Saadeti iki dudağın arasından çıkacak naif cümlelerin peşinde koşarken yitirenleri, tavır değişikliğinde takılı kalan göstergesi puslu kalbin adımlarını bir çırpıda sayanları, elinin ermediği maske değişkenliğini ucuz hesapların ve satırarası lafların kalıbını çıkararak ruhuna giyinenleri, sararmış fotoğraf karelerinde rastgelinmeyen sergüzeşt devranlardan biliriz.
Sansürsüz sergilenen hayatları iç çeperlerine kadar bulaştırdığımızda kelimelerin kuytu köşelerde saklı kalan sahiciliğine ve güçlü duruşları katık ederek hikayeyi en derinimize kadar yaşayanlardan olsak mesela. Söylenecek sözler ağzımızdaki baklanın filizlenmesine ramak kala dilimizden kayıp gidiverirse diye kuşkulanmasak. Birbiri ardına eklenen zincirin pastan arınmış halkalarında aradığımıza kavuşsak.
Hikayelerinde dokunduğu karakterlerle birlikte nefes alıp verir gibi yaşarken duygusal geçişleri, hüzünlü ve sevinçli demleri, takvimin hep ileri sarmadığı zamanlarda elinden kalbine düşüveriyor kalem. Anlatmaya başlıyor kendini yine tanıdığı kelimeler, çıtkırıldım cümleler. Sonra yeni bir seyranın istikbale aralanan kapısından içeri giren yolcunun peşinde buluyor ilhamına yön verecek kahramanları, yazmaya ve yazılmaya devam ederken şairane deyişler.
Adanmış ve harcanmış ömürleri mütenahi süzgeçlerden geçirerek aktardığı kisvelerin sırtına yüklediği anlamlarda kimliğini bulanlar, görülen karmaşık düşleri sorgulamamızı istiyor. Kapı arkası gündelik telaşlara bulanmış muhabbetler birbirine komşuluk ederken misafir olan bazı sohbetlerin tanıklığına her daim hazır delik kulakları, hatırı sayılır endamlarından tanıyoruz.
Bir gönüle sığmayan, bir bakışta geçmeyen, bir anda silinmeyen, değeri bilinmeyen, bir dağınık avaz, bir buruk ayaz, işte uyandığımız gerçekler. Yutkundukça ciğerlerimize batan hevesleri parça parça ayırdığımız yarınlara emanet bırakıyoruz yine. Anı yaşadıkça, maziyi uzak diyarlarda unuttukça boş yerlere kuruluyor beklenen ve arzu edilen heyecanlar. Yazar bizi alıp götürüyor üstünü kalıcı harflerle çizdiği bulaşıcı hayatların peşisıra, kalbimiz şiirselliğin büyüsüne kapılırken eriyor.
“sebebini biliyorum.
sen yâr’sın.
yarıp atan kendinden.
Bense yarılıp atılanım, senden, yar
atılan ben….
sonra gök ve yer…sonra her ikisinin bilgisi…
açgözlüyüm ben!
tam burada, aynı anda ait olmak istediğim iki dünya..
tam burada, aynı anda sahip olmak istediğim iki sır…
biri sağ elimde sımsıkı, biri sol..
kollarım?
neden hiçbir zaman yeterince uzun değil!
birinden vazgeçsem?
yok yok, açgözlünün tekiyim ben!
hiçbirini feda edemediğimden;
hep birinin çekip çekip tükürür gibi diğerine fırlattığı…
ne orada ne burada tam olamayan…
ne orayı ne burayı tam bilemeyen…
koşup yetişemeyen, kalıp yetinemeyen, yetemeyen kendine, hep eksik, hep noksan, sırtı hep açık, kolları kendini sarıp sarmalamaya kısa kalan… bundan bu yersiz yurtsuzluk…
bu yırtılma… atılma… yarılma… bundan….
ah!
yâr sensin, sen bil!
bu ah, hangimizin ah’ı?
kim, kimin yarası?
kim, kimde kapanmayan? ”