“Faulkner Çılgın Palmiyeler’i Ses ve Öfke, Yatağımda Ölürken ve Abloşom Abloşom! gibi başlıca romanlarının ardından 1939 yılında yayımladı. Kitap olayları, kişileri, mekânları, genel havaları apayrı iki uzun öyküden oluşur. Yapıtlarında hep birtakım değişik anlatım biçimleri deneyen Faulkner, “Çılgın Palmiyeler” ve “Irmak Baba” başlıklı bu öyküleri tek bir romanın parçaları gibi tasarlamış, bölümlerini dönüşümlü biçimde sıralamıştır.”*
William Faulkner 1949 yılında, Modern Amerikan romanına katkılarından dolayı Nobel Ödülü’ne, 1955 yılında da Pulitzer Ödülü’ne lâyık görüldü, Amerikan Modernist yazarlarının babası olarak tanındı.
Kitabın ilk bölümünde karşılaşan karakterler: Yoksul bir aileden gelen, tıp eğitiminin ardından, New Orleans’ta doktorluk stajı yapan, geleneklere sıkı sıkıya bağlı, dürüst Harry Wilbourne. Yüksek sosyeteden biriyle evli, iki çocuk annesi, heykeltraş Charlotte Rittenmeyer. Aralarındaki yakınlaşma, ardından tutkulu bir aşk hikayesine evrilmesi. Yasak ve Aşk… İnsanoğlunun yaradılışından beri beyni ve kalbiyle yaşadığı sonsuz ikilemdir. Toplumun ahlâk kurallarına baş kaldıran bireylerin mücadelesi, çelişkileri, bu çatışmanın içinden çıkan her hayat öyküsü, şüphesiz önemli temalardan biridir.
İki aşık her şeyi arkalarında bırakarak kaçarlar. Burada Herry karakteri,
“;ben aşka, geçen hafta açık hava ayininde Tanrı sevgisini içinde hissedip hakka erişen Missisipili ya da Lousianalı bir köylünün dine baktığı gibi bakıyorum; aşkın beni doyurup giydireceğine sonsuz bir inancım var,”** diye düşünür.
Fakat aşkın harlı ateşi, ellerindeki paranın tükenmesiyle söner ve hayatlarını idame etme arayışları başlar. Pek çok yere sürüklenirler. Öykünün sonuna doğru bir maden ocağında bulurlar kendilerini. Yazarın aşıkların hayatlarının alt üst olmasına benzer mekân seçimi düşündürücüdür. Farklı bölge ve doğa şartlarıyla zenginleşen anlatım, eşsiz metaforlarla, iç seslerle sorgulanan düşüncelerle, hız ve hareketi kaybetmeden ilerler.
“Buradaki soğuk, pelte gibi, neredeyse içinde yürünecek kadar katılaşmış, ölü bir soğuktu; insanın bedeni böyle bir yerde haklı olarak soluk almanın, canlı kalmanın dışında hiçbir şey yapmak istemezdi. Odanın iki yanında yüksek, iç karartıcı, alttakiler dışında bomboş duran tahta raflar vardı; bu oda da bir termometreydi sanki, ama havanın soğukluğunu değil de ölülük derecesini civanın düşmesi kadar kesinlikle belirten, ancak gösterişli bir yanı bile bulunmayan, yalandan bir termometreydi.” ***
Kitabın ikinci öyküsü Irmak Baba’da ise bambaşka karakterler ve atmosferle karşımıza çıkar. Missisippi nehrini görmeden ceza çiftliklerinde çalışan mahkûmlardan ikisini tanıtarak başlar uzun hikâye. İsimsiz kahramanların suçu, suça iten nedenleri açıklanır.
“Onun istediği, para pul, zenginlik ya da kaba bir soygundan elde edilecek ganimetler değildi: bunlar yalnızca gurur dolu göğsüne takacağı şeyler-çağının canlı, hareketli dünyasında seçtiği dalda herkesi geçtiğini gösteren birer rozet, birer semboldü ancak-tıpkı olimpiyatlardaki amatör yarışçıların kazandığı madalyalar gibi.”****
Öykünün ve kitabın ilk kelimesi olan çılgın sıfatı, yasak, tutkulu aşkın güçlü metaforudur. Ağaç, öyküyü sesi ve görüntüsüyle kucaklayan anlatı düzleminin başroldeki resmidir. Sert rüzgârların önünde palmiye dallarının estiği bir gün Charlotte’nin hamile kaldığı anlaşılır. İki kızı olan kadın, bu çocuğu doğurmayı reddeder.
Harry daha önce kürtaj yapmıştır. Kendisine de yapmasını ister. Doktorluğunu, aşkını, babalık özlemini kısaca bütün hayatını gözden geçirir Harry. Dört ay gibi uzayan kararsız süre ilişkileri için dönüm noktasıdır. Güçlü, cesur kadın Charlotte karnında büyüyen bebekle çaresizce bekler.
Selin birden hapishane duvarlarına dayanması, önüne gelen her şeyi yutmasıyla gerilim tırmanır. Burada nefesleri tutarak, sürükleyici anlatımın her cümlesi özeldir.
“Kayık bir an kıçının üstüne dikilmiş gibi dimdik durdu, sonra dişini tırnağına takıp bir kedi gibi o kıvrık su duvarına sıçradı ve uçarak tepesinden aştı, bir ağacın dallarında beşik gibi havada asılı kaldı; mahkum yeni yeşermiş yapraklarıyla irili ufaklı dalların oluşturduğu bu kameriyede, yuvasındaki bir kuş gibi, bağırmak için hâlâ fırsat bekleyerek, elinde kürek olmadığı halde kürek çekiyor, aşağıdaki salt harekete kesmiş dünyaya ve azgın suların o inanılmaz geriye doğru akışına bakıyordu.”******
Boğucu, sıkıcı hayatın taşması gibi düşündüren sel felaketi, insanoğlunun yaşam ve ölüm arasındaki çırpınmalarını yansıtır. Felaketten kaçmayı, kurtulmayı başaranların enkaz yığınlarının içinden geçerken sergilenen kareler sıradanlıktan çok uzaktadır. Çatıya kadar yükselen şişmiş hayvan bedenleri, günlerce toprakta pamuk elde etmek için uğraşan insanların sularda yüzen balyalara bakışları… Tutuklular kurtarma ekibinin bir parçası olmuştur. Uzun mahkûmla hamile kadının nehrin azgın sularındaki canlarının mücadelesi ise soluksuz bırakır okuru.
Charlotte’yi kararından vazgeçiremeyen Harry sonunda bebeği alır. Ancak bu ilkel şartlardaki ameliyat başarısız olur. Olaylar beklenmedik şekilde gelişirken acı sona yaklaşılır. Harry’nin duygu ve düşünceleri aktarılırken iç sesleri, bireysel sorgulamaları derindir. Yıllarca yürüdüğü sıkıcı hastane koridorlarındadır ve sevgilisi masada yatmaktadır.
“Ölüm, eklemlerin ve kasların gevşemesinden öte bir şeydi; tüm bedenin çöküşüydü, tıpkı yıkılan bir barajda suların çökmesi gibi…*******
İki büyük hikâyenin açık kalan ipuçlarını hapishane bağlayacaktır. Harry cezasını çekmek üzere demir parmaklıkların arasındadır. Aklına hiç gelmeyecek bu yerde yaşamını hep sessiz bir kabullenişle geçiren Harry yine suskundur. Tutuklu erkeklerin konuşmaları ise son derece ironiktir. Başına gelenleri anlatırken çıkardıkları sonuçlar müthiştir. Kadınsız kalacaklarına üzüldükleri gibi onların yüzünden düştükleri demir parmaklıkların arasında, kararsızlıkları sürüp gitmektedir. Kitabın son cümlesi ise şöyledir.
“Uzun mahkûm, ‘Canı cehenneme kadınların,” dedi.
Kitabın ana karakterlerini, temel olaylarını, çarpıcı sahnelerini dile getirmekteki asıl amaç, Faulkner’ın anlatı evreninin zenginliğini, yazma eylemindeki titizliğini göstermektir. Yaklaşan felaketleri hissettirerek, zamanı an be an yaşatarak, olabilecek her türlü duruma okuru hazırlayan güçlü anlatımı çok değerlidir. Yazar olay örgüsünün iplerini elinden bırakmaz, kopmalara izin vermez. İnsan ruhuna ve bedenine dair yaptığı saptamalar didaktik değildir. Psikolojik çözümlemeler kendiliğinden yerini bulur, zihinlerde şekillenir. Göstermek mi, anlatmak mı, diye sık sık sorduğumuz, sinemasal kurguyu tartıştığımız öykü yazma tekniğine net bir cevap aramaktaysak, Çılgın Palmiyeler bu anlamda rehber kitap olacaktır.
Bireyin kendi içinde, toplumda karşılaştığı tüm soru ve sorunlar kitapların konusu olmaya devam edecek. Cevapları aramak, bulmak hem yazarın hem okurun ömrüne sığmayacak büyük ihtimalle. İlişkilerin giderek karmaşıklaştığı her alanda hızın, tüketimin karşımıza çıkardığı yeni problemlerse, elbette kitaplarda farklı mekânlara, zamana yansıyacak. İsimler, nesneler, bedenler değişecek. Sadece insanoğlunun Tutsaklık ve Özgürlüğe dair tüm yanlışları, doğruları anlama çabası sürecek. Yaşam mecburiyeti… Yaşam yükü… Taşımak ve sonunda taşmak… Bu ağırlık kimin omzunda değil ki, kim taşımaktan yorgun değil ki, sonunda taşmamak için mücadele etmiyor ki?