Kutsal aile öyküsü, Leyla Erbil’in ilk öykü kitabı olan Hallaç’ın (1) Dost Yayınları’nca 1959 yılında “yirmi beşinci sayı” olarak yayımlanmış ilk baskısında yok; ama İş Kültür Yayınları’nca 2004 yılında yayımlanan yeni basımına “öykünün 1970 yılında yazıldığı” notu düşülerek eklenmiş.
Bu öykü, yoksul bir evde, (öykü kahramanlarından “anne”nin, satır aralarında da hissettirilen bıkkınlığından da anlaşılacağı gibi) hemen hemen her akşam yinelendiği belli bir baba oğul tartışması ile başlayıp hayatta olup olmadığı bile tam olarak anlaşılamayan “nine”nin geçmişte yaşanmış olayları aktaran sözleri, ailenin ona olan özenli ya da özensiz hareketliliği ve “öykü anlatıcı”sının birdenbire, “kılık kıyafet devrimi”yle Kastamonu’dan söz etmeye başlaması sonucu düğümleniyor; sonra da “nine”nin gerçekten var olup var olmadığının sorgulanması, Kastamonu’ya dair oldukça iddialı bir yargı ya da genelleme ve bir bebeğin, (bebeklerin düşünmesi ya da söylemesi mümkün olmayan bazı sözcükleri ardı ardına sıralayıp) ırkçı bir çığlık atmasıyla sonuçlanıyor. Öykü, bir ailenin gündelik yaşamından kısa bir kesit aktarır gibi görünse de, içinde yaşanılan toplumda pek de anlaşılmadan gerçekleşmiş bazı toplumsal olayların arka planı, ailenin ve toplumun tarihsel geçmişi, aile kavramı ve ailenin görünmeyen arka planı üzerinde kafa yoruyor aslında. Hatta tüm bu kavram ve yaşananlar içindeki sahtelikleri göz önüne sermeye çabalıyor bile denebilir.
Kutsal aile, tanrısal (egemen 3. Kişi) anlatıcı tarafından açıklayıcı betimlemelerle desteklenerek anlatılan bir öykü. Anlatımda, (Kastamonu ve şapka devrimi ile ilgili bölümlerde) kısa bir açıklayıcı öykülemeye yer verilse de, öykü bütününde düz öykülemeye ve (baba-oğul, anne-oğul, anne-nine arasındaki konuşmalardan da görüleceği gibi) diyaloglara ağırlık veren bir anlatım biçimine sahip. Devrik, uzun, kısa cümle gibi çeşitli cümle kuruluşları aynı metin içinde birbirine hiç de aykırı düşmeden hatta birbirini bütünleyerek kullanılmış. Aslında, Leyla Erbil’in Hallaç’ı içinde yer alan “Öykü” isimli bir başka öyküsünde yer alan ana başlıklar da bu öykünün ipuçlarını ele veriyor sanki. O başlıklar: Betimleme – kişiler – doğa – diyalog – başkaldırı – içtenlik – kişinin saklı durumu – hiçlik ve bitim. Anlatıcı, betimlemelerle öykü kahramanlarının içinde bulunduğu zaman ve mekânı, onların ekonomik, kültürel düzeylerini ve yaşama biçimlerini aktarıyor okura. Diyaloglarla da, kişileri okura tanıtıp, iç dünyalarına girebilmemizi sağlıyor. Tüm bunları da içtenlik dolu, akıcı ve inandırıcı bir dille gerçekleştiriyor. “Baba”nın saklı durumunu ise cümle arasına gizleyerek, bir bilmece olarak sunuyor okura. “Nine”den yola çıkıp, “baba”ya gelerek hiçlik duygusunu pekiştiriyor. Bebeğin o imkânsız haykırışıyla da öykü bitiyor.
Öykünün başlığını oluşturan sözcüklerin sözlük anlamları şöyle:
KUTSAL:
1 . Güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken, kutsi, mukaddes
2 . Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen, kutsi, mukaddes
3 . Bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen
4 . (felsefe) Tanrı’ya adanmış olan, tanrısal olan.
Bu kavram, yani kutsallık, dışarıdan bakılınca, insanların zihinlerinde yarattığı ve birçok anlamlar yüklediği hayali bir şey aslında. Ama ne kadar da hayali bir şey dense de, inanılan tanrılar, inanılan dinler, ideolojiler, anneler ve babalar, eşler, din adamları, ermişler, evliyalar, peygamberler, öğretmenler, devletler, sivil ya da askeri liderler, tarihler, mezarlar, anıtlar ve benzerleri gibi birçok kişi, kurum, mekân ve inanç biçimi geçmişte olduğu gibi günümüzde de kutsal sayılabilmekte. Tüm bu kutsallar, yukarıdaki sözlük anlamlarından da anlaşılacağı gibi, sorgulanması ve tartışılması yanlış ve günah olarak kabul edilen olgular; insanlığın oldukça büyük bir bölümü için ulaşılmazlık, saflık, iyilik, tartışılmazlık, sorgulanması yanlış hatta günah olan olarak algılanmaktalar. Oysa tüm bu kavramlar ya zihnimizde oluşmakta ya da başka insanlar tarafından tanımlanmaktalar ve bu tanımları onaylayan herkes de onları kutsal olarak kabul etmekte. Aslında kabul edilen sadece bir düşünce; hemen hemen her düşünce gibi o da bölücü, sınırlayıcı, gerginlik yaratıcı ve yıkıcı. Çünkü: kimi insanların kutsal kabul ettiği şeyleri kutsal kabul etmeyenler her zaman var olacak; kimilerinin, diğerlerinin kutsal dediklerine saldırması, diğerlerinin de onlara saldırmasına, kızgınlık, kin ve nefret duymalarına sebep olabilecektir. Aslında kutsallık inancı, zihinde oluşan görüntülerin gerçek olduğu düşüncesine yol açmakta kişilerde; onları körleştirmekte. Dünyanın geçmişi de, sırf bu nedenle çıkmış sayısız kavgalar, savaşlar ve acılarla dolu. Oysa kutsallık bir hayaldir kanımca, zihinde oluşur ve gerçek değildir. Çünkü: atmosferle sınırlanmış dünyamızda, ulaşılmayacak, tartışılmayacak, sorgulanmayacak ya da günah sayılacak hiçbir şey yoktur.
AİLE:
1 . Evlilik ve kan bağına dayanan, karı, koca, çocuklar, kardeşler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu toplum içindeki en küçük birlik.
2 . (sosyoloji) Karı, koca ve çocuklardan oluşan topluluk
3 . Aynı soydan gelen veya aralarında akrabalık ilişkileri bulunan kimselerin tümü
4 . Birlikte oturan hısım ve yakınların tümü
5 . Eş, karı.
6 . Aynı gaye üzerinde anlaşan ve birlikte çalışan kimselerin bütünü
7 . Temel niteliği bir olan dil, hayvan veya bitki topluluğu.
Aile, insan soyunun bulduğu örgütlenme biçimlerinin en küçüğüdür. Devlet örgütlenmelerinin temeli de “aile”ye dayanır. “Devlet”e egemen olan sınıfların iktidarlarının ve onları var eden sistemin sürdürülmesi için “aile” bireylerinin egemenlerin düşünceleri doğrultusunda, farklı “eğitim” biçimleriyle yeniden ve yeniden eğitilmesi gerekir. Böylelikle “eğitilmiş aileler” de kendi çocuklarını sistemce belirlenen yoldan gözü kapalı yürütmeyi sürdürürler. Bu eğitim, okullarda, işliklerde, tarlalarda, ibadet merkezlerinde, karakollarda, garnizonlarda, hapishanelerde, akıl hastanelerinde, sokaklarda ve medyada, bazen yumuşak bir yüzle, bazen de gizli ya da açık olarak terör ve şiddetle gerçekleştirilir. Bireysel anlamda ilkel ve feodal dönemden gelen ucuz emek üretici, soy sürdürücü “aile”nin kutsallığı, burjuva toplumunda her bireyi ayrı tüketici yapmaya hedefli kapitalist üretim ilişkileri nedeniyle anlamını büyük ölçüde yitirip dağılma sürecine girdiyse de, farklı bir mikro örgütlenme biçiminin yaratılamamış olması ve alınmış “eğitim”lerin o “derin bilinçaltı” izleri nedeniyle geçerliliğini günümüzde de sürdürür.
Şimdi bu açıklamalardan sonra yeniden öykümüz Kutsal aile’ye dönersem, ilk okunuşta, “altmış sekiz” rüzgârının (çaktırmadan) estiği yoksul bir evde, anne, baba, oğul, (babanın annesi olan) yaşlı nine ve bir bebekten oluşan ataerkil bir ailenin fotoğrafını seyrettiriyor sanki diyebilirim.
“Yoksulluk” gerçeği, öykü içine serpiştirilmiş, “Odada yürüyen bir konsol gibi bir baştan bir başa gidip gelen baba halının yeni kalmış yapraklı bir adasına çıktı.”, “oğlun kırıktı ön dişleri”, “Ananın uzattığı boş rakı şişesini ninenin kavruk eli paslı yorganı gıcırdataraktan araladı ve içeri çekti” gibi cümlelerle sezdirilmekte okuyucuya. Temelini erkeğin üstünlüğü fikri oluşturan, “soy”un erkekler tarafından belirlendiği, toplum içinde, erkeklere kadınlardan daha çok saygı gösterildiği, hâkimiyetin erkeklerde olduğu, erkek otoritesine dayanan bir tür toplumsal örgütlenme düzeni olan “ataerkillik” kavramı da, öykünün hemen girişinde, annenin oğluna, “babandan iyi mi bileceksin?” deyişiyle somutlaştırılmakta.
Kutsal aile’deki baba ile oğul arasında, hemen hemen bütün babalar ve oğullar arasında olduğunu bildiğimiz, (öykünün başlangıç bölümünde olan ve oldukça büyük bir bölümünü de kapsayan) bir yaşlı / genç kuşak tartışması yaşanmakta. Aralarında geçen o diyalogları yeniden anımsatayım:
…
Baba: “Otuz yıldır, ben anlatıyorum ben, bu vatanın evlatlarına!”
Oğul: “Tüm dünya yanlış belletmiştir halkına geçmişi”
Baba: “Doğrusunu bilen kim yani sizler mi?”
Oğul: “Bizler öğrenmeye başladık yeni yeni, sizlerinse yapacak neyiniz kaldı” “Ninenin bildikleri daha doğruydu”
Baba: “Tarih sadece tarih değildir, halka her şey anlatılmaz”
Oğul: “Gizlemek ihanettir”
Baba: “Allahın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün bozulurdu düzeni (Bakara, Kur’an, 251)”
Oğul: “Tanrı zalim halkları eriştirmez doğru yola (En’am, Kur’an V, 45)”
…
Evet, bu diyaloglardan sonra, öyküdeki ailenin içyapısını biraz olsun çözebilirim gibi geliyor bana. Özellikle, “Otuz yıldır, ben anlatıyorum ben, bu vatanın evlatlarına!” deyişinden de güç alarak, “baba”nın mesleğini, az bir yüzdeyle öğretmen ama büyük bir yüzdeyle imam olarak varsayabilirim. Çünkü: babayla oğul, birbirleriyle tartışırken Kur’an ayetlerinden kolayca alıntı yapabiliyorlar, bu bir; ikincisi: (baba için) herhangi bir inançta kemikleşmek, (oğul için de) var olan düşüncelere yeni yorumlar getirmeye çalışmak gibi tavırlarının olduğu söylenebilir. Üstelik ikisi arasındaki anlaşmazlık had safhada bir kuşak çatışması; ama hem baba hem de oğul, ne birbirlerinden vazgeçebilmenin ne de bu çatışma nedeniyle ailenin dağılmasının sorumluluğunu üstlenebilecek, bu ağır yükü taşıyabilecek güçte değiller. Bunu da, babanın, “Neren ağrıyor ana?” diyerek tartışmayı soğutmaya çalışmasında, oğlun da tartışmayı sürdürmektense, “ayağıyla kapıyı itip” evden çıkıp gitmesinden anlıyorum. Ancak “baba”nın “Tarih sadece tarih değildir, halka her şey anlatılmaz!” deyişinden de yola çıkarak, onun düşünsel olarak, “devlet doğrudan, yalan hakikatten, savaş yaşamdan önce gelmektedir” (2) diyen insanlara daha yakın durduğu da söylenebilir. Ailesinin, özellikle de “nine”nin aktardığı düşünsel beslenmeler içinde yetişmiş, bu beslenmeyi yeni kuşaklara aktarmış ama yaş kemale erdiğinde ona belletilen ve belletildiği gibi de aktardığı her şeyin aslında doğru değil, anlamsız ve olanaksız olduğunu anlamanın şaşkınlık ve hiçliğini yaşamakta olduğu da iddia edilebilir kanımca.
“Anne” ye gelirsem, “babandan iyi mi bileceksin?”, “her gece yapmasanız ki bu kavgayı”, “yiyesin ki vaktinden önce büyüyesin” gibi konuşmaları ve ev içindeki diğer davranışlarıyla geleneksel bir “ev hanımı” görüntüsü veriyor okura diyebilirim rahatlıkla.
“Oğul”, işçi, öğrenci ya da işsiz olabilir. Ayrıca, öyküde geçen “oğlun kırıktı ön dişleri” cümlesi de yoksulluğun getirdiği bakımsızlığın yanında onun “kavgacı” bir yapısının da olduğunu çağrıştırabilir.
Oldukça yaşlı ve hasta “nine”yse, Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri açıdan büyük bozgunlar yaşadığı bir döneminde, o bölgede oldukça eziyet görmüş, Bosna göçmeni Müslüman bir aileden gelmekte kanımca. Çünkü: öyküdeki ayaklı tarih de diyebileceğim “nine”nin çocukluğuna dönerek anlattığı olaylar ve andığı kişiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine yaklaştığı ya da gerileme döneminin yaşandığı tarihlerine ait. Yaşlıların yakın geçmiştense uzak geçmişi daha iyi anımsadıkları ve o dönemleri anlatma içgüdü ve pratiklerinin oldukça yüksek olduğu da düşünülürse, bu anlatılanların, “nine”ye “büyüklerince” anlatılmış ya da okulda “öğretilmiş” olduğu varsayılabilir. Tüm bunların yanında “nine”, evini, çiftini, çubuğunu bırakarak kaçmış ve kendilerine yabancı bu topraklara sığınmış bir ailenin de bir sürdürücüsüdür. Yeni gelinen yere dişiyle tırnağıyla tutunmanın, orasını, üzerinde doğmuş büyümüşlerden daha çok ve abartıyla sahiplenmenin ama bir yandan da, terk edilmiş topraklara geri dönme özleminin de besleyicisidir.
Ailenin yaşadığı yer de büyük bir olasılıkla, Bosna’dan o dönemlerde göç eden insanların bir bölümünün Osmanlı İmparatorluğu’nca yerleştirildiği, Batı Karadeniz bölgesinde, arazisinin yarıdan fazlasını orman alanlarının kapladığı yerleşim alanlarından biri olan Kastamonu olabilir. Çünkü anlatıcı, evin kapısının çıralı çamdan yapılmış olduğunu aktarırken, birdenbire bir kamera gibi, ağaç kesicileri ve onların aldığı “dört liralık yevmiye” ve “şapka devrimi”ne yöneltmekte ilgimizi. Öykünün sonlarına doğru da “Kastamonu’da en çok frengi ve hizmetçi yetişir” gibi bir genelleme ile “baba”nın “ana”ya olan “erkek egemen” bakışını yine Kastamonu üzerinden vermekte. Kastamonu, 1925 yılında, Mustafa Kemal’in Vilayet Konağı’nın önünde toplaşan halka, kılık kıyafet devrimlerinden “şapka devrimi”ni, “Bu serpuşa şapka derler!” diyerek tanıttığı illerden biri (ki bu olay da anlatıcı tarafından akan öykünün arasına ansızın girilerek aktarılmaktadır okuyucuya).
Şapka devrimi, 1925 yılında gerçekleştirilmiştir; kısaca özeti: toplumdaki gelenek ve göreneklere yabancı bir başlığın (kıyafetin) kullanılmasının hükümet tarafından çıkarılmış bir yasayla topluma zorunlu kılınmasıdır. Kemalist iktidarca uygulanan bir “batılılaşma” eylemi olduğu kadar, Kemalist’lerce Osmanlı’dan gelen yerleşik İslami kültür karşısında verilen siyasi mücadelenin de bir ürünüdür. Bu nedenle tepki ve direniş de görmüştür toplum içinde. O dönemde yaşayan halk, bu yeni serpuşu öyle kolayca beğenmemiştir. Bu beğenmeme, öyküdeki “anlatıcı” tarafından da, “şapka, mor bir kuş olup havalanmış çıralı çamın dalına konmuştur” cümlesiyle aktarılmaktadır okuyucuya. Görüldüğü gibi, “şapka”, acının ve kederin rengi olan “mor” renge bürünebilmekte ve çıralı çam ağacıyla tanımlanan Kastamonu insanının üzerine konabilmektedir. Aslında bu gerçeküstü anlatım, öykünün başından sonuna kadar varlığıyla yokluğuna pek karar verilemeyen “nine”nin, yattığı paslı somyada, yastık üzerinde gözüken ihtiyar mı ihtiyar kafasında, olmayan kirpiklerinde, “gözlerinin ve avurtlarının yerine oyulmuş dört iri çukuru”nda, “paslı yorganı gıcırdatarak aralayan kavruk eli”nde ve yorganın altındaki şişeyi çekince kayboluveren gövdesinde de görülmekte. “Ana”, varlığıyla yokluğu belli olmayan “nine”nin kafasıyla konuşmakta ama yorganın altında asla var olmayan gövdeyi olur kılan “şişe”yi de rahatça “kapıdan dışarı” atabilmektedir. Bu bir yanılsama, olanları kabullenememe ya da belleklerden silinmesi için zorlanan bir şeyin acı verse de silinmesi için bir adım atma eylemi de olabilir. Ama bana kalırsa “nine”nin olmayan gövdesinin yerine geçirilen “şişe”nin yorganın altından çekilip kapı dışarı götürülmesi ve sonra da atılışı, Osmanlı’nın belleklerden silinişi ve unutturuluşunun simgesel bir anlatımıdır. Bu siliniş ve unutturuluş da harf ve dil devrimleriyle desteklenen ve o döneme ait tüm arşiv belgelerine getirilmiş okuma ve çeviri yasağı ile derinleştirilmiş bilinçli bir zoru ve bir yok sayarak aldatmayı da içinde barındırır. Bunun karşılığında topluma yerleştirilmeye çalışılan ise Fransız burjuva devriminden esinlenen bir uluslaşma rüzgârıyla doludizgin at koşturan etnik bir “Türkçülük” kavramıdır. Oluşturulmuş kökleri sökülmüş, yorgun ve yoksul toplum, bir “bebek” gibi yeniden programlanacaktır artık.
Giorgio Agamben, Nesir Fikri isimli kitabının “bebeklik fikri” bölümünde şöyle söylüyor: “İnsan herhangi bir şeyi aktarmadan önce dili aktarmalıdır. (Bu yüzden yetişkin bir insan konuşmayı öğrenemez: bir dile ilk kez girenler yetişkinler değil, çocuklardır; homo sapiens türünün kırk bin yıllık geçmişine rağmen, bu türün en insani özelliği -dil edinme- bebeklik durumuna ve bir dışsallık durumuna sıkı sıkıya bağlı kalmıştır.)” (3) İşte, harf ve dil inkılâpları ve diğerleri bu yeni dili aktarmıştır “bebeğe”. Çünkü: fikrin ve varlığın kurtarmak istediği şey fenomendir (görüngüdür), tekrarlanamaz olandır; kelamın en uygun amacı ise türlerin korunması değil, tenin dirilişidir.(4) Öykünün sonunda yer alan düşsel dünya ile gerçek yaşamın iç içe geçmesi anında yere düşen bebeğin, o feryat figan imkânsız çığlıkları da işte tam bu saptamalara denk düşmektedir kanımca.
Aslında, “anlatıcı”nın okura aktardığı küçük bir gözlemde, “yoksa itti mi kucağından bile bile” demesi, babanın “bebeği” pek de benimsemediğini, onu kendi çocuğu görmediğini, hatta onun gerçekten kendi çocuğu olmadığını bildiğini bile düşündürebilir. Hele hele, bebeğin bu düşüş ya da itilişi, “Kastamonu’da en çok frengi ve hizmetçi yetişir” genellemesiyle birlikte yan yana getirilip bu eyleme politik bir yorum getirilecek de olursa, “baba”nın kendinin de besleyip büyüttüğü “Türkçü” ideoloji ile gelişen bir yapılanmayı artık kendisine yedirememesi, onu kabullenememesi ve hatta reddetmesi olduğu bile düşünülebilir. Ama gerçek, tüm acıtıcılığıyla da olsa budur. “Bebek” özelinde imgeleşen ve bilince çıkan şey, kurgulanıp oluşturulmuş, daha yırtıcı yeni bir kuşağın ayak sesleridir aslında. Bunun nedeni de, Bertolt Brecht’in şu sözleri olabilir: “Canavarlığı doğuran canavarlık değil ki; barbarlığa başvurulmadan yürütülemiyor kimi işler; barbarlığın ortaya çıkış nedeni bu işte!”(5)
Leyla Erbil, Nalan Barbarosoğlu ile (01.05.2009 tarihli Mavi Melek Dergisi’nin 37. Sayısında) yaptığı bir söyleşide, “… Başından beri söz dizimini değiştiren bir yazarım. Benim yazdığım şeyler yukarıdan verili bir gramere uygun değil. İnsanlar hasta, insanların hasta olduğuna inanıyorum, hepimizin sakatlanmış olarak yaşadığına inanıyorum ve bu bizim suçumuzdur diye söylemiyorum ama gerçeği böyle görüyorum. Hepimiz hastayız, bir yerimizden hastayız bir biçimde. Dolayısıyla bunu ne şekilde anlatabilirim ben? Bir normal insanın, ne bileyim bize sunulu bir insan var, dikte edilmiş bir insan, bu insanı anlatırken siz noktalara, virgüllere, gramer kurallarına uyabilirsiniz. Ama benim anlattığım bu hasta insanlar. O hasta insanların o gramer kurallarından haberi bile yok.” diyor. Ben de “milliyetçiliği” barbarlık, kapitalist uygarlığın en gözde “kolluk kuvveti” ve bir hastalık olarak düşünürsem (ki öyle düşünüyorum), Leyla Erbil’in bu öyküde, biz hasta insanların bir bölümünü oldukça çarpıcı bir biçimde anlatmayı sürdürdüğünü rahatlıkla söyleyebilirim.
Edgar Morin, “Aşk, şiir, bilgelik” isimli kitabında şöyle diyor:“Aydınlatma ışık verir ama aynı zamanda ışığa direnen şeyi de açığa çıkarır, dipte karanlık bir şey olduğunu tespit eder.”(6). İşte bu cümleye sadık kalarak Kutsal aile öyküsünün, herkesin görüp, bildiği ama nedense görmezden geldiği yoksul, minik ve güçsüz bir aile üzerinden okuru aydınlattığını söyleyebilirim rahatlıkla. Verdiği ışık da, kanımca, hem ailede, hem de toplumdaki karanlık şeyleri, acıyla, sancıyla, şaşkınlık ve hayretle hissettiriyor hepimize; hem de günümüzde bile.
Notos Dergisinde yer almıştır.