Yaşlı kadın, eski ceviz ağacı çerçevenin üzerinde ellerini gezdirdi. Odanın içinde zamanın unuttuğu bir sessizlik vardı. Torunu, halının üzerine diz çökmüş, başını kadının dizine yaslamıştı. İkisi de ceviz ağacı çerçeveli aynaya bakıyorlardı. Aynaya bakıyorlardı fakat yansımalarını görmüyorlardı. Yansımaları yerine yaşlı kadının gençliği ile bakışıyorlardı. Kadının gençlik hali su gibiydi. Gür siyah saçlarını örmüş, başına bir tülbent geçirmişti, beli ise incecik, bir kibrit çöpünden halliceydi genç kız. En dikkat çeken yeri ne ince beliydi ne de gür saçları; acı dolu, kocaman siyah gözleriydi herkesi kendine kitleyen. Bir bakan bir daha gözlerini alamıyordu. Küçücük yaşına rağmen bu acı dolu gözlerin içinde bir ömre sığmayacak kadar hadiseler vardı, onları ilgi çekici yapan şeyde buydu zaten. Konuşmadan kendilerini, kederlerini anlatabiliyordu o güzel gözler. Kadının torunu da o gözlerde hapsolmuştu. Merak ediyordu minik, büyükannesi gözleri ne sebepten böyle acıklıdır ne sebepten böyle hüsranlıdır. Merakına yenik düştü minik, gözlerini genç kızın gözlerinden çekmeyerek sordu büyükannesine
“Gençliğin nasıldı büyükanne?”
Kadın, aynaya baktı. Gözleri derin bir kuyuydu, içinden yıllar çekilip çıkarılmayı bekliyordu. Bir zamanlar, camdan bile ince, uçmaya hazır bir kızdı. Beyaz bir elbisesi vardı, rüzgârın savurduğu. Ama sonra biri çıktı, dedi ki: “Beyaz fazla dikkat çeker.” O günden sonra koyu renklere büründü…
Aynanın yüzeyi titredi.
Aynada bir sokak belirdi. Taşları eski, gökyüzü griydi. Yağmur yağmamıştı ama sokakta hep bir ıslaklık vardı. Genç kız, kaldırımların köşesine basarak yürüdü. Sokakta ayakkabılarının sesi yankılanıyordu.
Annesinin sesi zihninde bir fısıltı gibi:
“Bacaklarını çok açma, çok gülme, sesini fazla yükseltme.” diyordu. Kız düşüncelere dalmıştı, annesinin ona kurduğu baskı, sözleri bir saniye bile olsun aklından çıkmıyordu. Ne kadar hoşnut olmasa da ayak uydurmak zorundaydı bu kurallara. Uymasaydı kim bilir başına neler gelecekti. Kız bunları düşünmekten bunalmıştı, kafasını kaldırdı. Karşı sokakta bir çocuk vardı. Mahalledeki terzinin oğlu, Okan. Siyah saçları alnına dökülmüş, kemik çerçeveli gözlüklerinin ardında bir çift meraklı göz. Göz göze geldiler. Kız, ellerini eteğinin cebine sakladı. Çocuk hafifçe gülümsedi. Belliydi, aralarında bir çekim oluşmuştu. Kız utanmıştı çocuğun karşısında, hatta kendini garipsemişti çünkü ilk defa böyle hissediyordu. Bu neydi? Aşk bu muydu? O da aynı şeyleri hissediyor muydu yoksa onun için sokaktan geçen sıradan bir kızdan mı ibaretti? Bunlar ve daha nice sorular geçiyordu kızın zihninden.
Akşamları penceresinin pervazına oturup kitap okuyan, okuldan dönerken ağır adımlarla yürüyen bir çocuktu o. Kız, uzaktan izlerdi. Bir şey yapamazdı, annesi öyle söylemişti ona:
“Kız kısmının elalemle işi olmaz, hele de oğlanlarla”
Bir gün, köhne bir kitapçıda karşılaştılar. Kız oğlanı gördüğüne çok sevinmişti fakat bu sevinci baskılaması gerekiyordu. Çocuk, raflardan bir kitap çekti, sayfaları hızlıca karıştırdı. Kız, göğsünün ortasında yankılanan bir şey hissetti, artık emindi bu aşktı, bu sevdaydı, bu yasaktı…
Dayanamadı kız, “Ne okuyorsun?” dedi fısıltıyla. Çocuk başını kaldırdı, gülümsedi. “Dünyanın en güzel hikâyelerinden biri.”
“Bana da okur musun?” Oğlan gülümsedi. “Okuma yazma bilmiyor musun?” dedi çocuk. Kız utanmıştı, bilmiyordu. Babası göndermemişti okula, “Kız çocuğunun okulda ne işi var, otur evde kadınlık vazifeni yerine getir. Kadının yeri kocasının ayağının dibidir, evinin mutfağıdır! Okul da neymiş.” Çocuk anladı ve gülümsedi. “Ben sana okurum, hatta okuyup yazmayı da öğretirim.” Kız ilk defa onunla ilgilenen biri bulmuştu. İçi kıpır kıpırdı kızın. Oğlana gülümsedi ve yanağına teşekkür mahiyetinde bir buse kondurdu.
Bu bir sevdanın başlangıcıydı. Bu sonun başlangıcıydı.
Sonraki günler, sokak aralarında fısıltılarla, saklanmalarla geçti. Sözcükler, bir pencereden diğerine uzanan ip gibi aralarında gerildi. Ama o ip hep inceydi. Hep kopmaya hazır haldeydi.
Bir akşam, kız eve döndüğünde annesi onu kapıda bekliyordu. “Seni kitapçının önünde gördüm.” dedi annesi. Kızın içi ürperdi. Annesinin sesi soğuktu, tehditkardı aynı bir bıçak sırtı gibi. “Ne yapıyordun orada?” Kelimeler kızın boğazında düğümlendi. Söyleyemezdi. Birine kitap okutmak, dünyanın en masum şeyi bile olsa, bazı yerlerde sessiz kalınması gereken bir husustu. Sustu, başına geleceklerden korktuğu için sustu.
Annesi de susmuştu. Ama o sessizlik, kızın omuzlarına binen görünmez bir el gibi çöktü. O günden sonra sokaklardan dönerken adımlarını hızlandırdı. Bakışları hep yerdeydi. O çocuğu uzaktan görmek bile suç gibi geliyordu. Ama bir gün, tam köşeyi dönerken, çocuk karşısına çıktı. Elinde bir defter vardı. “Bunlar senin için,” dedi, defteri uzatarak. Kız tereddüt etti. Annesinin sesi zihninde yankılandı: “Kız kısmı dikkatli olmalı.” ama elleri kendi iradeleriyle hareket etti. Defteri aldı. Parmaklarını ince, solgun sayfaların üzerine koydu.
O gece, odasına çekildiğinde sayfaları açtı. İçinde onun için yazılmış kelimeler vardı. Bir kızdan bahsediyordu. Hep gözlerini kaçıran, ama içten içe yıldızları izlemeyi seven bir kızdan. Ona yazılmış bir hikâyeydi. Ama sabaha karşı bir şey oldu. Bir çatırtı. Bir fısıltı. Bir yangın kokusu. Kız gözlerini açtığında annesi başucunda dikiliyordu. Ve elinde, dün gece aldığı defter vardı. Sayfalar yırtılmıştı, yakılmıştı.
“Bunları nereden aldın?” diye bağırdı annesi. Kız cevap veremedi. Ellerini sıkınca, avuçlarının içinde kâğıt parçaları kırıştı. Annesi gözlerinin içine baktı. Bu bakışlar söylenebilecek herhangi bir sözden daha etkiliydi aslında. Daha tehditkardı, kelimelerin kifayetsiz olduğu bir durumda bakışlar her şeyi anlatır. Burada da öyleydi, annesinin bakışları söyleyeceği herhangi bir şeyden daha yaralayıcıydı. “Kız kısmı, fazla hayal kurmaz.” kelimeleri döküldü en sonda annesinin dilinden. Sonra alabildiğine sessizlik.
O gün, defterin parçaları pencereden uçtu gitti. Kızın içindeki en ufak şey de onlarla beraber gitti. Bunun için annesini hiç affetmedi. Her bir giden sayfa için annesine olan sitemi artmıştı. Her bir giden sayfa sadece bir defter parçasından ibaret değildi, kendi duygularından da parçalar o pencerede uçup gitmişti o gün.
Ayna titredi. Torun, gözleri büyüyerek büyükanneye baktı. “Sonra ne oldu?”
“O gün anladım hayat annemin söylemleri arasında yaşamak için fazla kısa” dedi büyükannesi ve ayna tekrardan titredi.
Bu sefer büyükannenin gençliği biraz daha büyümüş ve olgunlaşmıştı. Bir sevdalısı vardı bu sefer. İkisi de çok mesutlardı ta ki kızın babası onları sokakta görünceye dek. Kızgın bir boğaya dönmüştü resmen. Burnundan dumanlar çıkıyordu resmen, yüzü kıpkırmızıydı ve sinirden alında damarlar çıkmıştı. Babası ne kadar kızgınsa kız bir o kadar korkmuştu. Kocaman siyah gözleri normalden daha da büyümüş ve sulanmıştı. Bir bakış bile onu ağlatmaya yetmişti resmen. Çocuk kızın gözündeki korkuya başta anlam verememişti. Nedendi bu korku? Neden bir anda buğulanmıştı gözleri? Neden b- Daha sorularını kendi içinde sormayı bitiremeden ensesinde bir el hissetti çocuk. Artık her şey daha netti çocuğun kafasında. İki genç ölesiye korkuyorlardı, az sonra kurban edilecek koyunlar gibiydiler.
Babası ilk önce oğlanı tartakladı, çok fazla dövmemişti fakat sağlam hasarlar bırakmıştı. Çocuk onca dayaktan bitkin olmasına rağmen kaçmadı, sevdiğine kendini ispat ediyordu kendince. Adam dövmeyi bırakınca çocuğa bağırıp tehditler savurmaya başladı. Çocuk dumura uğramıştı, baba çocuğa “Yıkıl karşımdan!” diye bağırınca çocuk kıza baktı. Kız ağlıyordu fakat babasının korkusundan ses çıkartamıyordu, sessizce bir damla yaş süzüldü yanağına ve başını onaylar gibi salladı, çocuğa git diyordu, git ve arkana bakma diyordu. Çocuk gidince babası öfkeli bakışlarını kıza çevirdi. Kıza önce okkalı bir tokat attı sonrasında kızı saçından kavrayıp eve kadar sürükledi. Bu esnada “Seni küçük aşüfte! Ne yaptığını sanıyorsun sen! Köşe başında oğlanlarla fingirdeşmek nasıl bir cüret!”
Eve geldiler, asıl kabus şimdi başlıyordu kız için. Babası kızı saçlarından salona doğru fırlattı. Kız yere düşmüştü. O acımasız dayakların, feryat figan yardım çığlıklarının, acı dolu hıçkırıkların, sonun başlangıcıydı bu. Kız dayak yerken annesiyle göz göze gelmişti. Kelimelerle olmasa da gözleriyle yardım çığlığı atmıştı annesine fakat nafile, annesi babasını durdurmaya çalışırken tokat yiyip yere düşmüştü, kafasını sehpaya çarpmıştı. Kızı kurtarabilecek tek kişi artık yoktu çaresizce dayağın bitmesini bekledi.
Dayağın üzerinden sadece saatler geçmişti. Kızın yüzü darmadağın ve bütün bedeni yaralar, morluklar içerisindeydi. Ama bir planı vardı kaçacaktı. Çocuğa haber yolladı ve kısa bir sürede evden kaçtı. Artık onu yeni bir hayat beklediğini düşünüyordu. Yanılıyordu.
Kocası en az babası kadar berbattı. Bunu evlendikten hemen sonra, gerdek gecesinde öğrenmişti.
En mutlu anı mıdır insanın ilk gecesi, peki ya yüzleri unutulamayan babalar. Saniyeler, dakikalar ve saatler ilerledikçe babasının silüeti beliriyordu kocasının yüzünde. Gözlerine aniden bir perde iniyor. Hıçkırıklarla düşüyor yatağına. Yutkunmaya çalışıyor ama yutamıyor bir türlü boğazına oturan acıyı. Çaresizce teslim oluyor.
Teslim oluyor, teslim oluyoruz, teslim oluyorlar, teslim olduk.
Doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde.
Yaşam sıvısı damla damla düşüyor beyaz çarşafa, kırmızıya bulanıyor örtü. Burnunu çekmeye çalıştıkça yutulan yaşam sıvısı. Durmadan akan benliği ve çaresizliği.
Her akşam kocası eve geldiğinde illa bir bahane, kadının yaptığı bir şeyde kabahat bulur ve döverdi kızcağızı.
Üç çocukları olmuştu. Kız daha yirmilerine girmemişti, kendisi daha bir çocukken anne olmuştu. Çocukları onun için geceleri zorla yaşadığı anların birer parçalarıydı, onun için hepsi birer bir tramvaydı. Bunlara rağmen çocuklarını canı pahasına koruyup kolluyordu. Onların üzerine düşüyordu, saçlarının bir teline bile zarar gelmesin diye kendini harap ediyordu.
Çocuklar büyüdü, kız büyüdü, şiddetin dozu büyüdü. Kız artık kabullenmişti hayatını, onun için normal buydu zaten, başka bir şey görmemişti ki. Günlerden birinde tahmin edemeyeceği bir şey yaşanacaktı. Kocası eve yanında bir kadınla gelmişti, kıza “Bavulumu topla, senden de bu lanet veletlerden de usandım!” demişti. Kız şaşkınlıkla “Kemal senin ağzının ne dediğini bu kulakların duyar mı? Üç evladımız var Kemal, onlara ne olacak yapma etme hadi bana acımıyorsun bari o yavrucaklara acı.” dedi. Adamın umurunda olmadı, kadını iterek odaya girdi ve bavullarını toplamaya başladı. Kız bir yandan ağlıyor bir yandan yalvarıyordu gitmemesi için. Çok geçti adam o evden gideli çok olmuştu, sadece fiziki olarak ordaydı belki de orayı terk edeli aylar oluyordu.
Kadın artık duldu. Her şey daha zordu onun için. Dul üç çocuklu bir kadın. Mahallelinin gözünde farklı farklı kimlikleri vardı artık kadının, hepsi birbirinden farklı fakat hepsi aynı şeye hizmet ediyordu. Aşağılama ve hakaret. Onu hor gören gözlerin bakışların altında yaşamak zorunda bırakıldı kadın. Toplumda artık yeri yoktu kadının. Hoş eskiden de çok fazla bir yeri yoktu zaten. Elinde hiç olmayan bir şeyi kaybetmişti.
Torunu şok içinde büyükannesine baktı.
“Bunların hepsini yaşadın mı büyükanne?” dedi.
Kadın sessizce başını sallamakla yetindi.
“Soracak sorun var mı küçüğüm” dedi büyükanne.
“Sonra ne oldu büyükanne”
Kadın hafifçe güldü. Ama bu, buruk bir gülüştü. “Sonra… Susturuldum”
“Büyükanne…” dedi yavaşça. “Hiç sana defter veren çocuğu bir daha gördün mü?”
Yaşlı kadının gözleri derinleşti. Anılar, eski kitap sayfaları gibi sararmıştı ama silinmemişti. “Bir kez,” dedi. “Yıllar sonra.” Ayna yeniden titreşti. Bu kez, sokak değil, bir tren istasyonu belirdi. Gri bir sabah, vagonlardan inip binen insanlar, telaşlı ayak sesleri… Ve kalabalığın içinde, yaşlanmış ama tanıdık bir yüz. “Benim hikâyemi hâlâ hatırlıyor musun?” diye sormuştu adam. Kadın cevap verememişti. Çünkü kelimeler bazen geçmişin içinde sıkışır ve çıkacak bir yol bulamazdı. Adam elini cebine attı, eski, kırışmış bir kâğıt parçası çıkardı.
“Bunu hiçbir zaman tamamlayamadım,” dedi. Kadın kâğıdı aldı. Üzerinde eksik bir cümle vardı. Hikâye yarım kalmıştı.
“Ama belki bir gün tamamlanır,” dedi adam. Ve sonra tren hareket etti. Uzaklaştı gittikçe, kadının toplumdan uzaklaştığı, uzaklaştırıldığı gibi, kadının mutluluğundan uzaklaştırıldığı gibi.
Ayna son kez titreşti ve birden bugüne döndü. Torun, büyükanneye baktı.
“O cümleyi tamamlayabildin mi büyükanne?”
Yaşlı kadın hafifçe gülümsedi. “Maalesef. Ama sanırım sen tamamlayabilirsin.”
Torun, aynada kendi yansımasını gördü. Ama bu kez sadece kendini değil, arkasında duran bütün kadınları da gördü. Hikâyeleri yarım kalmış, sesleri boğulmuş, kelimeleri ellerinden alınmış bütün kadınları. Belki de, bu defa, hikâye tamamlanacaktı.
*Özel Antalya Toplum Koleji Anadolu Lisesi Liselerarası 1. Öykü Yarışması İkincisi