Cudi Dağı, meşe ve çam ağaçlarıyla bezeli; eteklerindeki boş, kıraç arazide yer yer biten palamut ağaçlarıyla Irak sınırındaki Hezil Çayı’na kadar uzanır. Sınır güvenliğini sağlayan vadide karakol, zirvelerde kalekollarda durmak bilmez hareketlilik yoktu eskisi gibi. Bu da dağ yamacı ve eteklerinde yaşayan köylerdeki sükûnetin en tabii sebeplerinden biriydi. Âdem, bu dağ yamacında, tufandan sonra kurulduğuna inanılan birkaç köyden birinde yaşıyordu. Taş evlerden oluşan kırk haleli bir köyden ibaretti. Yakacak niyetine kesip biçtiler ağaçları. Geriye kalan cılız ot ve kıraç toprağın oluşturduğu çember ise giderek genişliyordu. Geceleyin dağın kuytu köşelerine serin hava süzülürdü. Gündüzleri ise yerini kavurucu güneşe ve kuru rüzgârlara bırakıyordu.
Âdem sabah namazıyla birlikte önüne kattığı küçükbaş sürüsünü askeriyenin izin verdiği sınırlar içerisinde otlatırdı. Bazen kömür ocaklarından gelen sarsıcı dinamit patlamalarıyla birlikte sürüdeki kopmaları birkaç ıslıkla tekrar kontrol altına alırdı. Sırtını dayadığı koca meşe ağacının kuzeyinde konumlanmış Şırnak’ı görürdü. Bir hastalık ya da evin ihtiyacı olan öteberileri karşılamak için olmasa köyden çıktığı yoktu. Bunları bile çoğunlukla büyük abisi Orhan’ın yardımıyla giderirdi. Sağdığı sütler, şehir merkezinde dayısının oğlunun açmış olduğu şarküterideki vitrinde yer bulurdu. Müşteri ve nakliye derdiyle uğraşmazdı.
Köyün meczubu sayarlardı Âdem’i. Buna sebep, erken yaşta başlayan epilepsi nöbetleri. Bu nöbetlere sık sık şahit olan çocuklar kendisine deli yaftasını koymaktan geri durmamışlardı. Önce cinler musallat olmuştur, dediler. Ahaliyi dinleyip hocalara, türbelere götürdülerse de çare bulamadılar. Hz. Nuh’un gemisinin karaya oturduğu Sefine’ye gidip adaklar da adamışlar ama ne yaptılarsa nafile. Bunca yolculuğu ve yorgunluğu kaldıramayan Âdem’in nöbetleri gün geçtikçe sıklaşmış. Sonra çareyi dayısının temizlik personeli olarak çalıştığı Siirt Devlet Hastanesinde aramışlar. Burada ailenin anlattıklarını başını sallayıp önündeki deftere notlar alarak dinleyen doktora umut bağladılar. Bazı tetkikler sonucunda epilepsi teşhisini koyarak birkaç tesirli ilaç yazmış. Mümkün olduğunca dinlenmesi gerektiğini ve güneşte fazla durmamasını tembihleyerek yollamış. Ahır ve tarladaki işlerden üç abisi ve iki kardeşinin olmasının avantajıyla kaytarıp dinleniyordu. Doktorun verdiği ilaçlar da etkisini gösteriyordu. Fakat deli yaftası peşini bırakmamıştı. Köyün büyük çoğunluğu onu yarım akıllı bellemişti. Öyle ki çocukların sıkıştırıp taşlarla kovaladığı Âdem’in kafasına aldığı darbeler nedeniyle beyni zamanla geri dönüşü olmayan hasarlar almıştı. Oluşan hasarlar sebebiyle halüsinasyonlar görüyordu. Bunları önlemek amacıyla kırmızı reçeteli ilaçlardan kullanıyordu. Yaşı ve mental durumundan ötürü sağlıklı düşünemiyordu. Yaşadıkları ağır geliyordu. Ve içinde bulunduğu durumu bir türlü kabullenemiyordu. Yaşıtlarının zorbalıklarına sinirlenip küfürler savurarak eline aldığı taşlarla çocukları gözden kayboluncaya kadar kovalıyordu. Bu kovalamacaların sonunda çocukların kaş ve kafalarında oluşan yarıklardan ılık ılık kanlar bitiyordu. Çocuklar Âdem ile aralarına mesafe koymuşlardı. Korkudan doğan bir saygıyla eskisi gibi ilişmiyorlardı. Âdem zamanla kendini çocuklardan, köyden ve hayattan soyutladı. Tıkalı kaldığı oda ve köy hayatı onu gözle görülür bir depresif ruh haline sürüklüyordu. Bu durumdan kurtulmak adına artık abileriyle birlikte sürüyü otlatmaya götürüyordu. Kimselerle konuşmuyor, sürü otlanırken koca vadileri, ucu bucağı olmayan sıra dağlara tünemiş bulutları izliyordu.
Bıyıkları terliyordu artık. Münasip bir gelin bulmak amacıyla anne ve babasının çaldığı köy ahalisinin tüm kapıları suratlarına kapandı. Biçare annesinin Siirt Kurtalan’daki akrabalarının aracılığıyla civar köylerden birinden getirilen Mehtap ile evlendi. Kendisinden sekiz yaş büyük olan Mehtap’ı ilk kez gerdek gecesinde görmüş, sağ gözündeki kaymadan az da olsa ürkmüştü. Mehtap’a bir tuhaflık sezmişti. Bu tuhaflık, o ilk gecenin heyecanına yenik düşen bedenine sirayet edememişti. Zamanla tanıyacaktı. Olmadık şeylere gülümsemelerine ve sebepsiz ağlamalarına alıştı kısa bir sürede. Çok konuşmazdı. Konuştuğunda ise anlamlı bir cümle kurmayı başaramazdı. Başka köyün meczubuydu. Âdem kendi yaftasını sahiplenip özümsediği gibi aldı hayatına Mehtap’ı. Hiç çocukları olmadı. Bunun için hastanelere de gitmediler. Ne okuyup üfleyen hocalardan ne de türbede yatan ölülerden bir fayda buldular.
Anne ve babasını kaybettikten sonra anlamlandıramadığı hayattaki ölüme ilk defa bu kadar yakından bakmıştı. Abi ve kardeşleri tarafından ihmal edilmesi çok uzun sürmedi. Yalnız büyük abisi Orhan arada bir uğrardı. Âdem’in babadan pay edilen on üç küçükbaş hayvan ile geçimini sağlamaya çalışmasını bir köşeye koyar, evin eksiklerini gidermeye çalışırdı.
Âdem’in hayatının dönüm noktası bir sabah gördüğü rüya oldu. Rüyasında kızıl bir sisin evin içerisini kapladığını, Ay’ın kaburgalarını ikiye bölerek göğsünü yararak tüm görkemiyle göğe yükseldiğini ve göğsünden dışarı bir kiraz ağacının yeşerdiğini gördü. Vücut sıcaklığı artmıştı. Terli elbisesi tenine yapışmış olarak uyandı. Mehtap her şeyden habersiz uyuyordu. Korkmuştu, ne yapacağını bilmiyordu. Mehtap’ı uyandırmayı düşündü ama ne diyebilirdi ki? Elbiselerini giyip çıkınına biraz otlu peynir, yarım tandır ekmeği ve iki tane domates koydu. Sürüsünü önüne katarak sabah ezanını beklemeden çıktı. Kangal cinsi iki çoban köpeği sürüden ayrılan ve geride kalanlara gözcülük ediyorlardı. Âdem gördüğü rüyanın tesirinin geçmesini bekliyordu. Şiddetlenen baş ağrısıyla birlikte rüyayı neredeyse unuttu. İlaçlarını yanına almadığını fark edince geri dönmeyi düşündü. O kadar yolu geri gitmeye üşendi. Güneş ışınları dağ yamaçlarına doğru süzülüyordu. Dağın zirvelerinde bulunan küçük kar öbekleri mayıs ayının sıcağıyla birlikte tamamen erimişti. Âdem sürüyü gür otların bulunduğu bir düzlüğe getirince, bir meşe ağacının gölgesine oturdu. Sırtını meşeye yaslayıp çıkınını açarken göz kapakları ağırlaştı. Gerilerek esnedi. Çıkını bir kenara bıraktı. Gözlerini kapatarak derin bir uykuya daldı. Uykusunda yine aynı rüyayı görünce bu sefer haykırarak uyandı. Köpekler dilleri dışarda, kuyruklarını sallayarak, meraklı gözlerle Âdem’i süzüyorlardı. Sürüyse her şeyden habersiz otlanıyordu. Elinin tersiyle alnındaki öbek öbek teri sildi. Neyin nesiydi bu rüya? Neden aynı rüyayı görüp duruyorum? İstiğfar çekip birkaç sureyi yarım yamalak da olsa okuyup kendine üfledi. Ruh hali normale dönerken burnuna gelen otlu peynir kokusuyla bir hayli acıktığını fark etti. Çıkınını açıp kahvaltısını yaptı.
“Selamünaleyküm.”
Elindeki domatesi dişlerken karşıdan gelen beyaz sakallı, yaşlı adamla göz göze geldi.
“Aleykümselam amca. Buyurmaz mısın?”
Yaşlı adam bağdaş kurarak oturdu. Ağarmış sakalını çekiştiriyordu.
“Şuradan geliyorum,” diyerek hemen dibindeki yeşillik dolu bahçeyi gösterdi. Âdem bu bahçeyi fark etmemişti. “Şura benim bahçe. Sürüne göz gezdiriyordum ki seni bu ağacın altında uyur gördüm. Bir de baktım ki zangır zangır titriyorsun. Öyle görünce de bir sorayım dedim evladım. Sıhhatin yerinde midir? Kimsin, kimlerdensin?”
Âdem önce hangi köyden ve kimlerden olduğunu, ardından gördüğü o tuhaf rüyayı anlattı. Anlattıkça yaşlı adamın yüzü düştü. Sakallarını daha ağır hareketlerle çekiştirdi.
“Oğlum,” dedi “Rahmetli dedem Şeyh Resul büyük bir Nakşibendi zatıydı. Bu topraklarda rüya ilmine ondan vakıf kimseler bulunmazdı. Dedemden babama, babamdan bana kalan bu ilmin ışığında sana söyleyebilirim ki; kızıl sis zayıf imanını, dolunay ruhunu, kiraz ağacı senden geriye kalan dünyevi varlığını temsil ediyor.”
Âdem söylenenleri anlamlandırmakta zorluk çekiyordu. Göz bebekleri büyümüş, nefesi kesilmişti. Yaşlı adam bunu fark etmişti.
“Velhasılıkelam, kızıl sisin yeryüzüne indiği bir gün ruhun ölüm meleğiyle, ardında fani dünyayı bırakarak göğe yükselecek.”
Kendine geldiğinde ne yaşlı adam ortalıktaydı ne de yaşlı adamın gösterdiği bahçe. Rüya görmüş olabilme ihtimalini düşündü. Yerde yaşlı adamın çekiştirdiği sakalından birkaç tel görünce gözleri fal taşı gibi açıldı. Yoğun bir korku tüm vücudu sardı. Sürüyü bir an olsun düşünmeden ardına bile bakmadan köy istikametine doğru koştu. Eve vardığında kapıyı açtığı gibi yatağa girdi. Mehtap bir şeylerin ters gittiğini anladı. Henüz öğle olmamıştı ve ortalıkta sürü de yoktu. Yatağa, Âdem’in yanına uzandı. Bir süre hiç ses etmeden konuşmasını bekledi. Beklediği ses kulağında bitmeyince lafa girdi. Âdem, önce bir bardak su istedi. Mehtap su almaya mutfağa giderken Âdem kapı arkasındaki askıda asılı duran poşetteki ilaçları kontrol etti. İlaçlarını kullanıyordu. Buna rağmen neden hâlâ nöbet geçirip halüsinasyonlar görmesine hayret etti. Bu sırada Mehtap elinde bir bardak suyla kapıda belirdi. Âdem, soru sormasını beklemeden başından geçenleri anlattı. Mehtap bir süre düşündü durdu.
“Nerden bilecekmiş o ihtiyar? Hem kendin de demedin mi, adam da bahçe de yok oluverdi. Rüya görmüşsündür.”
“Ya o yanı başımdaki aksakallar neyin nesiydi?”
“Keçilerden dökülen kıllardır ne olacak başka.”
Âdem Mehtap’ın böyle rasyonel konuşmalarına çok az şahit olurdu. Duygu durumu o kadar değişkenlik gösteriyordu ki farklı bir zamanda bu konuyu açacak olsaydı bu soğuk kanlı cevabı alamayabilirdi. Belki kendisinden daha çok paniğe kapılır, yatakta kıvranır durur, geceleri sabah edemezdi. Bu konuşma her ne kadar içindeki korku ve kuşkulara duş etkisi yaratmasa bile az da olsa teskin etmişti. Yoğun yaşadığı duygular dağılınca sürüyü hatırladı. Dışarıya adımını atmıştı ki köpekler sürüye liderlik ederek avluya doluşmuştu bile. Bu sırada köyün saygın isimlerinden Süleyman Efendi’yi gördü. Süleyman Efendi, büyük dedesi Halit Efendi’nin Cizre ve Kahire medreselerinde fıkıh ve tefsir öğrenimi sırasında edindiği kitapları okuyarak halk arasında âlim olarak nitelendirilmişti. Tahta çitlerin ardında gülümseyerek Âdem’i izliyordu.
“Selamünaleyküm,” dedi karşılığını alamadan.
“Âdem, hayırdır erkencisin? Betin benzin atmış. Hasta mısın yoksa?”
Âdem çevresine bakındı. Konuşmak istedi ama dili tutulmuş gibiydi. Süleyman Efendi bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı. İçi dolu yüreklerin, surete bu şekilde yansıdığını görmüşlüğü çoktu. Konuşmak ruha yüklenmiş ağırlığı hafifletirdi. Müsaade isteyip avluya geçti. Âdem, Mehtap’a seslenip çay demlemesini söyledi. Ardından ahıra girmiş sürünün ardından gidip boşalmış yalağa su doldurdu. Kangal köpekler avlunun girişinde oturmuş kulaklarını dikerek çevreyi kolaçan ediyorlardı. Çaylar getirilip plastik sandalyelere iyice kurulduktan sonra Süleyman Efendi çitlerin ardındaki endişelerini yineledi.
Âdem, dilinden döküleceklerle köylünün deli yaftasını tescillemelerinden çekiniyordu. Endişeliydi. Endişe ve korkusu bir sarmaşık gibi bedenini yeniden sarıyordu. Soğuk soğuk terledi. Elinin tersiyle terini sildi. Sağı solu kolladı. Süleyman Efendi’nin köylüye karşı her zaman var olan saygısını düşündü. Yüzündeki ifadeden içinden bir türlü çıkamadığı bu garip durumu anlamış, bunu dert edinip işini gücünü bırakarak yanında oturuyordu. Âdem utana sıkıla anlattı başından geçenleri. Süleyman Efendi sabırla sonuna kadar dinledi.
Ciddileşen yüzü kimi zaman gülümsüyor kimi zaman şaşırıyordu. Duygudan duyguya bürünüyordu.
“Anlattığın rüyada alışagelmiş bazı tabirleri bir de benden dinle Âdem. Sisle birlikte evine çöken huzursuzluk dolunayın evinden yükselmesiyle çıkacak, kiraz ağacının yeşermesiyle birlikte evine bolluk ve bereket gelecektir inşallah.”
“Peki ya yaşlı adam?”
“Lawikê Xerîb’in hikâyesini bilir misin?”
Âdem bu hikâyeyi çok kere duymuş olsa da ses etmedi.
“Lawikê Xerîb takva sahibi imanlı bir gençtir. Bu gencin yegâne isteği, tufandan sonra insanlığın yeniden başlangıç noktası olan, Hz. Nuh’un gemisinin indiği Sefine’yi görmektir. Yıllar sürecek bu yolculukta Lawikê Xerîb köyleri, şehirleri, dağları aşarak sora sora Sefine’ye oldukça yakın bir noktaya gelir. Burada oturup dinlenirken karşısına yaşlı bir adam çıkar ve nereden gelip nereye gittiğini sorar. O da geliş amacını, Sefine’yi görmek için yıllardır kâh aç kalarak kâh susuz kalarak kâh yönünü kaybederek yollarda olduğunu söyler. Ne kadar daha gitmesi gerektiğini sorar yaşlı adama. Yaşlı adam, önünde uzun bir yolun bulunduğunu, hatta ömrünün bu yolculuğa yetemeyeceğini söyler. Lawikê Xerîb bunun üzerine ağlayarak ellerini açarak Allah’a, bu yolculuğunun onu çok yorduğunu, artık yürüyecek takatinin kalmadığını, kendisini huzuruna kabul etmesi için yalvarır. Lawikê Xerîb böylece rabbine kavuşur. Onu bu yolculukta kandıran yaşlı adam suretine bürünen de şeytandan başkası değildir,” biraz duraklayıp Âdem’in anlattıklarını idrak edip edemediğini süzdü.
“Anlattıklarına göre seni de bu çıkmaza sokan, kalbinde vesveseyi yer eden, sana yaşlı bir adamın suretiyle görünen şeytandan başkası değildir.”
Süleyman Efendi’nin söyledikleri de Âdem’in aklına yattı. Şeytan kendisini yoldan saptırmak için böyle bir oyun oynamış olabilirdi. Dört bir yanını saran duygu sarmaşıklarının dalları budanıyordu. Süleyman Efendi birkaç sureyi okuyup üflemesini tavsiye etti. Korkacak bir şeyin olmadığını defalarca yineledi. Âdem diline bir türlü oturmayan tekerlemeler gibi sureleri de okuyamadı. Budanan duygu sarmaşıkları, Süleyman Efendi’nin sokaktan kaybolmasıyla birlikte yeniden yeşerdi. Evet, Mehtap’ın da Süleyman Efendi’nin de söyledikleri onu bir noktada sakinleştirmeye yetiyordu ama ya yaşadıkları? Kanlı canlı gördüğü yaşlı adamın yorumlaması da ona mantıklı geldi. Hepten kafayı mı yiyorum, diye düşünmeden alamıyordu kendini. Gerçek ile düşün arasında bocalıyordu. Muhakeme becerisi basit işlerde bile zorlanırken böyle hayati ve karmaşık bir işten sıyrılması hiç kolay değildi.
Cudi’nin zirvelerinden gelen soğuk hava köyün demir kapılarını dövüp yoluna devam ediyordu. Tavuklar asma çardaklarında pinekliyorlardı. Köpekler gece köye inebilecek kurt sürüsüne karşı pür dikkat bekliyorlardı. Âdem, karanlık dağ yamaçlarını aydınlatıp pencereden içeriye vuran Ay’ın şavkını perdeledi. Akşam yemeğinde pek bir şey yiyemedi. Birkaç haber kanalında cinayet haberleri görünce keyfi hepten kaçtı. Mehtap’a sokuldu. İçindeki huzursuzluğu ve Süleyman Efendi ile aralarında geçen konuşmaları anlattı. Mehtap, Âdem’in rüyasını ilk anlattığı sabahki ruh halinden çok uzaktı. Öyle ki bunu ilk defa duyuyormuşçasına ağladı. Yumrukları sinesine indirirken sözlerine tam vakıf olmadığı ağıtlar mırıldandı. Âdem’in içindeki yangın bu görüntüyle daha da harlandı. Kapıyı açıp kaçmayı, dağları taşları aşarak derdine bir derman bulmayı diledi. Mehtap’ı öylece bırakıp damdaki yatağına kuruldu. Dolunay tüm Cudi’yi aydınlatıyor, bu aydınlık Âdem’i karanlık dehlizlere hapsediyordu. Battaniyeyi başına kadar çekti. Uyumaya çalıştı ama düşüncüler silsilesi beynini kemiriyordu.
Âdem gibi onlarca insan belki de yaşamı ölüm duygusuyla fark etmiştir. Yaşamın amacını idrak etmemiş birinin ölümü ne ifade ederdi? Belki de böyle bir amaç yoktu. Kendimizce belirlediğimiz amaçlarla çoğu kez kendimizi ve çevremizdekileri farklı bir perspektiften bakmaya zorluyoruz. Yaşam o kadar da karmaşık bir şey değildi. Bu karmaşıklığı bizler ördüğümüz tellere takılıp bocalanarak yaşıyor ve yaşatıyoruz.
Âdem bunları daha basit düzlemde düşünebiliyordu. Ölüm diye bir belirsizliğin geleceğini, ardından yaptıklarından hesaba çekileceğini düşünüyordu. Fakat bu hesabın içeriği hakkında da pek bir bilgiye vakıf değildi. Bedeninin bulunduğu tabutu sırtlayacak olan köy ahalisini düşündü. Battaniyenin altında tabuttaymış gibi hissedince nefesi daraldı. Yoğun stresle birlikte epilepsi nöbeti geçirdi. Nöbet bittiğinde gözlerini açmaya takati yoktu. Gözlerini son kez açmaya çalıştığında hiçbir şey göremedi. Göz kapakları tekrar ağır ağır kapandı.
Sabah uyandığında gün doğmuştu. Horozlar dört bir yandan ötüşüyorlardı. Âdem içine düştüğü bu huzursuz ruh haliyle yaşıyordu. Konuşmak iyi gelir diye başta Süleyman Efendi’ye uğrardı. Süleyman Efendi başlarda anlayışla karşılayıp dinliyordu. Fakat her gün aynı şeyleri tekrar edip onu işinden alıkoymasına bir yere kadar tahammül edebildi. Âdem, artık sürüyü alıp otlağa çıkmaz, keçileri sağmaz, ahaliye karışmaz oldu. Ahırdaki yalaklara su gitmiyor, zemindeki tabaka halini almış dışkılar temizlenmiyordu. Hastalık boy gösterince sürü birer ikişer telef oldu. Mehtap Âdem’i kendine gelmesi için hırpaladı, sövdü, saydı ama nafile. Ağlıyor, gülüyor, bazen olgunluk gösteriyor bazense bir çocuk edasıyla köşesine çekiliyordu. Mehtap bir sabah elbiselerini dahi toplamadan çekip gitti. Kimi onun Siirt’teki baba evine gittiğini kimi de yolculuğu esnasında başına bir iş geldiğini söyledi. Sonradan şehirde bir sevdalısı olduğu, o meçhul adama kaçtığı dedikodusu yayıldı. O günden sonra Mehtap’ı gören olmadı. Bu dedikoduların da hiçbiri Âdem’in kulağına gitmedi. Gitse bile bunu kavrayabilecek ruh halinde değildi. Yemek yemiyor, ilaçlarını kullanmıyordu. Bundan sebep gördüğü halüsinasyonlar ve epilepsi nöbetleri gün geçtikçe artıyordu. Evin avlusundan dışarı çıkmıyor, gündüzleri odasında, geceleri damdaki yatağında yatıyordu. Abisi Orhan dışında geleni gideni pek yoktu. Çoğu kez elinde bir kap yemekle gelir, kardeşine kendi evine gelmesi için ısrar eder ama sonuç alamazdı. Artık Âdem ile iletişime geçmek bile başlı başına bir sorundu. Kardeşinin durumuna üzülse de elinden pek bir şey gelmiyordu. Diğer abi ve kardeşleri ise evine davet etme nezaketi bir yana dursun; evdeki mide bulandırıcı sidik kokusuna, günlerdir yıkanmamış kardeşlerinden gelen kesif ter kokusuna tahammül edemediklerinden eve uğramaz olmuşlardı.
Günlerdir kimselerle tek kelime konuşmamıştı. Abisi ve Süleyman Efendi dışında pek bir sima görmüyordu. Süleyman Efendi bu olaylardan sonra Âdem’i dinlemeyip başından savdığı için kendini biraz suçlu hissediyordu. Bundan sebep olacak ki arada bir temiz çamaşır ve bir tas sıcak çorbayla kapıda belirirdi.
Âdem bir gün, bir öğle vakti dama çıkıp çevreyi izlemeye koyuldu. Güneyde, Irak-Suriye sınırındaki dağların zirvelerinde büyük kızıl bir sis bulutunu gördü. Gördüğü şeyden emin olmak için elini gözüne siper edip gözlerini kıstı. Yaşlı adamın söylediklerini düşündü. Rüyasının gerçekleşeceği korkusu içini ürpertti. Kızıl sis, dolunay, kiraz ağacı… Gözü karardı, bacakları titredi. Âdem son nöbetini geçirerek damdan sırt üstü yere çakıldı. Kafası kapı girişindeki taşlara çarparak küçük bir kan göleti oluşturdu. Kan göleti pıhtılaşırken öğle namazından çıkan cemaat Âdem’i fark etti. Ağzı açık, gözleri boşluğa bakarak son kez gün ışığı gördü.
Sivri sakallı genç imam musalla taşına yatırıp günlerdir yıkanmamış bedeni yıkadı. Köylü toplandı caminin avlusuna. Abi ve kardeşleri cenazeyi bekliyorlardı. Köyün gençlerinden bir grup mezar kazmakla uğraşıyordu. Mevta yıkanıp kefenlendikten sonra tabuta konulup sırtlanarak mezarlığa götürüldü. Birkaç köylü aralarında fısıldaşarak ağabeyi ve kardeşlerini suçladı. Böyle sahipsiz bırakılmazmış. Hem görürlermiş, birkaç güne ev ve tarlaların hesabını yaparlarmış. Orhan’ın hakkını da verdiler. Kefen toprakla kaplanıp yok olunca ahali mezarın etrafında bir çember çizdi. İmam telkin verdi. Ahali duasını okudu. Ardından kalabalık hızla dağıldı.
Mavi gökyüzü huzursuzlanmışçasına kapanıyordu. Güneyden gelen kızıl toz bulutu Cudi’nin eteklerine varmıştı. Selahattin Efendi’nin bahçesindeki kiraz ağacında pinekleyen serçeler toz bulutunu fark edince dört bir yana dağıldılar. Bir serçenin gagasında sertçe kavradığı kiraz sapları kırılınca kiraz taneleri taze mezarlığa düştü. Çok geçmeden ilk yağmur damlaları yeryüzüne indi.