Dışarıda kar yağıyor, dışarıda ayaz. Ve pencerenin dibinden elleri ceplerinde bir adam geçiyor. Paltosuna sarılmış; sanki içinde kaybetmekten korktuğu şeyleri korur gibi geçiyor… Bu adam her gece bu pencerenin önünden geçiyor, her gece hüznün kıyısından. Soğuğunu sokaklarında büyütürken Ankara, yokuşunu tırmanıyor, sanki bir yere varacakmış da varamıyormuş gibi. Sanki içinde büyüttüğü tepeye tırmanıyormuş gibi. Düşe kalka… Dakikalar sonra gecekondu bir mahalleye giriyor ve çatısı dökük bir evin kapısına yürüyor… Evinin kapısına. Tek gözlü evindeki odun sobasını yakıyor; kâğıtlarla, sözcüklerle, kitaplarla dolu masasının üzerine bir kadeh şarap koyuyor, biraz kuru ekmek.
Bir adam her gece Ankara’ya sarılıp ülkenin hüznünü gömüyor içine, her sabah şiirine… Bir adam kederlenmiş nefesinin gölgesine koca bir şiir bırakıyor ve şöyle başlıyor kitaba:
‘’Saatin kaç olduğunu biliyor musun?
Ben anlayamıyorum gece mi, yoksa gündüz mü?
Üç gündür yağmur yağıyor bu evlerin,
Bu ağaçların, bu yolların üstüne.
Sular alıp götürüyor sanıyorum
Ellerimi, ayaklarımı, yorgun yüzümü…
Günlerdir dökülüyor her yanım.’’
Ahmet Erhan, kuşağının en hüzünlü şairi… Hüzün… Ellerimizin nasırı hüzün…
İşte böyle karlı ve soğuk bir gecede ansızın dizeleriyle düşüyor aklıma Ahmet Erhan. Elleri ceplerinde bir adam dolaşıyor şiirin sokaklarını. Vefatından sonra öksüz bıraktığı sokaklar ve Ankara hala onun hüznüyle büyüyor. Evet, bir şair bir şehri büyütüyor. Bir şair bir şehri sözleriyle, hisleriyle… Ne çok isterdim Çinçin’de veya Yüksel’de yürürken denk gelmeyi şaire. Şimdilerde bu yollarda bir başka şaire denk geliyoruz. Bir başka güzel insana… Şiirimizin Ahmet abisi; Ahmet Telli’ye. İşte bu yüzden bir şiiri bir kelebek gibi avucunda tutabiliyor Ankara. İncitmeden…
Döneminin politik karmaşası karşısında hüzün biriktiriyor Erhan, keder. Öldürülen onlarca genç, faili meçhuller, ellerinde fotoğraflarla Kızılay’da bekleyen anneler ve hüznünü gömdüğü cumartesileri. İşte tüm bu karmaşanın ortasında kafasını kaldırıp göğe bakıyor ve şöyle anlatıyor dizelerinde:
‘’Üç gündür gökyüzü kanıyor
Dönüp duruyor kentin üstünde ara vermeden
Nerden geldiğini bilmediğim bir helikopter
Her yanım yara bere içinde neden?
Arkadaşlarım şimdi nerdeler?
Bir yumruk iniyor sırtıma, neye uğradığımı bilmeden.’’
İşte böyle bir dönemde hem kendi kuşağına umut olmayı hem de kuşağının hüznünü omuzlamayı seçiyor. Bazen durup durup bunu düşünüyorum: Şair olmak yazmak mı? Veya yaşamak mı? Halkıyla yaşamak, derdiyle mutluluğuyla… Bugünlerde hele ki aydın kimliğinin yozlaştığı bu günlerde durup durup düşündüğüm şey bu. Evet, acı belki biraz eleştirel ama hüzün…
Hayat hikâyesine baktığımızda Adana Demirspor’da top koştururken yaşadığı talihsiz sakatlık (talihsiz dediğime bakmayın, anlatımda deyimdir o. Bazı kötü olaylar güzellikler de doğuruyor.) onu şiire itecek, Akdeniz’den Ankara’ya sürükleyecek.
‘’Masanın üstünde bir bardak, dolup dolup boşalıyor
Ve bir kalem yazıyor kendi kendine.’’
O kalem hep yazacak. Kendinden sonra bile yazdıklarıyla kalacak. Kaldı… Birçok okuru bilmez asıl adının Erhan Bozkurt olduğunu. Çok sevdiği babasının adını kullanır sanat hayatında ve sonraki yaşamında: Ahmet Erhan…
Dedim ya halkının hüznünü omuzlayıp büyür, büyütür. Sokakların ve barikat önlerinin insan kanıyla yıkandığı vahşi bir çağda şiir onun için soluktu.
Her ne kadar sol görüşüyle anılan bir şair olsa da şiirde insani etik ve estetik diliyle evrensel insan hassasiyetini beceriyor ve görüşün değil halkın şairi olabiliyor Erhan.
En çok da dostlarının vedası yaralıyor Erhan’ı. Tek tek veda edip gitmeleri.
‘’Sen de : – Bir arkadaşın öldü
Ben diyeyim : – Kardeşim !
Çiçekçi bana bir gül ver
Götürüp tabutuna iliştireyim.
…
Kapalı perdeleri açabilse gülüm
Kapalı kapıları kırabilse
Kapalı yüreklere girebilse…
Çiçekçi bana bir gül ver
– Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!’’
Hüzün Erhan için bir sığınak oldu kimi zaman, kimi zaman ise mahşer.
22 yaşında kazandığı ‘Behçet Necatigil Şiir Armağanı’ töreninde Ahmet Erhan’ın yanına biri yanaşarak:
‘’Evlat, ne çok bahsetmişsin daha gençsin oysa, kimden öğrendin ölümü?’’ der. İşte bu hüznün karşısında şaşıran ve Ahmet Erhan’a yanaşarak bu soruyu soran Edip Cansever’dir. Evet, ne acıdır ki ölümü öğretiyor yaşamak, ölümü insan…
Daha sonraları alkolle verdiği savaş, ardından amansız hastalığı ve kederini sırtlayıp bize veda edişi şiiri hem öksüz bıraktı hem de biz arkadaşlarını abisiz…
Bugünlerde omuzumdaki en büyük ağırlık Ahmet Erhan’ın bize bıraktığı hüzündür. Kıyısında değiliz, sırtımızda taşıyoruz. Ve Erhan’ın umduğu da olmadı.
‘’yeter ki hiç kimse ecelsiz ölmesin’’ diyordu bir dizesinde.
Herkes ölüyor ve ecelsiz, çabucak…
‘’O zaman ayırdılar beni bir kenara.
Ellerimi yukarı kaldırttılar
Kavuşturdum yukarda kollarımı;
Kaçırmamaya çalışır gibi bir kuşu,
Ya da düşürmemeye bir gülü…
Yaralı ülkemin özgürlüğünü…’
Sevgili Ahmet abi seninle ve senden sonra giden arkadaşlarımızın karanfillerini taşıdık ceplerimizde. Ağzımızda aynı dize, aynı kavga, aynı ümit dedik ki:
‘’Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.’’*
*Edip Cansever ( Mendilimde Kan Sesleri)