“Öyküde atmosfer; kurgudan, olay örgüsünden farklı, bütün bir öyküye yayılan, betimlemeleriyle, mekanla, diyalogla, ritimle, bakış açısıyla oluşan güzellik ve etki yaratma aracıdır. Her öykü okura bir atmosfer sunar. Bu atmosferde öykü kişileri soluk alır, harekete geçer.”
Yukarıda verdiğimiz açıklama, malum Wikipedia denilen, bilgi deposundan alındı. Ancak öyküde atmosferin önemi ya da gerekliliğine dair kanıt aramak amacıyla yazılmadı. Sözümüz günümüz öykücülüğüne. Öykünün atmosferini, kişilerin yaktıkları sigarayla, sıradan ev içleriyle oluşturduğunu sanan, özensiz yazma biçimlerine, bittiğinde akılda kalmayan, kalem erbabı demek istediğimiz yazıcılara, yazma heveslilerine.
Çelişkilerle dolu bir zaman dilimindeyiz. Yazılanlar, benzer birey yalnızlığını, sıkıntısını konu ediyor, ki çoğuna depresyonun tanı ve teşhisi konulabilir. Yazanlarsa, önceliği, görünür olmak, aranılan olmak, kabul olunmak, alkışlanmak isteğiyle, belli bir kalabalığa dahil olma derdinde. Yazım sürecine harcanan mesaiden çok, nasıl yazdığını anlatan, büyük sözler işitiliyor. Dijital platformda isminin görünmesi, arkadaşının övgüler yağdırması, özgüvenini pekiştiriyor. Ortaya çıkan metnin iki avcun temas sesine benzediğini, ne şu ana, ne de geleceğe kalmadığını düşünemiyor. Çelişkilerin diğer yanı da yayın dünyası. Ülkemizdeki zorlu ekonomik koşullar, kâğıdın fiyatı gibi gündemlerin doğruluğuna inancımızı da sorgular olduk. Her yeni gün, yeni bir öykü kitabı basılıyor. Bu çokluğun, sıradanlığın içinde, sağlam dil ve anlatımı, meselesi farklı bir öykü kitabına rastlamaksa, biraz olsun olumsuz düşüncelerimizi öteleyebiliyor.
Öykülerini çeşitli yayın organlarında okuduğumuz Cabir Özyıldız’ın, bu yıl, “Eski Zaman Türküsü” ismiyle ilk kitabı, Vacilando Yayınevi etiketiyle yayımlandı. Yazar Adana doğumlu, halen yaşamını, yazma uğraşını orada sürdürüyor. Öyküleri memleketinin kenar mahallesinde, çalışacak kadar şehirde, yaşayacak kadar sürgünde, pavyonu andıran minibüslerde, balık istifi misali otobüslerde ekmek parası kazanmaya giden insanları ya da oradan hiç çıkamayan portakal ağacının gölgesinde uyuşmuş, parklarda, kuytularda yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide nefes alanları, yoksulluğun, sefaletin, kötülüğün kol gezdiği sokaklarda, gecekondularda geçiyor. Okura dışarıda-içeride, araladığı kapılarda gösterdikleri, kesik kesik görüntülerden ibaret değil. Anlatısında, yamulmuş çöp varili, cılız tavuk budu, içlikleri her dem nemli yatalak kocakarılar gibi, çarpıcı ayrıntıları da ihmal etmiyor.
Öykücülüğümüzün büyük ustası, öncüsü Sait Faik için şu sözler söylenmiştir.
“O öykülerini bir sabah körlükten uyanırcasına yazdı.” Bugün, “Bakış açısı, gözlem gücü, metnin beş duyuyu harekete geçirmesi,” gibi klişeleşmiş maddeler sıralanarak iyi öykünün tanımı yapılıyor. Yazarın dünyaya baktığı güneş/yakın gözlüğünü okura sunması, bir çift camdan yansıması, dünyadaki her türlü haksızlığa, yanlışlığa karşı hissettiklerini, karakterinin ağzıyla, onun tüm insani duygularını, yaşam mücadelesini, hayallerini coşkun duygu seliyle aktarmak mıdır, kastedilen? En doğrusunu bilmek, kesin bir sonuca varmak olası değil. Ancak Sait Faik’in izini sürüyorsak, onun insan sevgisini ve anlama çabasını göz ardı etmemeliyiz.
“Eski Zaman Türküsü” nün öyküleri bu bağlamda, büyük ustayı selamlıyor. Samimi, içten bir dille, onun gibi küçük insanların hikâyelerini anlatıyor. Yazar öykülerinde oluşturduğu atmosfere, doğal bir geçişle, karakterlerini yerleştiriyor.
“Her şey ihtimamlı bir el tarafından düzenlenmiş. Yatak odasıyla salonun tezatlığı gün gibi ortada. Bir taraf kerhen ve mecburen yapılan mesleğin mekanıyken, diğer taraf insanlaşma çabası için kurulmuş.” Sayfa 12 Kırmızı Defter
Öykülerdeki karakterlere kurmaca, demeye neredeyse, dilimiz varmıyor. O kadar sahici yaratılmışlar ki. Davranışları, konuşma biçimleri… Onları betimleyen lakapların yanı sıra, fiziksel özellikleri de zengin benzetmelere dayalı. İnce bir beden tarif edilirken; buruştursan bir bakkal poşetine sığardı, gibi. Duygu ve düşünce dünyalarını da, daha geniş, tuttukları günlüklerde, karşılaşma anlarında, hastane odasında, özenli biçimde yer verilerek, kişiler, kanlı, canlı hale geliyor.
Bilindiği gibi öykü/edebiyat aklın kalbin, dil ile yazıya dökülüşüdür. Yazar bir anlatı evreni yaratır. Hikâyesini kurgular, karakterlerini seçer. Ancak burada dili kullanma becerisiyle, biçim ve içerikte sağladığı dengeyle sağlam metinler oluşturabilir. Edebi yapıtları güçlü kılan diğer bir hususu, Romen asıllı Fransız tiyatro yazarı Eugene Ionesco şöyle açıklıyor.
“Yazınsal yapıtlar yazmak için-romanlar, öyküler, şiirler, anılar, denemeler, senaryolar ya da oyunlar- gereken tek şey içtenliktir. İçten ses çınlar, duyulabilir; başka bir deyişle içtenliğin sesi güçlüdür.”
“Eski Zaman Türküsü”nün, “Üç Beş Taksit”, adlı öyküsünde aşağıdaki cümlelerinde, katı gerçeğin samimi sesini duymak mümkün.
“Haklılar. Neden olmasınlar ki? Ömrü kimsesizliğine ve neyi nasıl yapacağını bilmezliğine sövmekle geçmiş, ne bir işte tutunabilmiş, ne de ekmek denilen zıkkıma erişebilmiş, nefesi bile yarım bir babaya susulmayıp da ne yapılabilirdi ki?” Sayfa 82/83
Bu öykü biten bir ömrün son anlarını konu ederken, yoksulluğu, ölümü aynı çerçevede ele alıyor. İkisinde de insanların çaresizliği, pişmanlıkları, isyanın faydasızlığı, geri gelmeyecek zamanı gösterirken, yazar, unutmabeni çiçeği, mevtanın yıkanacağı kazana portakal çiçeğinin atılması gibi incelikli anlatımı elden bırakmıyor. Kahramanın karısı, çocukları, kalabalık ailesi resmedilirken nesneler, mekânlar, eşyalar, bu hüzne eşlik ediyor.
Anlatılan öykü kişileri asgari ücretle, günlük yevmiyeyle, küçük esnaf dükkanında, el arabasıyla sebze-meyve satarak çalışanlar, işsizler ya da son parasını ganyan kuponuna yatıranlar gibi maddi yetersizlikle, yoklukla debelenenler. Evsiz, eşsiz Samuray’ın uyuduğu yatak, gündüz çay dağıttığı kahvenin iki sandalyesi, örneğin.
Yaşamla mücadele dediğimiz çabayı gösteremeyip yenilenler, uyuşarak unutmayı seçenler de var karakterler arasında. “Sırttaki Maymun, Abdülkerim ve Diğerleri” adlı öyküde, büyük bir toplumsal yara olan uyuşturucu, neden ve sonuçlarıyla, kişilerin her birinin sarsıcı, yaralayıcı, vurucu hikâyeleri, okuru şaşırtacak, hayrete düşürecek boyutta anlatılıyor.
“Yıkanamamaktan keçeye dönmüş saçları, her daim omuzlarına örttüğü kirli battaniyesiyle avanesi birkaç çocukla parklarda yatıp kalkan Naze, kendisini kıstıran üniformalıları yıldırmak adına haplı bünyesiyle falçatasını dudaklarının üstünden boynuna dek indirecek, eski tüfeklerden İdamlık Fahri’nin eşek gözlü oğlu çoluğu çocuğu boşlayıp, ne bulursa yutup gençliğini heder edecek, Dul Fatma’nın pepe kızı çakmak gazına dadanacak, Tinerci Sinan’ı bir takım karanlık sakallı kişiler üzerine benzin dökmek suretiyle yakacaktı.” Sayfa 27
Yazarın bu öyküsü, genel atmosferi çizdikten sonra, özelinde, “Tenekeci” lakaplı bir babanın, oğlunu kurtarma çabasını işliyor. Öykünün kişileri, olayları, anlatımı yoğun, hızlı biçimde. Tıpkı yoksunlukla maddeyi arayan, bulunca bir an evvel uyuşmak ve unutmak için çabalayan insanların halleri gibi. Abdülkerim’in mutfaktan aşırdığı kaşık, Köşker’den aldığı kibrit kutusunu aralaması, poşetin içindekini kaşığa dikkatle boşaltması, damarına zerk ettiği zıkkım, henüz kolundan yukarılara tırmanırken sırıtan maymun, gevşemesi… Bu şekilde, o anın ifadesi, akıllardan çıkmayacak nitelikte. Edebiyat toplumsal meseleleri, okura sezdirme, hissettirme yoluyla aktarabilir. Edebi metin ne rapor, ne de tutanaktır, sadece kaynaklardan alıntılar yapılabilir. Burada yazarın o meseleye bakışıdır önemli olan. Bakıştan da öte kendi duyarlı yanıdır. Ancak yürekten kopup gelen cümlelerle dökülen duygular, okuyana tesir edebilir.
“Eski Zaman Türküsü” okuru arka sokaklarda dolaştırıyor. Toplumun görmezden gelinen ya da görmek istenmeyen kirli, suçlu yerlerinden sesleniyor. Paranın, gücün, güzelliğin sürekli dayatıldığı bir zaman diliminde, ekranlarda, ışıklı dünyaları izlerken, böyle yaşamların varlığından haberdar olmak, hoşumuza gitmeyebilir. Ancak büyük usta Sait Faik’in izini sürmek, edebiyata kalıcı eserler kazandırmak isteniyorsa, küçük insanların yaşamını düşünerek, anlayarak yazmalı. Elbette onun gibi duyarlılıkla, içtenlikle. Yazar Cabir Özyıldız, memleketi Adana’nın taşlı, dikenli yollarını, duyulmamış sözlerle, yerel tabirlerle yazmış. Ama hep yürekli, hep yürekten kopup gelen cümlelerle. Okuru çok olsun.