Hedef Kitle: Akademisyenler; entelektüeller; tiyatrocular; tiyatro, edebiyat ve felsefe bölümü öğrencileri.
Kişiler
Sokrates
Anytos
Meletos
Lykon
Platon
Genç Aristoteles
Birinci Yargıç
İkinci Yargıç
Üçüncü Yargıç
Sokrates’in Karısı
Fırat
Füsun
Atinalılar
Birinci Perde
Birinci Sahne
(Çalışma odası. İki koltuk, tam ortalarında sekiz ayaklı bir sehpa. Füsun oturuyor. Elinde kağıtlar var. Fırat ayakta.)
Fırat: (Seyircilere seslenir.) Bayanlar baylar, merdivenden kayanlar! Belki daha önce sadece kafiye olarak görmüşsünüzdür diye söylüyorum “merdivenden kayanlar”, “çocuklar” anlamına geliyor. Gerçi zannetmiyorum ki aranızda “Aptallar İçin Sokrates” adlı bir oyuna çocuğunu da alıp gelenler olsun. Ben Fırat. İzlemek için geldiğiniz oyunun yazarıyım. Yine bilginiz olsun diye söylüyorum, tiyatrocular, sahnede kimin kim olduğu anlaşılsın diye yazılan bu tür cümleleri pek gerekli buluyorlar. (Füsun’u işaret ederek) Bu da en yakın doslarımdan Füsun. Kendisi dramaturgdur. Tiyatroya gönderilen oyunları teknik olarak inceler ve kabulüne ya da reddine yönelik raporlar yazar. Bu kadar da değil. Aynı zamanda, halihazırda kabul edilmiş bir oyun sahneleneceği zaman, onu yeniden ele alır ve yönetmenin hedeflerine uygun değişiklikleri yapar. Bir başka deyişle eldeki metinden ona uygun bir başka metin çıkartır. Metnin ikinci yazarı olur. Kabaca böyle bir şey. Siz gelmeden önce “Aptallar İçin Sokrates” hakkında konuşuyorduk. İzin verirseniz, kaldığımız yerden devam edelim.
Fırat: (Koltuğuna oturur.) Nerede kalmıştık?
Füsun: En son “Amacım tiyatro oyunu olmayan bir sahne eseri yazmak” demiştin. Ama o eser tiyatrolarda sahnelensin istiyormuşsun.
Fırat: Tamam. Şimdi, Terry Eagleton’ın edebi türlerin eserlerin içeriğinden bağımsız olarak belirli ideolojilerin taşıyıcısı olduklarına ilişkin tespitini bilirsin. Tür-ideoloji ilişkisine dair tartışmalar genellikle roman-kapitalizm ilişkisi üzerinden yürütülür. Tiyatro, romandan çok daha eski bir tür. Bana sorarsan, hakikatin yerine sözün, kaderin yerine yasaların geçirildiği Aristocu, bireyi sonsuzca önemsizleştiren bir dünya görüşünün resmi türü.
Füsun: Aristocu tiyatro için doğru bu söylediklerin. Ama sen de biliyorsun ki Brecht bambaşka bir tiyatro önerdi.
Fırat: Brecht’in çabasını takdir ediyorum. Ama tiyatro bugün halen Aristocu bir çizgide. Bunun da ötesinde, türle ideoloji arasındaki o sıkı bağ sebebiyle Aristocu çizgide olmayan, hiç değilse bu çizgiden sapmayan bir eser, tiyatro sanatı bakımından başarısız kabul edilir. Brecht Aristocu çizgiden sapmıştır evet, ama sapma dediğin öyle bir şey ki, referansı yine Aristocu çizgi oluyor.
Füsun: Bu biraz kelime oyununa benzedi. Entelektüel laf kalabalığı gibi.
Fırat: Haklı olabilirsin. Ama önce tamamlamama izin ver. Türkçe “anlamak” fiilini bilirsin.
Füsun: Evet.
Fırat: Kelimenin aslı aşağı yukarı “kabul ettirmek” anlamına gelen “anglatmak”tır. Tiyatronun hoşlanmadığım tarafı, bir önyargıyı, inancı veya kanaati belletmeye hizmet eden yani okura ya da seyirciye bir şey anlatan bütün edebi türlerde var aslına bakarsan.
Füsun: Tiyatro anlatmaz, gösterir desem?
Fırat: “Anlatmak” kelimesini dar bir anlamda kullanmış olursun. Elbette muhatabını doğrudan bir görüşün doğru olduğuna ikna etmeye çalışan romancılar olduğu gibi, Dostoyevski gibi birçok görüşü bir araya getiren romancılar da var. Ama onlar bile Aristocu çizgiden en fazla sapmış olurlar zira eserleri üç aşağı beş yukarı aynı ölçütlerle inşa ederler: Aksiyon, çatışma, dramatik gerilim ve katharsis. Şöyle düşün: Oy kullanacaksın. Oy verebileceğin iki parti var. Biri iktidarda, öbürü muhalefette. Ama ikisi de aynı sistemin partileri. Eğer muhalif olduğun iktidar partisiyse, sistemi onaylar, muhalefet partisine oy verirsin. Ama muhalif olduğun ait oldukları sistemse, muhalefet partisi senin gözünde muhalif falan değildir.
Füsun: Yani?
Fırat: Demem o ki, İslami bankalar ne kadar İslami, sürdürülebilir gelişme ne kadar sürdürülebilir, barış için savaş ne kadar barış içinse muhalif tiyatro da o kadar muhaliftir. Oksimoron!
Füsun: “Muhalif tiyatro” mümkün değildir diyorsun. Tiyatro sahnesinden vermek istediğin mesaj, “Kahrolsun tiyatro!” mu yani? Komiksin yemin ederim.
Fırat: Neden ki?
Füsun: Üniversitede dişçilik fakültesine gidip “Neden nanoteknolojiyle kendisini temizleyen diş kaplaması yapmıyorsunuz?” diye soruşun geldi aklıma. Kafa aynı kafa… Tiyatro sahnesinden tiyatroya ateş edeceksin ha?
Fırat: (Kahkaha atar.) Evet, aynen öyle bir şey! Ben diyorum ki Aristo’yu karşına alarak bu işi becermek mümkün değil. En iyisi o yokmuş gibi davranmak! Kime karşı çıkmıştı o? Hocası Platon’a. Daha doğrusu Platon’un metinlerinde konuşan kişiye. Yani Sokrates’e. Ama yarattığı asıl kırılma tiyatroyla ilgili değil felsefeyle ilgiliydi bence. Platon’un pekala sahnelenebilir felsefe metinlerinin yerine tartışmaya dayanmayan, tek bir doğruyu dayatan, tek sesli felsefe metinlerini geçirdi. Platon’un dışarıda bıraktığıysa tiyatro değildi. Aksiyon, dramatik gerilim ve duygusal arınmaydı. Sokrates’in Savunması’nı düşün. Kim bilir kaç kez sahnelendi bugüne kadar. Aristocu ölçütlerle başarısız bir oyun. Ama tastamam bir sahne eseri. Üstelik sürükleyici.
Füsun: Şu halde bir oyun değil, Platon tarzında bir felsefe metni yazmak istediğin.
Fırat: Dar anlamıyla “oyun” değil, evet. Ama geniş anlamıyla bir “oyun”. En iyisi önce okuyalım metni, sonra konuşalım. Olur mu?
Füsun: Tamam. Okuyalım bakalım.
İkinci Sahne
(İç mekan. Anytos ile Meletos içki içiyorlar. Kadehler süslü, dört ayaklı bir sehpanın üzerinde duruyor.)
Meletos: Aslında Sokrates’i kafir gibi göstermek çok da zor olmayacak bence. Ne de olsa Aristophanes’in onu yerden yere vurduğu oyunu herkesçe biliniyor. Oyunda Sokrates havada gezinerek saçma sapan iddialar ortaya atıyor ya! Aristophanes bu oyunu yazarken aklında ne vardı bilemem. Ama Sokrates’in öğrencisi Platon bile sözlerim karşısında susmak zorunda kalacak.
Anytos: Bundan o kadar da emin olma. Şairlerin sözüne güvenilemeyeceğini söyleyen Platon değil mi? Elbette Aristophanes’in oyunundaki Sokrates’in gerçek Sokrates’i yansıtmadığını, Aristophanes’in Sokrates’i tanımadığını söyleyecektir.
Meletos: Bence hiç de öyle değil. Platon mahkemede söz almak bile istemeyecektir. Sokrates’in varlığı onun için iki bakımdan tehlike arz ediyor. Birincisi, hocası yaşadığı sürece onun gölgesinde kalacağını pek ala o da biliyor. Pek az insana nasip olmuş bir hayat yaşamış. Yetmiş yaşına gelmiş. Dünyaya kazık kakmış sanki. Ölmüyor, ölmek bilmiyor. Platon kocadı bile ama hala hocasının gölgesinden kurtulup onun tahtına oturabilmiş değil. İkincisi, Sokrates Platon’un hiç de haz etmediği geleneğin belki de son temsilcisi. Düşün bir… Sokakta hepimizi rezil etmekte beis görmeyen Sokrates sohbetlerinde acaba bu çok bilmiş öğrencisine neler söylüyordur. “Platon, ben sana kaç kere bilmişlik yapma demedim mi? Sen şöyle diyorsun ama şu şu şu sebeplerle böyle de olamaz mı? Ama tabii şu şu şu sebeplerle böyle değil öyle de olabilir. Neymiş, ne olduğunu bilmiyormuşuz. Bak ben hiç değilse bilmediğimi biliyorum. Sen onu bile bilmiyorsun. Demek ki ben senden daha bilgeyim. Çünkü bilmediğimi biliyorum. Sen hem bilmiyor hem de bilmediğini bilmiyorsun! Cahil!”
Anytos: Ha ha ha! Öyle ya! Hocası hiçbir şey bilmemekle övünüyor, öğrencisi maşallah her bir şey hakkında malumat sahibi…
Meletos: Aynen öyle! Sokrates yaşadığı sürece, öğrencisi rahat rahat bilmişlik yapamayacak. Elbette hocası yargılanırken müdahil olmak, onu kurtarmak isteyecek. Ama yapamaz. Babasını öldürmekten kaçan Oidipus gibi, babasını kendi elleriyle öldürecek. O ne doğrucu Davut’tur o… Bildiklerini söylese -ki konuşursa muhakkak öyle yapacaktır- sözlerinin Sokrates’in aleyhine kullanılabileceğini bilir. Şu halde içi yana yana susacak. Doğrucu Davutlar öyle yapar. Sadece doğrucu Davut olduğundan da değil. Aynı zamanda, Sokrates idam edilirse, yanından ayrılmadığı hocasının şöhretinden en çok faydalanacak kişi kendisi olacak. Bak şuraya yazıyorum. Sokrates ölsün, Platon derhal yazmaya başlar. Sokrates şöyle dedi, Sokrates böyle dedi.
Anytos: Doğru söylüyorsun. Hatta hocasının şöhretini ebedileştirecek ilk eserinin adı da muhtemelen “Dava” olur. Bir tiyatro oyunu…
Meletos: Yok yok, oyun değil. Gerçeklik duygusu daha güçlü bir şey… Duygulara değil akla hitap eden, lirik olmayan, içinde koronun, gerilimin, çatışmanın olmadığı, hitabete dayanan bir şey… Sokrates’in mahkemedeki konuşmaları mesela. Adını da “Maruzat” koyar.
Anytos- (Meletos’un sırtına vurarak) Aferin lan! Senden iyi şair olur!
Meletos: Sorun şu ki Sokrates hakkındaki suçlamaların her birini çürütecek sözler bulmayı başarır gibi geliyor bana.
Anytos: İlahi Meletos, “Bir şeyi kırk kere söylersen gerçek olur” sözünü duymadın mı hiç? Sen sadece onu itham edecek ilk kişi olacaksın. Sonrasını bana bırak. Lykon da bize katılacak. Sokrates pekala anlayacak bu işin arkasında benim olduğumu. Emin ol bizden bahsederken ne senin ne de Lykon’un adını anmayacak. Ama beni muhatap alamaz. Çünkü bir politikacıyı muhatap almakla dahil olmamak için ömrünü tükettiği politikaya karışmış olur. Dolayısıyla benim ithamlarımın bir kısmı her halükarda havada kalacak. Yok saydığın bir düşmanın hamleleri karşısında ne yapabilirsin ki?
Meletos: Nasıl yani? Sokrates’in asıl muhatabı ben mi olacağım?
Anytos: Tabii ki. Önce sözünün muteberliğini kendisininkiyle kıyaslamak için senin genç, kendisinin yaşlı oluşunu öne sürecektir. Sonra da “şair” kelimesini kullanmasa bile senin şair oluşunla ilgili bir şeyler söyleyeceğini tahmin ederim. Süslü sözlerin etkileyici olduğu ama önemli olanın sözün etkileyiciliği değil doğruluğu olduğu falan filan. Ama bu bizim işimize gelir çünkü bunları söylerken yargıçlara öğretmenlik taslamış olacak. Onlar da daha en baştan Sokrates’e gıcık olacaklar. Onları daha da gıcık edecek olan, konuşmasında onları da muhatap almayacak olması…
Meletos: Bak bunu hiç düşünmemiştim. Öyle ya, Sokrates neden yargıçları muhatap alsın ki? Onlar da cahil! Hem hiçbir şey bilmiyorlar hem de bir şey bilirmiş gibi karar veriyorlar, öyle değil mi?
Anytos: Tam da bu yüzden, kendisini devasa bir ikilem içinde bulacak. Kime hitaben konuşacak? Kimin karşısında savunma yapacak? Hakimler karşısında yapacak olursa, onların egemenliğini tanımış olur. “Hiçbir egemenliğe tabi olmayan” anlamına gelen sıfatı boşa çıkar. Tarih karşısında konuşması lazım. Tarih kim? Mecburen halka, Atinalılara hitap edecek. Sen onca yıl kitlelere hitap etme, mensubu olduğun sınıfın gereğini yerine getirip senatoya girme, ondan sonra da çıkıp “Atinalılar!” diye konuşmaya başla… Ne dersin? Kendini cahiller sürüsü nazarında mı aklayacak?
Meletos: E mecburen… (Sokrates’i taklit ederek) Ey Atinalılar! Ey cahiller! Bakın şimdi hiçbir şey bilmeyen Sokrates ne söyleyecek! Ben suçsuzum! Emin misin ey Sokrates? Suçsuz olduğunu biliyor musun? Eee, şeyyy… Şimdi düşündüm de, aslında bilmiyorum. Ama siz de suçlu olduğumu bilemezsiniz. Çünkü hakikat bir bilinmezliktir kendini açtığında bile! Ha ha ha ha!
Anytos: Bırak şimdi bunları. Şimdi, senin ithamların her biri zaten herkesçe malum şeyler olacak. Yani Sokrates senin şahsında aslında kendisi hakkındaki, neredeyse herkesin bildiği dedikodulara cevap vermek durumunda. İkna etme sanatı konusundaki ustalığıyla eğriyi doğru gibi gösterdiği, gençlere yanlış şeyler öğrettiği gibi. Bu dedikoduların doğru olmadığını söyleyecek. Ama bak şimdi… Doğru olmadığını nasıl ispatlayabilir?
Meletos: Bir dedikodunun doğru olmadığını nasıl ispatlarsın?
Anytos: Herkesin konuştuğu bir şeyin doğru mu yoksa yanlış mı olduğu ancak herkese sorulabilir. Halka hitaben, “Böyle bir şeye tanıklık edeniniz var mı?” diye sorarsın örneğin.
Meletos: İyi de bu bizim için pek de iyi olmaz. Ben kimsenin çıkıp da “Sokrates bize yanlış şeyler öğretti, evet” diyeceğini zannetmiyorum. Adamın “Şu şöyledir” dediği duyulmamıştır ki!
Anytos: Öyle ama dedikoduyu yalanlarken şahitliğini geçersiz saydığını ima ettiğin bir yığın insanın şahitliğine başvurduğunda ne duruma düşersin? “Bunlar yalancı ama ben onları şahit gösteriyorum.” Tam Sokrates’e göre bir aptallık! Bozacının şahidi şıracı deyip ondan sonra şıracının şahitliğine başvurmak…
Meletos: Sen var ya sen… Medusa’yı kendi yüzüne baktırırsın. Zeus aşkına korkulur senden.
Anytos: Daha bitmedi. Muhtemelen kendisini konuşmaya kaptırıp hakkındaki -ayıplanmasına rağmen- yasalar açısından suç teşkil etmeyen ithamlara da cevap vermeye kalkışacak. Çünkü bu son şansı… Bir daha asla cevap veremeyebilir.
Meletos: Elbette yargıçlar bu duruma da sinir olacaklar. Çünkü onların zamanını çalmış olacak. Mahkeme lan bu! Öyle çıkıp aklına geleni anlatabileceğin bir yer değil ki.
Anytos: Demek ki neymiş? Böyle adamları alaşağı etmek için yapılması gereken tek şey, sözlerini herkesin duymasını sağlamakmış. Mahkemeleri en çok bu yüzden seviyorum. İnsanlara kendilerini diledikleri gibi savunma hakkı ver ki, suçsuz bile olsalar kendilerini suçlu çıkartacak delilleri bizzat üretsinler.
Üçüncü Sahne
(İç mekan. Anytos ile Lykon içki içiyorlar. Kadehler süslü, dört ayaklı bir sehpanın üzerinde duruyor.)
Lykon- Meşhur hikayeyi biliyorsundur. Khairephon bir gün Delphoi’ye gitmiş, Sokrates’ten daha bilgin bir kimse olup olmadığını tanrıya sormuş. Pytholu tanrı sözcüsü de ondan daha bilgin bir
adam olmadığını söylemiş.
Anytos- Ha şu hikaye! Sokrates efendi de bunun üzerine yollara düşmüş kendinden daha bilgin birilerini bulmak için.
Lykon- Tam olarak öyle değil. Sokrates’in herkese anlattığı hikaye şöyle: Kendi kendine “Tanrılar yalan söylemez. Acaba ne demek istedi?” diye düşünmüş. Ne demek istediğini nasıl öğrenecek? Bulacak bir bilgin kişi, gidecek tanrıya, diyecek ki: “Ahan da bu kişi benden daha bilgili ama sen en bilge Sokrates’tir demişsin. Acep ne demek istedin?”
Anytos- Bu yüzden önüne gelenle sohbet edip onun bilgisini sınıyormuş da, meğer herkes çok cahilmiş ama kendini bilgin sanıyormuş da… Söz oyunlarıyla herkesi rezil edip ondan sonra da meseleyi ilahiyata bağlıyor. Devlet adamları cahil, zanaatçılar cahil, hatipler cahil, şairler cahil… Kim bilge? Cahil olduğunu bilen Sokrates. Laf ebesi! İş devlete millete hizmete gelince kaçacak delik ara, sonra da sorumluluk alanları cahil olmakla, hiçbir şey bilmemekle itham et! Kim idare edecek milleti? Devleti kim yönetecek? Cevap yok! Yok öyle yağmanın bolluğu Sokrates efendi! Beyefendi Zenon gibi, almış belagat ilmini eline, “Bu ok hedefe varmaz” diyor.
Lykon- O ne ki?
Anytos- Okun hedefe varması için yolun önce yarısını alması lazımmış. Sonra kalan yolun yarısını. Sonra kalan yolun yarısını. Hal böyle olunca okun önünde, ne kadar yol alırsa alsın bir önce aldığı kadar yol kalırmış. Nihayetinde hedefe varması mümkün olmazmış. Hangi mesafenin yarısı hiçtir ki?
Lykon- Oha! Doğru ama? Gayet mantıklı…
Anytos- Başlarım mantığına! Oku atıyorsun, hedefine varıyor. Ok söz oyunlarına bakmaz. Gider saplanır. Kafa karıştırmaktan başka bir şey değil. Ben olsam koyardım Zenon’u bir ağacın önüne. “Öyle mi?” derdim. “Okun hedefe varması mümkün değil mi? Sen dur bakalım şurada!” Geçerdim karşısına. Gererdim yayı… “Söyle bakalım. Ok hedefe varacak mı, varmayacak mı?” “Varmayacak” derse çat vurursun ağzının ortasından… Öyle delik testi gibi kalır.
Lykon- E adam belki de zaten senin dediğini demek için vermiştir bu örneği. Yani “Sözün dünyasında her saçmalık mümkündür” demek istemiş olamaz mı?
Anytos- O daha kötü ya… Söz kutsaldır. Yasaları neyle yapacağız? El kol hareketleriyle mi? Birisi suç işleyince de kaşımızı kaldırırız artık.
Lykon- Sevgili Anytos, her konuyu devlete bağlamayı başarmak konusundaki hünerin sahiden hayranlık verici. Ama bence artık meselemize dönelim. Ben bu işte senin yanındayım. Zira Sokrates denen herif herkesin önünde bana hakaret etti.
Anytos- Sana da mı çattı? Konu nedir?
Lykon- Efendim masanın ayakta durması için üç ayak yeterliymiş de, dördüncü ayak neyin nesiymiş. Dördüncü ayağı icat eden akıl, gerekli olmayanı gerekli gösteren, hakikatten kendi işine gelen gerçeklik devşiren bir akılmış. Dört ayaklı bir masayı daha pahalıya satmak, para karşılığı belagat ilmi öğretmekle aynı şeymiş. Bana resmen “sofistin marangoz versiyonu” dedi. Hatipim ulan ben, hatip! Herif bana marangoz deyip duruyor!
Anytos- Sevgili Lykon, yemin ederim komik adamsın.
Lykon- Niye ki?
Anytos- Herkese rezil olman için önce herkesin Sokrates’in neden bahsettiğini anlaması lazım gelir. Bu anlattıklarını ben bile anlamadım. Başkaları nasıl anlasın?
Lykon- Öyle deme. Dediklerini anlamasalar da karşısındaki tefe koyduğunu anlıyorlar. Bence sen halkın zekasını fazla küçümsüyorsun.
Anytos- Öyle olsun bakalım. Sen mahkemede neler söyleyeceksin, ondan bahset biraz.
Lykon- Basit… Sokrates tanrılara hakaret etti diyeceğim.
Anytos- Delil?
Lykon- Sevgili Anytos, tanrılara hakaret söz konusu olduğunda insanlar önce öfkelenir, sonra tepki verirler. Delilin varlığı, yokluğu her şey olup bittikten sonra, o da belki akıllara gelir. Üstelik Sokrates’in tanrılara hakaret ettiğini ilk söyleyecek kişi ben değilim ya!
Anytos- Ama yargıçları halkla aynı kefeye koymak bir hata olur bence.
Lykon- Yargıçlar mı? Sen Aristophanes’in Eşek Arıları’nı izlemedin galiba! Adalet adil değildir Anytos! Adalet hiçbir zaman adil değildir. Nihayetinde ihtiyaç duyduğumuz üç şey var. Senin politik gücün, benim param ve Meletos’un akıl çelici sözleri. Güç, para ve söz aynı amaca yöneldi mi, önlerinde hakikat bile duramaz.
Dördüncü Sahne
(İç mekan. Sokrates ile Platon içki içiyorlar. Kadehler sade, üç ayaklı bir sehpanın üzerinde duruyor.)
Sokrates- Dışarıda yağmur yağıyor, dışarıda yağmur yağmıyor.
Platon- Hangisi doğru?
Sokrates- Her ikisi de… Ama evlat, görünen o ki bunu her açıdan anlaman mümkün değil. Zira senin için dışarısı evinin önü, hadi yaşadığın şehir diyelim. Oysa şu anda bir yerlerde yağmur yağmakta, bir yerlerdeyse yağmamakta.
Platon- Üstat, konuyla ilgisiz olacak ama… Dedikoduları duymamış olamazsınız. Yani… Anytos’un sizi mahkemeye vereceği konuşuluyor.
Sokrates- Sen de dedin ya, dedikodu…
Platon- Fakat hakikat bu.
Sokrates- Hakikat bu olamaz zira Anytos bana zarar verecek bile olsa bunu birinci elden yapmaktansa bir maşa kullanmayı tercih eder. Beni mahkemeye vermez, verdirtir.
Platon- Ne fark eder ki? Sonuçta sizi sürgüne gönderecekler!
Sokrates- Şüphesiz yanılgı içindesin. Anytos da, maşaları da, yargıçlar da beni sürgüne gönderemeyeceklerini bilirler!
Platon- Ne demek istediğinizi anlayamıyorum. Biraz açıklar mısınız?
Sokrates- Sürgün nedir Platon? Bir insanı yurt bellediği yerden, dost bellediği kişilerden uzağa göndermek değil mi? Söyle bakalım, benim yurdum neresi?
Platon- Atina elbette ki.
Sokrates- Bir yanılgı daha… Benim sadık yarim kara topraktır evlat! Benim sadık yarim kara topraktır.
Platon- Ölüm kaderin emri!
Sokrates- İnsanın hakikatten gayrı yurdu yoktur. Atina bir şehir. Üzerine inşa edildiği topraklar ondan önce de vardı. Göğünden bulutlar geçiyordu. Halen geçiyor. Üstüne yağmurlar yağıyordu. Halen yağıyor. Bir gün Atina diye bir şehir olmayacak. Ama bu toprakların üzerinden bulutlar geçecek. Yağmurlar yağacak.
Platon- Aman! Neler söylüyorsunuz? Adı Atina olmasa da, Atina’nın bulunduğu yerde olmasa da, bir şehir olacaktır. İnsanlar burayı terk edebilirler, ama Atina’yı da beraberlerinde götüreceklerdir.
Sokrates- Peki, sana bir soru sorayım sevgili Platon. Diyelim ki bir deprem oldu, büyük bir dağ patladı, her yere ateş yağdı ve bütün Atinalılar öldü. Atina da katılaşan lavların altında kaldı. O zaman ne olacak? O zaman Atina kalır mı? Atlantis’in hikayesini biliyorsun. Şimdi nerede Atlantis?
Platon- Bizim gibi, bizden daha kalıcı olduğu için hep varolacak sandığımız medeniyetimizin de bir kaderi mi var?
Sokrates- Tam üstüne bastın. Ama içine doğduğumuz medeniyetin gücü tek tek insanların gücüne kıyasla öyle büyük, öyle devasa ki, biz onu -öyle demesek bile- bir tanrıymışçasına tanıyoruz. Söyle Platon, sen yurdun için ölümü göze almaz mısın?
Platon- Elbette alırım.
Sokrates- Peki neden?
Platon- Çünkü yurt kutsaldır.
Sokrates- Kutsal derken? Ben de kutsal mıyım mesela?
Platon- Siz değerlisiniz. Kutsal başka türlü bir şey.
Sokrates- Haklısın. Ben kutsal değilim çünkü senin gibi ölümlüyüm. Atina da ölümlü değil mi peki?
Platon- Ölümlü ama sizin gibi, benim gibi değil.
Sokrates- Çünkü bizden önce de vardı ve görünen o ki bizden sonra da var olacak, öyle mi?
Platon- Aşağı yukarı…
Sokrates- Demek bazı kaplumbağalar kutsaldır. Ben yetmişimdeyim ve kim bilir daha ne kadar yaşarım. Ortalama insan ömrü belli. Oysa öyle kaplumbağalar var ki yüzlerce yıl yaşıyorlar. Şimdi, o kaplumbağalar kutsal mı? Onlar için ölümü göze alır mıydın? Ya da ilerideki bin yıllık ağaç için?
Platon- Hayır, almazdım.
Sokrates- Öyleyse asıl sorumu sorabilirim şimdi: Asıl ölümsüz, asıl kutsal olan nedir sence?
Platon- Akhilleus olsa “şöhret” cevabını verirdi. Ama şöhret hem geçici hem de yanıltıcıdır. Doğru cevap “hakikat” olsa gerek.
Sokrates- Asıl kutsal olan hakikatse, geçici olduğu su götürmez olan bir şey için ölümü göze almak ne demektir?
Platon- Yurdum için ölmek, sevdiklerim için, ailem için, dostlarım için ölmek demektir.
Sokrates- Şu halde, kimi kimsesi olmayan, ailesini kaybetmiş bir kişinin için yurdu için ölmesi ahlaken gerekli değildir. Öyle mi?
Platon- Hayır, öyle demek istemedim. Tabii ki gereklidir. Onun da dostları vardır.
Sokrates- Dost kimdir Platon? Tanışlar mı, ahbaplar mı, sempozyumda içip söyleştiğin kişiler mi?
Platon- Elbette değil. İnsana ancak hakikate bağlanmış bir kişi dost olabilir.
Sokrates- Şu halde sana bir yurttaşın kadar bir yabancı da dost olabilir, öyle mi?
Platon- Doğru.
Sokrates- Peki yurdun için bir yabancıyı öldürmeyi düşünür müsün?
Platon- Neden sordunuz?
Sokrates- Çünkü öldüreceğin yabancının hakikate bağlanmış bir kişi olup olmadığını bilemezsin.
Platon- Bir yanlışlık var üstat. Eğer o kişi karşıma kendi barbar kavmi için öldürmeyi göze alarak çıkmışsa, hakikate değil batıla bağlı demektir.
Sokrates- Haklısın. Hem de çok… Peki seni ondan ayıran ne?
Platon- Ben barbar bir kavmin mensubu değilim. Bizim bir medeniyetimiz, yasalarımız var.
Sokrates- Şimdi en başa dönmenin vaktidir. Beni “dost” olarak görüyor musun?
Platon- Bu da soru mu üstat? Siz, dostların en güzelisiniz.
Sokrates- Anytos ki Atina’nın en yetkili, en güçlü adamlarından biridir, beni mahkemeye verecekmiş öyle mi?
Platon- Ne yazık ki…
Sokrates- Sonuçta beni sürgüne gönderecekler…
Platon- Bu neredeyse kaçınılmaz.
Sokrates- Sence bu cezayı hak ediyor muyum?
Platon- Tabii ki hayır üstat!
Sokrates- Ben cezalandırılmayı hak etmiyorsam -ki bundan pek emin görünüyorsun ve buna rağmen cezalandırılacaksam -ki bundan da pek emin görünüyorsun, şu halde biz sahiden de medeni miyiz?
Platon- Atina Anytos değildir üstadım! Anytos bizi temsil etmiyor.
Sokrates- Eğer bir politikacı bizi temsil etmiyorsa, kim ediyor?
Platon- Siz ediyorsunuz.
Sokrates- Söylediğin doğruysa, Anytos’un çabaları boşa çıkacaktır. Zira benimle ilgili iddialarını destekleyecek kimseyi bulması mümkün değil. Sorarım sana. Sence iddiaları neler olacak?
Platon- Muhtemelen tanrılara saygısızlık ettiğiniz, gençlere yanlış şeyler öğrettiğiniz gibi şeyler.
Sokrates- Ben de öyle zannederim. Peki Atina’da onunla aynı fikirde olacak kaç kişi bulunur?
Platon- Çok.
Sokrates- Bu durumda Atina’yı ben mi temsil ediyorum yoksa Anytos mu?
(Sahne birden kararır.)
Beşinci Sahne
(İç mekan. Sokrates ayakta. Sahnenin ortasında sade, üç ayaklı sehpa.)
Sokrates- Sayın yargıçlar! Yasaları bilmek, hakikati bilmek anlamına gelseydi eğer, karılarınızın arkanızdan çevirdiği işlerden haberdar olurdunuz. Hakikate en yakın olan, yanılgıya en uzak olan değil midir? Siz ki aldatıldınız. Karılarınız sizi aldattı, vakti zamanında dost bildikleriniz sizi aldattı, doğru kararlar almakla abad olacağınızı söyleyenler sizi aldattı, siz hep aldandınız! En iyi niyetli olanlarınız bile aldanmakla malül değil mi?
Sokrates- Hayır hayır… Bu iş böyle olmayacak. Sözlerimin muhatabı yargıçlar olamaz. Ne karar verecekleri belli. Sonuç önünde sonunda benim aleyhime olacak. O halde neden onlara hitap ederek hiçbir zaman sahip olmadıkları ve olamayacakları adaleti onlardan dileneyim ki?
Sokrates- Ey Anytos! Sen ki bugüne kadar sahip olduğun yetkileri malını mülkünü artırmak için kullandın! Politikaya girmeden önce de zengindin evet, ama ne şimdiki kadar büyük bir malikanen ne de bir kabile kalabalığınca kölen vardı. Sofistlerden belagat öğrenen oğullarının serveti dillere destan! Sana inanan ve senden hizmet bekleyen Atinalılara ihanet ettin! Burada yargılanan asıl sen olmalıydın! Zeus kartal, sen de kuğu olasın dilerim!
(Karısı içeri girer. Elindeki kadehi Sokrates’in yanıbaşında duran ilkel, üç ayaklı sehpanın üzerine koyar.)
Sokrates’in karısı- Ah Sokrates, yalvarırım sana bir kez olsun sakin ol. Biraz alttan al. Kimselere kötü söz söyleme.
Sokrates- Kime kötü söz söylemişim ben kadın?
Sokrates’in karısı- Öyle demek istemedim. Ne olur yani sadece özür dilesen, pişmanım desen?
Sokrates- Neden pişman olacağım? Söylediklerinizi yapmadım ama onları çarpıtarak bana iftira ettiğiniz için çok pişmanım! Böyle mi diyeyim? Hem sen ne zannediyorsun? Suçlamaları kabul etsem beni serbest mi bırakacaklar?
Sokrates’in karısı- Hiç değilse hayatına kast etmezler. Sürgünse sürgün… Beraber gideriz. Yaşımız kemale erdi artık. Kalan ömrümüzü kavgasız, gürültüsüz, sakin bir yerde geçiririz. Sen balık tutarsın, ben pişiririm. Ne dersin ha, ne dersin?
Sokrates- Zeus aşkına çık kadın! Beni yalnız bırak. İşim gücüm var.
Sokrates’in karısı- Öldürecekler seni! Anlamıyor musun? Haksız yere hem de!
Sokrates- (Muzip muzip gülümseyerek) İyi ya! Haklı yere öldürseler daha mı iyiydi? Ha ha ha!
Sokrates’in karısı- İyi iyi! Senle laf yarışına girilmez. Sen her şeyin en doğrusunu bilirsin zaten!
(Sokrates’in karısı odadan çıkar.)
Sokrates- (Karısının arkasından bağırır.) Ben hiçbir şey bilmem kadın! Ben hiçbir şey bilmem! (Kısık sesle hayıflanarak) Evlenin evlenin! İyi bir karı bulursanız mutlu olursunuz, bulamazsanız filozof olursunuz.
Altıncı Sahne
(Pazar yeri. Platon ile Genç Aristoteles pazarda dolaşırken sohbet ediyorlar.)
Platon- Sokrates kendini hala barbarlık çağında zannediyor. Ona sorarsan kader sadece tek bir kader tanrısının yasalarıyla ilgili. Öleceksin deseler, herkes ölecek diyor. Ölüm kaderde var. Bir türlü anlayamadığı, bizden öncekilerin kurduğu düzenin de bizim için kader olduğu. Sen Atinalısın be adam! Atina senin kaderin. Bu toplum, bu düzen, bu yasalar senin kaderin! Bunları söyleyince cevap hazır: “Sevgili Platon. İstesen başka bir yere, başka yasaların geçerli olduğu bir yere gidemez miydin? Giderdin. Öyleyse yasalar kader değildir. Hem yasalara kader dersek, onları yapanları tanrı yerine koymuş olmaz mıyız?” Zeus aşkına, bu adam beni çıldırtacak. Kimin ne dediği umrunda değil.
Genç Aristoteles- Haklısınız üstat. Ama bir de şöyle düşünün: Sokrates üstat belki kendine yöneltilen suçlamaların hiçbirini hak etmiyor. Yine de onu yargılayacak olan düzenin tekerine çomak soktuğu inkar edilemez.
Platon- Hem de nasıl. Ona göre hakikat dışında hiçbir şeyin hükmü yok, olamaz, olmamalı…
Genç Aristoteles- Bununla birlikte, bir arada huzur içinde yaşayabilmek için bizzat kendi elimizle inşa ettiğimiz bu düzene muhtacız. Atinalılar Atina’da birbirlerini boğazlamadan ve dışarıdan gelen yabancılarca boğazlanmadan yaşayabiliyorlarsa, “yalan” da olsa bu düzen sayesinde.
Platon- İdeal olmasa da, evet.
Genç Aristoteles- Önemli olan ideal olması da değil bence. Önemli olan işe yaraması. Söz gelimi, bir dersinizde insanın duygularını coşturduğu için müziğin toplum için zararlı olduğunu söylemiştiniz. Oysa müzik, insanın duygularını coşturduğu gibi, onu dinginleştirebilir de… Müzik sadece bir araç. Ne iyi ne de kötü. İyi ya da kötü olan bu aracın kullanılış şekli bence.
Platon- İyi de bütün bunların konumuzla ilgisi ne?
Genç Aristoteles- Sokrates ustaya saygım sonsuz. Sevgim de öyle. Ama ben onun cezalandırılmasının toplum için hayırlara vesile olacağı kanaatindeyim.
Platon- Ne gibi hayırlara?
Genç Aristoteles- Olup bitenleri sahiden olup biten şeyler olarak değil de, Sophokles’in bir tragedyası gibi düşünelim. Sokrates de kaderine karşı çıkan bir kahraman olsun. Oyunun sonunda kaderine karşı çıkmasının bedelini ödediğinde bu herkes için bir ibret, toplum için de her daim anlatılabilecek faydalı bir kıssa olmaz mı? Yani diyorum ki, onu ne kadar seversek sevelim… Kaderine karşı gelen Sokrates’i cezalandırmamak, onun kadar bilge olmayan ve kaderine karşı gelmesi herkes için tehlike arz edecek kişileri yüreklendirmek olmaz mı?
Platon- Ne yani? İbret-i alem olsun diye yaşayanların en bilgesini mi cezalandıralım? Devletin bekası için tanrıları mı karşımıza alalım? Sofokles’ten dem vuruyorsun ama Antigone’yi izlememiş, Kreon’un başına gelenleri bilmezmiş gibi konuşuyorsun sevgili Aristoteles.
Genç Aristoteles- Ben sadece sizin asla taviz vermeyeceğiniz doğrulara ancak onlardan taviz vererek erişilebileceği kanaatindeyim. Sizce savaş kötü bir şey değil mi örneğin?
Platon- Herakleitos’un dediği gibi, savaş yegane hakikattir aslında.
Genç Aristoteles- Benim demek istediğim başka bir şey. Diyelim ki Persler kendi yurtlarında sakin sakin yaşıyorlar. Onlara saldırmalı mıyız?
Platon- Elbette ki hayır.
Genç Aristoteles- Ama Persler barbar, bizse medeniyiz. Medeni olan bizsek, onları medenileştirmek de bizim sorumluluğumuz değil mi? Nasıl ki Atinalıların terbiyesi bizim sorumluluğumudaysa, barbarların terbiyesi de Atina’nın sorumluluğunda bence.
Platon- Yani?
Genç Aristoteles- Persler kendi kendilerine medeniyetimizi benimsemeyeceklerine göre, onları terbiye etmek için önce onları kendimize tabi kılmamız gerekmez mi? Şu halde onlara saldırmamız ve onları egemenliğimiz altına almamız ahlaken doğru değil midir?
Platon- Öyle olsun bakalım. Devam et.
Genç Aristoteles- Diyorum ki Sokrates gibi erdemli bir insanın cezalandırılması doğru olmasa bile ahlaken uygundur. Çünkü onun hepimizden çok daha medeni olan varlığı, o safhaya varmamış medeniyetimiz için tehlike arz eder. Sokrates bize varmak istediğimiz hedefin yönünü gösteren parlak bir yıldız… Ama öyle parlak ki, ona bakalım derken gözlerimiz kamaşıyor, önümüzü göremez hale geliyor, tökezliyoruz. Demokrasiye giden yol tiranlıktan geçmiyor mu?
Platon- Sevgili Aristoteles, sen öğrencilerine fetih hayalleri mi öğreteceksin? Resmen Sokrates’i öldürelim diyorsun. Atina’nın düşmanı hırsız politikacılar, yalancı şairler, dolandırıcı zanaatkarlar değil, Sokrates! Öyle mi?
Genç Aristoteles- Üstadım herhalde yanlış ifade ettim kendimi. Sokrates üstat elbette ki düşman değil. Dost, dostların en güzeli… Ama Akhilleus’un şöhret hırsı, Agamemnon’un kibiri ve Odysseus’un kurnazlığı olmasaydı, Atina bugünkü Atina olabilir miydi? Ben diyorum ki her şerde bir hayır vardır.
Platon- Kendini bil, oğlum. Kendini bil…
(Platon çıkar.)
Genç Aristoteles- (Mırıldanarak) Ben kendimi biliyorum üstat. Ama Sokrates haddini bilmiyor. Herkes haddini bilecek.
İkinci Perde
Birinci Sahne
(İç mekan. Yargıçlar bir masanın etrafında oturmuşlar.)
Birinci Yargıç- (Sokrates’i taklit ederek) Siz yalnızca benim doğru söyleyip söylemediğime bakın, asıl buna önem verin. Zaten yargıcın asıl üstünlüğü buradadır; nasıl ki konuşmacınınki de doğruyu söylemektir.”
İkinci Yargıç- Üstünlüğümüzü kabul etti sonunda. Kuzu kuzu… Ha ha ha ha!
Birinci Yargıç- Öyle mi düşünüyorsun? Bana sorarsan resmen alay etti bizimle. Konuşmasına “Atinalılar” diyerek başlamasına ne diyeceksin?
İkinci Yargıç- Adam sen de! Defalarca “Sayın yargıçlar” da dedi. Sokrates tam yetmiş yaşında. Üstelik bilgisi de herkesçe malum. Bırak da birazcık ukalalık yapsın.
Birinci Yargıç- Yapsın, yapsın ama mahkemenin de bir itibarı var. Çarşıda konuşur gibi konuşulmaz ki!
Üçüncü Yargıç- Sizce Delphoi tanrısı sahiden de onun yaşayan en bilge insan olduğunu söylemiş midir? Öyleyse, onu cezalandırmakla tanrının gazabını üzerimize çekmiş olmaz mıyız?
Birinci Yargıç- Yanılma! Bunu söyleyen tanrı değil, Pytholu tanrı sözcüsü bir kere. Kime söylemiş? Khairephon’a… Khairephon hayatta mı? Değil. Şahit kim? Onun kardeşi… Kulaktan kulağa… Kardeşi demiş ki Khairephon Pyhtolu tanrı sözcüsünden Delphoi tanrısının Sokrates’in en bilge kişi olduğunu söylediğini duymuş.
Üçüncü Yargıç- Ama bu senin benim sözüme benzemez. Tanrı kelamı… Aktaran sözcüsü. Doğrudan tanrı kelamına muhatap olmuş bir kişinin o sözü yanlış aktarmaya cesaret edemeyeceğini varsayabiliriz.
Birinci Yargıç- Şaka ediyor olmalısın! İnsanlar tanrılardan o kadar korksalardı Lycean Zeus’a oğlunun etini yedirmeye cüret edemezdi herhalde. Sisyphos’u, Kassandra’yı ve diğerlerini düşün bir.
Üçüncü Yargıç- Ama sonları belli.
Birinci Yargıç- Khairephon’un Hades’in krallığında ne durumda olduğu hakkındaysa en ufak bir fikrimiz yok.
İkinci Yargıç- Dikkatinizi çekerim, Sokrates tanrıya hizmet ettiğini söylüyor. Üstelik bu uğurda yoksul kaldığını da söylüyor ki bu hem gerçek hem de yalandır. Yalandır çünkü Sokrates fakir bir kişi değildir. Doğrudur çünkü zamanla eskisine kıyasla fakirleşmiştir. Ama fakirleşmesi dediği gibi tanrı uğrunda mıdır? Asıl bunu tartışmak gerek bence.
Birinci Yargıç- Güzel. Bunu tartışalım. Sokrates Meletos’un iddialarını cevaplarken ne dedi? Atinalılar gençleri doğru ve güzel eğitiyorlar da ben tek başıma mı onları doğru yoldan çıkartıyorum? Bu sözlere göre bir kişinin insanları yanlışa sürüklemesi mümkün değildir. Oysa aynı Sokrates yöneticilerin, şairlerin ve zanaatçilerin cehaletini teşhir etmekle tanrıya hizmet ettiğini de iddia ediyor. Bir kişi gençleri yanlış bir yola sürükleyemezse, onları doğru yola da çekemez demektir. Dolayısıyla Sokrates kendisiyle çelişiyor. İşine gelince tevazuya sığınıyor, işine gelince kibir abidesi kesiliyor. Üstelik tanrıya hizmet etmek isteyen tapınağa kapanır benim bildiğim!
İkinci Yargıç- Medusa gibi mi örneğin? Poseidon’un Athena’nın tapınağında tecavüz ettiği, Athena’nın lanetleyip terk ettiği, yüzüne bakan herkesi taşa çeviren Medusa… Bana sorarsanız Sokrates’in hizmet ettiğini söylediği tanrı Delphoi tanrısı değil. Zeus, Apollon ya da Athena da değil. O, bu tanrıların hepsinin üstünde, kusursuz, ideal, insanların işlerine karışmayan bir tanrıdan bahsediyor.
Birinci Yargıç- Sadece bu sözlerin bile onun tanrılara hakaret ettiğinin bir delili bence. Hiçbir tanrıya inanmadığı iddiasını reddetti, evet. Ama hangi tanrıya veya tanrılara inandığını söyledi mi?
İkinci Yargıç- Hayır, söylemedi.
Birinci Yargıç- Şu halde Sokrates’in bir tanrısı varsa bile, o tanrının bizim tanrılarından biri olmayabileceğini varsayabiliriz. Teorik olarak bu mümkün. Öyle değil mi?
Üçüncü Yargıç- Bence mümkün.
Birinci Yargıç- Tanrılardan bahsederken durmadan “Onlara inanmadığımı söylüyorsun ama şunları şunları da söylüyorsun. Sözlerin birbiriyle çelişip duruyor” dedi. Ama asla “Tanrılara inanıyorum” demedi farkındaysanız. Söylediği, Meletos’un iddialarının çelişkili olduğundan ibaretti.
İkinci yargıç- Tanrılara hakaret etmekle, hatta tanrılara inanmamakla “Tanrılara inanıyorum” cümlesini kurmamış olmak aynı şey midir? Böyle bir suç yasalarda bulunmuyor üstat. Kusura bakma. Bir sözü söylememe suçu ne vakit icat edildi? Şu halde hangimiz suçsuzuz? Dilsizlerin hepsi kafir mi? Konuşma boyunca bir kez olsun Zeus’un adını ağzına almadın. Bu, Zeus’a hakaret ettiğin ya da ona inanmadığın anlamına mı geliyor?
Birinci Yargıç- (Öfkeyle) Zeus aşkına! Sen neler diyorsun? Benim imanımı herkes bilir! Bütün ömrümü tanrılara hizmet etmekle geçirdim ben!
İkinci Yargıç- Bir tapınağa kapanmadan hem de…
İkinci Sahne
(Mahkeme salonu.)
Sokrates- Beni aklamaya çalışan dostlarım! Hazır yargıçlar meşgulken, idamıma hükmedilmeden önce sizlere söylemek istediğim bazı şeyler var. Zamanımız az. Dinleyin! Ey hakikatten kaçmayan gerçek yargıçlarım! Bugüne dek en basit, en gündelik işlerde bile, kötü ya da yanlış bir şey yapmak konusunda beni engelleyen sesiyle hareket ettim vicdanımın. O ses, ilahi bir sesti. Gelin görün ki bugün belki de kötülüklerin en kötüsü benim başıma geldi. O ses bu sabah evden çıkarken ya da mahkemede söylediğim sözler ağzımdan dökülürken beni durdurmadı. Başka zamanlarda beni engellediği, susturduğu çok olmuştur. Ama bugün sanki burada değilmişçesine hiçbir işime karışmadı.
Bu suskunluk ne anlama geliyor? Eminim bazılarınız bu sözlerim karşısında o ilahi sesin sahibinin beni terk ettiğini düşündü. Ama sorarım size, hangi baba oğlunu, hangi ilahi varlık kulunu terk eder? Aslında yanıt pek basit. O ses bugün bana hiç müdahale etmedi çünkü başıma gelen şey aslında kötü değil iyidir. Ölümün kötü bir şey olduğuna inananlar büyük bir yanılgı içindeler. Eğer kötü bir şey olsaydı, o ilahi ses beni her zaman olduğu gibi durdururdu.
Ölüm iyi bir şeydir. Ya bir hiçlik, büsbütün bir bilinçsizlik hali ya da ruhun bu dünyayı terk ederek başka bir dünyaya geçmesi… Eğer birincisiyse, bir tür bilinçsizlik, deliksiz ve rüyasız bir uykuysa, kusursuz bir varoluş şeklidir ölüm. İnsanın rüya görmeden uyuduğu, sonsuzluğa benzeyen bir gece kadar güzel ne olabilir? Eğer ikincisiyse, yani ölüm başka bir dünyadaki yaşamın başlangıcıysa… Orada beni bu dünyada olduğu gibi kendini doğruymuş gibi gösterenler değil Minos gibi, Rhadamanthes gibi, Aeakos gibi sahiden doğruluğu temsil eden gerçek yargıçlar bekliyor olacak. Sadece onlar mı? Doğru yaşamış olan yarı tanrılar da orada olacak. Orpheus’la, Musatos’la, Hesiodos’la, Homeros’la kavuşacağım. Ne büyük onur! Bu onur için bir değil bin kez ölünür. Hele Palamedos gibi, Telmonoğlu Aias gibi haksız bir ceza yüzünden ölen eski kahramanlarla buluşmak, onlarla aynı sofrayı paylaşmak ne muhteşem bir şeydir!
İnanın bana kendi sonumu onların sonuyla karşılaştırabilmek bile benim için büyük mutluluk. Bütün bunlar bir yana, öbür dünyada bilge bir kişi arayışıma şimdikine kıyasla çok daha iyi koşullarda devam edebileceğim. Yargıçlarım! Düşünün bir! Büyük Troya seferinin önderi Odysseus’u,
Sisyphos’u, böyle kişileri sınamak ne büyük bir zevk olacak benim için. Üstelik öbür dünyada bunu yaptığım için ölüm cezasına çarptırılmam da mümkün değil. Orası ancak ve ancak doğruyu söyleyenlerin ölümsüzleştikleri bir yerdir.
O halde yargıçlarım! Benim gibi siz de ölümden korkmayın. Emin olun, iyi bir insanın başına ne yaşarken ne de öldükten sonra kötülük gelir. Tanrı iyi insanları daima korur. Zannetmeyin ki başıma gelenler bir tesadüftür. Ölüm beni bütün acılardan kurtararak özgürleştirecek ilahi bir armağandır. İçimdeki sesin bugün hiçbir şeye karışmayışı bundandır. Bu yüzden, beni cezalandıranlara da beni suçlayanlara kızgın değilim. Belki amaçları bana iyilik etmek değildir ama iyilik ettiler. Onları sadece bana bile isteye kötülük etmek istedikleri için kınayabilirim.
Sizden bir dileğim daha var. Çocuklarım büyüdüğünde, erdem yerine paraya, şöhrete ya da benzeri şeylere bağlanırlarsa, ben sizinle nasıl uğraştıysam siz de onlarla öyle uğraşın. Kınayın onları, cezalandırın. Kendilerini olduklarından başka göstermeye çalışır, önem vermeleri gereken şeylere önem vermez, kibre kapılırlarsa, ben sizi nasıl azarladıysam siz de onları öyle azarlayın. Bunu yaparsanız doğru davranmış olursunuz.
Artık ayrılık zamanı… Herkes kendi yoluna! Ben ölmeye, siz yaşamaya… Hangisi daha iyi? Bunu
sadece tanrı bilir.
Üçüncü Sahne
(Sokrates’in hücresi. Kapı açılır, içeri Anytos girer.)
Sokrates- Oooo, Anytos beyefendi teşrif etmişler. Hayırdır? Zaferini taçlandırmaya mı geldin?
Anytos- Yapma Sokrates. Böyle olmasını istemediğimi sen de biliyorsun.
Sokrates- Ya nasıl olmasını istiyordun?
Anytos- Seni sevdiğimi, saydığımı inkar edebilir misin? Öyle olmasa yıllarca senatoya katılman için dil döken ben olur muydum? Her zaman Atinaya senden iyi hizmet edecek kimse bulunmadığını söyleyen ben değil miyim?
Sokrates- Evet ve hayır. Çünkü Meletos’u beni dava etmesi için yüreklendiren de senden başkası olamaz. Çıkarlarının kölesi olmuş bir şair, ancak bir efendinin buyruğuyla böyle bir işe kalkışabilir. Lykon’dan efendi olamayacağına göre, geriye bir tek sen kalıyorsun.
Anytos- Başka çare bırakmadın ki… Susmadın. Yalvardım susmadın. Yakardım susmadın. Uyardım, tehdit ettim, yine susmadın!
Sokrates- Sözlerimde yalan mı var?
Anytos- Sözlerin doğru. Doğruluklarına hayatımla kefil olurum. Tevazuyla perdelediğin büyük kibrine rağmen diyebilirim ki en erdemlimiz de en bilgemiz de sensin. Yaşamanı, geleceğimiz olan gençlerin önünde senin gibi bir örneğin canlı kanlı bulunmasını istemez miyim? Ben ne zaman senden yalan söylemeni istedim ki? Sadece birkaç konuda konuşmamanı istedim.
Sokrates- Birkaç konu? O birkaç konu dediğin en önemlileriydi.
Anytos- Söyle o halde. Mahkemede neden hiç bizden, tartışmalarımızdan bahsetmedin? Neden ikimizin de bildiği asıl suçlarını savunmadın?
Sokrates- Hem onları suç olarak görmediğim hem de onlarla suçlanmadığım için…
Anytos- Parayla ders vermekle de suçlanmadın ama bu konuda pekala savundun kendini.
Sokrates- Yani?
Anytos- Yani pekala biliyorsun asıl niyetimi. İstesem mahkemede söz alır, seni yalnızca yasalar değil aynı zamanda tarih karşısında da suçlu çıkartacak ithamlarda bulunabilirdim. Doğruları söylediğin için seni cezalandırmayacak tanrının tanrılarımızdan hangisi olduğunu sorabilirdim sana. Zeus mu diyecektin? Zeus ki bir kadına tecavüz etmek için kartal kılığına bile girer! Kassandra’ya kahinlik yeteneği vermek için onunla yatmasını şart koşan Apollon’un adını mı verecektin? Yoksa Poseidon’un tecavüzüne uğramak dışında hiçbir suçu olmayan Medusa’yı lanetleyen Athena’nınkini mi?
Sokrates- Dikkatli ol Anytos, tanrılara hakaret ediyorsun.
Anytos- Tıpkı senin gibi… Ama bunu Agora’da, herkesin ortasında yapmıyorum Sokrates. Senin gibi söyleyeyim: Konuşman akıllıcaydı. Konuşman aptalcaydı.
Sokrates- Hangisi?
Anytos- Her ikisi de… Akıllıcaydı çünkü ismin daima doğruyu söyleyenler arasında anılacak. Eline kılıç almadan bir Akhilleus oldun. Bir kenti yakıp yıkmadan bir Odysseus. Aptalcaydı çünkü suçlamaların hiçbirine gerçekten cevap vermedin. Tek yaptığın suçlamaların retorik bakımdan tutarsız olduklarını göstermekti. Elbette, ikimiz de sözün çelişkisiz olamayacağını biliyoruz. Zenon’a senin kadar ben de hayranım.
Sokrates- Bitti mi?
Anytos- Hayır bitmedi. İyi insanların başına kötülük gelmesine izin vermeyen bir tanrıya inanıyorsun. Öyle bir tanrı ki bu, her tür kusurdan nezih, mükemmel! İsmini anmayışın da bu sebeple değil mi?
(Bakışırlar.)
Anytos- Hakikat! Hep kafayı taktığın hakikat! Asla kavrayamayacağımız, kavranması mümkün olmayan, hakkında hep cahil olduğumuz, cahil kalacağımız hakikat!
Sokrates- Nihayet kabul ediyorsun…
Anytos- Peki sorarım sana! Sen cehaletinin farkındasın. Bu yüzden de yıllarca peşinde süründürdün beni. Cahil olduğun için politikaya girmiyorsun. Ben de cahilim. Eyvallah! Ben de politika yapmayayım. Geri kalan herkes cahil. Kimse politika yapmasın! Kimse yargıç olmasın. Nasıl olsun ki? Hakikati nereden bilecekler? Mahkeme yapılacak. Ya iyi konuşan ya da arkası güçlü olan kazanacak. Mahkemeler olmasın! Devlet de olmasın! Peki söyle, komşunun komşuyu boğazlamasını kim engelleyecek? Zannetme ki seni ölüme götüren cehaletimizi yüzümüze vurman! Politikacıların yetkilerini kullanarak zenginleştiğini söyledin diye kimse senden nefret etmez. Bu gerçeği dünya alem biliyor, konuşuyor. Senin hakkında bin türlü dedikodu yapan cahiller, benim hakkımda dedikodu yapmayacak! Buna inanıyor musun? Seni ölüme götüren, sevgili dostum, bir arada yaşamamızı mümkün kılan yalanlara saldırmış olman. Yabancıların Atina’yı yakıp yıkmaları önündeki tek engel, emin ol o yalanlardır!
Sokrates- Kısır bir döngüden başka bir şey değil bu. Herkes doğru yaşarsa bu dediklerin olmaz.
Anytos- Hakikat Sokrates… Hakikat o ki hiçbir tarihte ve hiçbir coğrafyada herkes doğru yaşamadı, yaşamıyor, yaşamayacak. İşte bu yüzden haklısın Sokrates. İşte bu yüzden haksızsın. Bu yüzden ölecek ve bu yüzden sonsuza dek yaşayacaksın. Bir ölümlüyü yalnızca doğru ölmek ölümsüz kılabilir. Seni ölüme götüren süreç benim eserim. Pişmanım ve gururluyum. Sevinçli bir hüzün içindeyim.
(Birbirlerine sıkıca sarılırlar.)
Anytos- (Kapıdan çıkmak üzereyken Sokrates’e yüzünü dönerek.) Atinalılar! Bugün Sokrates öldü. Tanrılara hakaret ettiği ve gençlere yanlış şeyler öğrettiği için… Fakat unutmayınız ki onun öğrettiği ve bugün için yanlış olan o şeyler bir gün gelecek doğru olacaktır. Sokrates’in hayal ettiği dünya muhtemelen hiçbir zaman var olmayacak. Ama biz gün geçtikçe hakikate daha uygun o dünyaya dair bir şeyler öğreneceğiz. Gün geçtikçe anlayacağız ki, doğrulara yaklaşmak için çıktığımız yolda yanlışlar yapmaya, yanlışları doğru olarak görmeye mecburuz. Tiranlıktan geçmeden demokrasiye varamadığımız gibi, yanlışlara düşmeden doğrulara erişmemiz de mümkün değil.
Sokrates kaldırım taşı büyüklüğünde bir mücevherdi. Ne bir yüzük yapmak mümkündü onu, ne de kaldırıma döşemek…
(Ağlayarak çıkar.)
Dördüncü Sahne
(Çalışma odası. Birinci perde, birinci sahnedeki sahne tasarımının aynısı.)
Fırat- Füsun’cuğum aslına bakarsan bir mahkeme sahnesi de yazmayı düşündüm. Aksiyon istemediğim için yazmadım tabii. Sokrates’in sözleri sona erdiğinde büyük bir alkış kopacak. Alkış duyguları pek güzel kabartır. Sokrates de duygulanacak. Öyle ki, aleyhinde karar çıktığında kendisini alkışlayanların yargıçları yuhalayacaklarını, olay çıkartacaklarını düşünecek.
Füsun- Ama?
Fırat- Namık Kemal’le ilgili hikayeyi bilirsin. Vatan Yahut Silistre’nin temsilinin çıkışında halk galeyana gelmiş, sokaklara dökülmüş. Bu yüzden de Mağusa’ya sürgüne gönderilirken limanda büyük bir kalabalığın onu bekliyor olacağını zannediyormuş. Ama liman bomboşmuş. Kimsecikler yokmuş.
Füsun- Konu nereye bağlanacaktı?
Fırat- Sokrates haklı. Bir kişi hiçbir şeyi değiştiremez. Onun gibi biri idam edilmekle kalır mı? Bana sorarsan uzun bir müddet boyunca vatan haini olarak anılmıştır Sokrates’in adı.
Füsun- Platon bir vatan haini için mi savunma yazdı diyorsun?
Fırat- Onun da sürgünü yok mu? Demek o da pek matah bir yurttaş sayılmazdı.
Füsun- Sokrates bir vatan haini! Öyle mi? Şaka yapıyorsun.
Fırat- Hermann Goering’i duydun mu hiç? Kendisi Adolf Hitler’in halefiydi. İnsanlığa karşı işlediği suçlardan dolayı idam edilmeyi beklediği sırada, hayatının belki de en büyük başarısının parmakları arasından kayıp gittiğini gördü. Bir gözlemci Goering’in acı gerçekle yüzleştiği anda “dünya üzerinde kötülük diye bir şeyin var olduğunu sanki ilk kez görüyormuş” gibi göründüğünü söylemiş.
Füsun: Neymiş gerçek?
Fırat: Onu yıkan bu kötülüğü yapan kişi Hollandalı bir ressam ve sanat koleksiyoncusu olan Meegeren’miş. Goering, İkinci Dünya Savaşı sürerken, Meegeren’e 137 tablo vermiş ve karşılığında da Vermeer’in “İsa ve Zina Yapan Kadın” tablosunu almış. Goering’in sahip olmaktan en çok gururlandığı tablo da buymuş. Savaş sona erince, müttefikler bu tabloyu bulmuş ve onu Goering’e satan kişinin Meegeren olduğunu tespit etmiş. Bunun üzerine Meegeren tutuklanmış ve Holandalı büyük bir ressamın tablosunu Nazilere satmakla suçlanmış. Bu bir vatana ihanet suçuymuş ve cezası da idam olabilirmiş. Ancak birkaç hafta sonra Meegeren bir itirafta bulunmuş ve Geering’e sattığı tablonun sahte olduğunu, o resmi kendisinin yaptığını söylemiş. Önce ona kimse inanmamış. İddiasını ispatlanması için ondan bir başka Vermeer tablosu yapması istenmiş. Goering de altı hafta içinde resmi tamamlamış. Ortaya çıkan tablo Vermeer tarzında ve Goering’e sattığı parçadan daha da başarılı bir esermiş. Böylece Meegeren sadece haksız kazanç elde etmekten küçük bir ceza almış. Cezasını çekmeden ölmüş ve Nazileri dolandırmış olması sebebiyle bir halk kahramanına dönüşmüş.
Füsun: Vatan haini olmakla kahraman olmak arasındaki ince çizgi…
Fırat: Son sahne de aslında Sokrates’in bir vatan haini olarak anıldığı bir sahne olacaktı. Belki eski Yunanistan’da bir derslik… Çocuklara Sokrates adlı bir vatan haininin başına gelenler anlatılıyor.
Füsun- Neden vazgeçtin peki Sokrates’in vatan haini gibi gösterildiği bir final sahnesinden?
Fırat- İlahi Füsun. Bunca yıldır tanıyorsun beni. Sen söyle… Bende doğruyu söyleyecek cesaret var mı? (Ayağa kalkar. Sahne önüne gelir. Seyirciye seslenir.) Ya sizde?
(Sahne kararır.)
Beşinci Sahne
(Sahne karanlık. Sadece Füsun’un sesi duyulur.)
Füsun: “Aptallar İçin Sokrates” Dramaturji Raporu. Oyunda ikili karşıtlıklar ve çatışma mevcut olmasına rağmen dramatik gerilim ve aksiyon öğeleri bulunmamaktadır. Bu haliyle sahnelenmeye uygun olmayıp yazar tarafından yeniden düzenlenmesi tavsiye edilmektedir.
Fırat: Kahrolsun tiyatro!