Homologlar Evi, Kaplumbağaların Ölümü’nden sonra, ilk heyecanımı ve telaşımı üzerimden attığım, dilde farklılığı ve deneyselliği denediğim, kendimi ve sınırlarımı daha fazla keşfettiğim, en önemlisi de hiç olmadığım kadar cesur olduğum bir kitap. Yazarlık yolculuğum başladığından bu yana cesaretin her zaman yanı başımda durduğunu ve bana güç verdiğini biliyorum. İlk kitapta da cesaretten oldukça beslenmiştim ancak Homologlar Evi’nin uzaktan bakıldığında, anlatmak istediklerim/anlatmaya korktuklarım, yaşamak için can attıklarım/başıma gelmesini asla istemediklerim, yazarak bir şeyleri değiştireceğime inandıklarım/ yazarak değiştiremeyeceğimi çok iyi bildiklerim, sevdiklerim/hiç ama hiç sevmediklerim ile adını taşıyan bir kitap olduğunu görüyorum. Bu, hem beni hem de kitabı olduğu noktadan daha farklı bir yere taşıyor.
Homologlar Evi başımı sokup sığındığım bir ev değil, evin içindeki karmaşıklıklar ve uyumsuzluklarla kendi karmaşıklıklarımı uyumsuzluklarımı tanıştırdığım “artık birlikte yaşamayı öğrenmek zorundasınız” kuralı koyduğum bir iç hesaplaşma evi.
Homolog, kelime anlamı olarak “bir başkasının yerini birebir tutan” demek. Kitabın içindeki karakterler, hem homologu olmayan hem de artık hayatında olmayan insanların homologlarını arayan kişiler. Durmadan kendini sıfıra döndüren bir sistemin içinde, bir ömrü tamamlıyorlar. Ben de onların ömürlerinin kısacık bir anına yakından tanıklık etmenizi sağlıyorum. Homologlar Evi’ndeki her karakter, hayatımızın bir noktasında rastladığımız, konuştuğumuz, hayatımıza dahil ettiğimiz, hayatımızdan bir çırpıda çıkardığımız, inandığımız, yalan söylediğimiz, hiçbir şey söylemediğimiz, gözlerimizden yaşlar gelene kadar güldüğümüz ve gözyaşlarımızı tutmak için çabaladığımız insanların yansıması. Bu yansımalar, öykülerdeki olayların sıradanlığı ve karakterlerin derinliği ile birleşiyor. Çünkü hayat tam orada. Hayat, homologu olmayan ama başkalarının homologunu arayan insanların çelişkisinde nefes alıyor.