlar birbirlerine. Daha bir arkadaş, daha bir dost, daha bir akraba, daha bir kardeş olurlar… Birbirlerinin her şeyi olurlar aslında… Her evde, ailede, her ortamda, her toplumda bu böyledir. Hiçbir şeye benzemez ortak bir empatinin güzelliği, hiçbir bağa benzemez duygudaşlık… Birbirine en yakın yapar insanları. Yaşanan acının, yokluğun, zulmün, haksızlığın öyle ya da böyle dışında kalanlarsa darılmamalı bu duruma, sorgulamamalı o sıcak, o derin bağı, sitemini etmemeli bana kalsa…
Vedalarla bağlantılı bir yazı yazmaktı niyetim, nerelere geldim bak… Taa küçüklüğümüzden bu yana yaşadıklarımızı yazmaya kalkışsam, buradan gurbet ellere kadar uzar gider sözcükler. Şimdilik o kısımları özet geçmeli… Gurbet ve hasret sözcükleriyle tanıştık sonraları, evet. Uzak uzak nice yıllar katladık öyle, nice yaşanmışlıklar… Bazen aileden biri hastalanınca, yakınlarımızdan biri yaşamını yitirince, bir yakınımızın kızı ya da oğlu evleneceği sıra çıkageldi bizimkiler, bazen yaz, bazen yılbaşı tatillerinde, bazen de sürpriz yaparak… O gün, bu gün, ilk olarak otogarlarda, havalimanlarında tamamlıyoruz aileyi. Yolcu beklerken, yolcu uğurlarken… En çok oralar tanık oldu, oluyor özlem giderişlerimize, hüzünlerimize, en çok ve yoğun olarak oralar.
Gelinler, enişteler ve birbirinden tatlı yeğenler de eklendi aileye gittikçe, gelen ya da gidenler ikiye, beşe katlandı… Geldiler, her şeyimiz oldular, bazı farklılıklarla çocukluk yıllarımıza döndük. Yaralarımıza değindik yeri geldikçe, kabuk bağlasa da hiç kapanmamış olan yaralarımıza… Öfke ya da isyanı yeniden parlatmak ruha, kalbe, bedene zarar ziyan ve işkencedir aslında; önümüze bakmaya çalıştık yine de, en çok önümüze… Geri döndüler bir yanımız eksik kaldı hep, yaşadığımız yerler, çevremiz… Ne demişler: “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar / elli dirhem fazla gelmiş ayrılık…”
“Gurbet” ve “hasret” kavramları girmişti hayatımıza. Ayrılığa, vedalara karşı hassasiyet kazandık ister istemez… Evden birileri bavuluyla çıkıp gitmiyor mu yaşayacağı ya da yaşadığı yere; sevilen, önemsenen biri, bir aile üyesi, bir akraba, birlikte oturulan yakın arkadaş… Evin havası değişiyor o gün. Kekremsi bir renge bürünüyor her şey… Paylaşılanlar da güzel ve iç açıcıysa, muhakkak ki geride kalanlardan bir şeyler alıp götürüyor giden… Yaşları kaç olursa olsun, çocuk taraflarını geriye bırakıyor sanki o gün özellikle. Evlere sığamayan, hüzünlü, sulugöz taraflarını…
Her ne kadar alışsak da sığamıyorum evlere vedaların ilk günü. Evde kalıp giderilecek bir hüzün türü değil ki bu, başka… Art niyetli parmaklıklarmış gibi geliyor bana o gün duvarlar… Balkonlar, pencereler, kapılar da olmasa ah!.. O denli anlam yükler miydik evlere? Mümkünü yok.
Vedalardan sonra, evi ev yapan, evin en çok sevdiğim o gözlerinden; balkonundan, camından, kapısından dışarılara taşmak istemişimdir hep. Hayatın aktığı yerlere doğru dökülmek en acilinden… Sokağın hareketliliği değiştirsin ruh halimi diye. Gördüklerim, duyduklarım… Satıcı ya da korna sesleri, başı patlatacak denli yüksek olsa da o gün, beni lafa tutacak geveze birine rastlasam da, bir yanımı sıyırıp özür bile dilemeden geçip gitse de biri, meraklı teyzelerden biri yine beni durdurup “neresin”, “nereyesin”, diye soru yağmuruna tutsa da, az biraz kaba bir hitaba maruz kalsam, hatta “teyze” diyecek olsa da bana umudu kesmiş satıcının biri, yine de hayatın aktığı yerlere kaçmalı o günler…
Ayrıca, direkt benimle ilgili bir şey olması da gerekmiyor, ikinci, üçüncü şahıslar arasında geçen bir olayın tanığı olsam… Belki kızarım, hiç çekemem, canım yine sıkılır ama olsun. Dışarısının olumlu ya da olumsuz rüzgarı içimden başka yerlere yoğunlaştırır dikkati, düşünceyi, bu arada da olanca hüznümü dağıtır… Denedim, biliyorum, faydası var…
Gündelik hayat ne yapıp edip kendine uyduruyor bizi… İçimizde ne tür fırtınalar kopsa da olaylarına dahil ediyor. Bir vedanın ardından duygu ve düşüncemiz ağır gelse de bize, eski ruh halimize dönüyoruz bir iki gün içinde… Bazen belki biraz daha fazla zaman istiyor… Tam da hareketli ya da gürültülü bir sokakta vedalaşmanın taze hüznünden sıyrılıp eve döndük derken, o da ne? Giderken hazırlanmanın telaş ya da yoğunluğundan geride unutulan bir eşya!.. Bir kalem, bir fular, bir kazak, bir eşarp, bir çift çorap, bir diş fırçası, bir çift ayakkabı… Unutulduğu yerde fark edildiğinde nasıl da çarpıyor insanı, nasıl da depreştiriyor duyguları!..
Bir eşya en çok ne zaman anlamlıdır, bilir misiniz? En çok ne zaman manevi değere biner? Ne zaman içe işler? Tabii ki kullanılmış bir eşyadan bahsediyorum. Artık yanında ya da hayatta olmayan birinin kokusunu, dokunuşunu taşıyan bir eşyadan… Bir vedanın ya da öte tarafa göçüp giden birinin ardından kendini gösterdiğinde. Kendini tutar sevdiklerini uğurlarsın tek parça, ama evde, dolapta, masada, banyoda, ayakkabı dolabında olanca masumluğuyla göze iliştiğinde, yapar yapacağını. Olanca gündelik duygu ve düşünceleri bıçak gibi orta yerinden keser. Hatırlatıp duyumsattıkları burnun direğini sızlatır. Yaşamı, yaşatılanı, toplumsal çıkmazları en açısından sorgulatır… Acayip bir cömertlikle yol verir içinizde dokunulmamış halde duran hüzünlere…
Alt tarafı bir eşya dememeli! Yer ve zamanın ruhuna göre tuhaf bir güç barındırırlar, tuhaf bir etki… Küçük bir kalbi, küçük bir ruhu incitmiş, en tatsızından yaşamlara dokunmuş, kötü izler bırakmış insan ya da insanlarla asla ve asla bir tutulamazlar!.. Babaannem öldüğünde, yaşmağı ve beyaz yeleğini alıp saklamıştım, en önemli miras diye… Üstünden yıllar geçti, fakat o torba ne zaman gözüme değse, açıp bakamadım. Zor geleceği için belki… Ve alt tarafı iki parça eşya sayılmadıklarından…
Canım benim,ne güzel anlattin,yazdın herşeyi
İnanki gözlerim doldu 😢beni çok etkiledi da çocukluğuma götürdün beni.eline yüreğine sağlık.neler hıssettığımı sana anlatamam.
Tam işe çıkıyordum dayanamadim açdım okudum.
Allah’a emanet ol güzel yürekli insan öpüyorum seni 😘