1
sustu su
sustu sonra
hep bir sonra sessizliğin
söz olduğu kendine
doğura doğura
açtığım yollardan
aktım
dilde büyüyen denize
kendimi
bıraktım
yüzüne ay olan
anneler tanımadım
ya da ayı indiren yüzüne
öyle uzaktı
ve uykuda küçülen nağmeleri
unuttum
unutmak bana göre çünkü
başka çocuklar gibi
geçmişi
şimdiyi
daha neleri
2
karanlık bir ıslık çalardı
suda rüzgâr
kapıda çağlayan nefes
sahnede gölgesiyle oynayan
bir tavşan gibi duvarda
bütün korkusu
dağa küsmekten
geceleyin ışıklar
içime kaçtı
yorgunum şimdi pusulardan
suda rüzgâr
sarıldım uyudum
uykum
içimi kazıyan
çelik bir sarkaçtı
3
bir yerde
aşk hep vardı
benim için
yapraklar arasında yapraklar
ve dize aralarında kurutulmuş
yapraklar vardı hep
birden kayboldu
evlerin perileri
köşelerde
aynalarda bir anda
sulusepken mürekkep
bir yerde
aşk vardı hep
4
acıyı dillendirmek
dedi şair
mümkün belki de
rüyalarım bahçeye iner
bir duta tırmanır
dizleri yara bere içinde
tuhaf bir aşinâlık
baktıkça ellere
tenimde kalmış
ben diyordu
bir tanrı büyüttüm içimde
ve bir cami avlusuna bıraktım
karnımda izi var
5
bilmezdim gök kabir
bulut dağıtırmış
açıldı remil
fırtına
dökülürken
açıldım mı
saatlerin öyledir ayarı
herkesin eskisine bekçi
bir ezgi vardır
–hep vardır–
hiç değilse bir şarkı
iki oda eşiğinde
–eşiklerde kararsız–
bir odadan diğerine
taşır ölmeyi
6
nereye koydum zamanı
yekpâre kum
artık bölünmez
uykum
incinmez dize
söküp alırım
nesi varsa ellerinden
binlerce şiir unuttum
tavda uyutup
söz bir kutup
ben bir kutup
nereye koydum zamanı
7
suda kendime bakıyorum
bölünerek
çoğalan yangınlar gibi
bir yağmura tutunup
tırmanabilirim göğe
toprağın falı
açılır önüme
bir tanrıya bakıyorum suda
yanıyor yüzüm
söndürsene diyorum
seneler var
yana yana
gidiyorum
her oraya apansız
(yüzünüz, ilk aşktan sürgün bir çocukluğa benzerdi
ama artık yok
büyük boşluklar doldurmuyor yeniden ölmeleriniz)
8
yıldızlar çarpa çarpa düşüyor bir ağacın dallarına
gökyüzünü kemiriyor kuşlar
unutulmak için bir adım geride belki
çok eskidendi hüzünlü şarkılar gibi sessiz…
“eski şiirleri okumak bizimkisi
bir yâreden bir yâreye geçmek ve böylece…”
yıldızlar çarpa çarpa düşüyor bir ağacın dallarına
yapraklarda bitâb harf–ten
kendi sesini yiyor
bazen sadece düşünmeli
(ne dersiniz?)
9
gezgin bir peri
olamadım
yine de yaktım
düştüğüm yeri
açıldı kapım
bir divana oturdum
bacaklarım altımda
bir tahta
perde
bütün tanrılara şirk koşuldum
boynundan
dizelerin
nice dil kuşunun
kopardım başını
mezarları kelam
ve nice zaman
ankâyı ben yarattım
küllerinden
ne balların balıydı
dilimden damlayan
ne de mîrî malı
çaldığım
bu bir mezarlık soygunu
10
gitse gitse
geçmişe gider us
aşk orada
orada kabus
ve sakin bir akşamın
bülbül yoksunu olduğu
doğrudur
ne dediyse olsun diyedir
olmakla söz arasında
boşluğa hediyedir öy-kün
boşuna değil peygamberin
şiir için söylediği
niyedir
11
yabancı bir dilde
hüzne delâlet
eder salkımsöğüt
şair söylemişti
ırağında doğduğum
gül bahçelerinin
tek söğüt olurmuş
benim bahçemde de
tek söğüt var
bu bir şaka mı
ne zaman
yiten kuşları görse söğüt
başka bir şairin
söylediği gibi
bırakır saçlarını
bırakır
uzasın
böylece anlarım
–uzaktasın–
12
meclis-i şuârada
selçûkî bir imar olur
kağıda düşürdüğüm hâl
şafak sökümünde
yıldırım tığlarla suyu bekleyen
bir hattat olabilirdim
ama değilim
izin vermedi kelam
beni söyleyen edim
bozkırda buharı tüten
yeni şiir gibi
işaretini bekledim:
“selamün aleyküm
ve aleyküm selam”
13
dün hukukun miladında
okulumdu ekran
ve tanrıya yasaklı odalar
olduğunu öğrendim
putperest oluşum bu yüzden
bu yüzden
ağıtlarımı osmanlıca yakışım
pencereden sokağa dökülen
bir cazibeydi annemin korkusu
dün ekranlarda
yere döküldükçe şerbet
gözleri sanskritçe
cinayetler işliyordu
ve ben annemâ
–geliyorum– dedim
babam kitap okuyordu
14
babamın okuduğu kitaplar
dualar gibi kapandı üstüme
şiiri böyle anladım
göğü boyadıkça onlar
–onlar–
karanlık ordularla toprak kanatanlar
içimde bir ırmak
eksiliyordu
demli bir çaya vurdu gölgesi
bütün surların
eksilen neyim varsa dil oldu
işaret parmakları üstüne dursun
dudaklarının
bazı sustuğum şiir diye büyüdü
bazı sustuğum içim öldürür
15
divanımın cildinde tozlandı
bahar
sorar bir gün:
nerede mazmunu yeni dünyanın
ak sayfalarda sessiz duran
imgelerin yeri var
ah o küçük kız
nasıl tarih doğurur
renksiz sözcüklerinden
deyu
çocukluğuma çağırır
üstünü silsem gecenin
harfler silik ve yabancı
zamanın nemiyle çatlamış portreler
16
ama beni iki had arasında
sallanıp duran
bir sarkaç gibi
–bir dize–
kuran kim
öyle bir cemaatin
–her acıyı çoğalarak yüklenen–
kadranında yürüyüp
geçtim zamanı
bir sözle olan suyu
bir sözle bölen bendim
peşimde talancı askerlerle
kıyıda cümleyi devirdim
kağıt üstünde
ve kafiyesiz bir yerinde
dinimin
aşka inandım
burada bitmeli dedim
söz
burada bitmeli
17
uzun bir şiiri
oturup yeniden yazıyorum
bütün yaptığım bu
tanrının kâtibi olduğunu söyleyen
kızıl bir kadın geçti yanımdan
imge suretinde ayetler indiren
bir dini arıyordu
saçlarını unuttuğum
uzun bir şiiri
yeniden yazıyorum
iskambil evler gibi
bazen üstüme yıkılır
18
bedenini rüzgârın yonttuğu
bir kadınım olmadı
ne yazık
bazı geceler
hiçbir deniz
örtemez üstümü
ayaklarım dışarıda
üşür
yıldızlar delip geçer
uykumu
ve karanlıkta
onları yere indiren
suyu düşünürüm
ey dil derim
kendi kendime
nasıl da bana kalıyor
birlikte üşümüşlüğümüz
19
ansızın hesap sorulur sayfalardan
hangi yüze benziyor kumaşın yüzü
ve ne vakit atar
bir dizeyi tutan dikişler –susalım–
soralım hangi beden
hanesi olduğu ruha
yetermiş
odalar
kapılar
pencereler
anlarız yaşadıkça
büyük yangın
ve depremler
aşk hep vardı
binlerce yıl
çok sonra sesini unuttu söz
ete büründü ses
bir adadan bir adaya çekilirken
–sus– dedim –bekle–
baş verir senin için–de
bu deniz
20
acıyı dillendirmek dedi şair
ne mümkün…