“Onları gördüğünde kalıpları kıyafetleri senin hoşuna gider, onları beğenirsin. Konuştuklarında sözlerine kulak verirsin. Gerçekte ise onlar, âdeta duvara dayatılan, ruhsuz kütüklere benzerler. İçleri boş, ödlek olduklarından çıkan her sesten pirelenir, her yeni haberi kendi aleyhlerinde sanırlar.” (Münafikûn, 63/4)
Günümüzde “içtenlik” sözcüğü çeşitli kullanımlarıyla hayatın hemen hemen her alanında karşımıza çıkıyor. Pek çok kişinin, konuşma yaptığı kürsüden herkesi en “kalbî” duygularla selamladığına tanık oluyoruz. Televizyondaki yarışma programlarında izleyicinin samimiyetine inandığı kişileri desteklediğini görüyor, etrafımızda pek çok kişinin kaba davranışlarına “içlerinin-dışlarının bir olması” gibi bir kılıf uydurduğuna tanık oluyoruz. Bazıları için içtenlik ile “içinden geldiği gibi davranmak” arasında kurdukları hayâli bağ laubaliliği veya mütecaviz hamleleri meşrulaştırmanın bir aracı hâline geliyor. İçtenlik bir “varsayılan kendi”yi dayatma tekniği olarak hem uzlaşıyı imkânsız hâle getiriyor hem de kişilerin kendiliklerini donuklaştırıyor/yok ediyor. Bu ontolojik donma hayatın akışkanlığına tamamen aykırı. İçtenlik ütopyası ideolojileştiği anda poza dönüşüyor.
İçtenlik tam da bu yönüyle siyasallaşır. Ölçüt hâline gelmesiyle her tür inşayı gayrı-meşrulaştırır. Öyle ki zamanı âna indirger, geçmişi ve geleceği inşa olarak imkânsız kılar. Bu sebeple içtenlik bir harç çözücüdür. Stratejiyi, projeyi ve her türlü tasarımı mümkün kılan her tür sürekliliği değersizleştirir. Sanatın ustalık, siyasetin hizmet, insan ilişkilerinin uzlaşı yönünü budar, hazzın yerine zevki, aşkın yerine seksi, hakikat arayışının yerine kendini simülasyona kaptırmayı koyar.
İçtenlik, siyasallaştığında arketiplerini üretmiş ve inşa edilmiş olmasa bile bir dedikodu silsilesi gibi teşekkül etmiş bir mite sahip olmuş demektir. İçtenlik miti kitlelerin –onlara tahakküm edişlerini meşrulaştırmak amacıyla- ilkellik mitini üreten seçkinlerden intikamıdır. Bu mit sayesinde seçkinler ötekileştirilir, tasfiye, asimile ya da imha edilir. Bu süreç seçkinlerin aşırı kutsanarak yalnızlaştırılmasıyla bile mümkündür.
İçtenlik kimliğin yerine kendiliği geçirmekle süperegonun id üzerindeki kısıtlayıcını ortadan kaldırır. Kendilikleri dışında kutsalı kalmayanların yeni bir paradigmaya dâhil edilebilmeleri için gerekli saha temizliğini gerçekleştirir. Kanunsuzlaştırır, kanonsuzlaştırır, aidiyetsizleştirir, yersizyurtsuzlaştırır, bağlamsızlaştırır, dayanaksızlaştırır.
İçtenlik paradigmasının temsilcileri bilgiye doğuştan sahiptir. Onlar için her tür öğrenilmiş bilgi, varlığın ontolojik bilgeliğinin üstünü kaplayan, bilginin erişilebilirliğini ortadan kaldıran bir kir tabakası gibidir. Tam da bu sebeple, içtenlik mitinin bir dine dönüştüğü durumlarda bilmezden geliş bir maske, seçkinler tebdili kıyafettir. Çünkü içtenlik pozu aynı zamanda yanlış anlaşılmış bir ümmiliğin sünnet kılıfındaki bir taklitle yeniden üretilmesidir. Yeniden ve yeniden… Tam da bu sebeple içtenlik pozu yani postmodern içtenlik, modernlik projesinde tüketimi teşvik eden ideolojik aygıtlarca bir arzu olarak üretilen miş gibiliği, başka türlüsü mümkün olmayan, sahih olan her şeyi kusan bir kültüre dönüştürür.
İçtenliğin poza dönüşmesi, elbette onun görülmemesi imkânsız bir şekilde teşhiriyle, içtenlik pozunun bir kültüre dönüşmesi de bu teşhirin yani ifşanın bir mecburiyet hâline gelmesiyle başlar. Bu sayede sahihliğin mevcudiyeti kısıtlanır, kendilik de tektipleştirici bir ideolojiye dönüşür. Bu yönüyle “itiraf etmek”le “ifşa etmek” arasında büyük fark vardır. İtiraf eden kişi –eğer ki itirafı Arthur Miller’ın Cadı Kazanı adlı oyunundaki küçük kızların hipnoz altındaki itirafları gibi değilse- halen bir öznedir. Buna karşılık ifşa eden kişi kendi fiilinin öznesi değil ifşa kültürünün nesnesidir. İtiraf eden kişi gizemli kendisini görünür kılmak suretiyle başkalarının bakışlarına açarken, ifşa eden kişi –paradoksal bir şekilde- artık bir imkânsızlık olan kendisini samimiyet pozunu göze sokmak suretiyle görünmez kılmış olur. Dolayısıyla kendilik ideolojisi kendiliği ortadan kaldırır.
Standart dile dayanan kendilik ideolojisinin siyasal rejimi olan popülist demokrasi, metonimik dile dayanan liberal demokrasiye, metaforun öne çıktığı bir dile dayanan monokrasiye ve hatta teokrasiye kıyasla daha hegemoniktir. Ancak kendilik ideolojisi idi baskılamaz; bunun yerine yeniden inşa eder. Dolayısıyla da (Gilles Deleuze ve Felix Guattari’nin kullandıkları anlamda) ürettiği arzu kısa vadeli olur. Naomi Klein’ın bahsettiği şok doktrini de bu kısa vadeliliğin sebep olduğu boşluğu gidermeye yarar. Sükûnet bir imkânsızlık olarak yeniden kurgulanır ve yerini bitmeyen bir telaşa bırakır. Goethe’nin Faust’taki öngörüsü gerçekleşmiş olur: Bir hızlanma kültürü ortaya çıkar.
Hızlanma hegemoniktir. Bir kültüre dönüşmesiyle kaçılmaz ve kaçınılmaz hâle gelmesi, zıddının yani yavaşlığın bile bir meta olmasını sağlar, dolayısıyla onu –kentin ortasına konuşlandırılan bir park veya turizmin yeni gözdesi yavaş şehirler gibi- hızın egemenliğini besleyen oksimoronik (ama Rus Biçimcilerinin söyledikleri anlamda yadırgatıcı olmayan) bir uzam kılar. Bu sayede çatışmayı ve onu izlenir kılan dramatik gerilimin sürekliliğini de garanti altına almış olur. “Tenefüs”ü ideal vatandaş ve kölenin eğitiminin sürekliliği için bir araç olarak kullanan modernleşme ideolojisinin aksine, onu tüketim merkezli bir vitrine dönüştürür. Vitrindeki varoluş, kuantum anlatılarıyla paralellik içindedir. Çünkü bu varoluşun ön şartı, bakan gözün mevcudiyetidir. Bu sebeple samimiyet pozu per se in se pornografiktir. Hayâl gücüyle birlikte, yaşamın kendisini de hadım eder. Zira insanı bağırmaya zorlayan gürültü, icat edilmiş en zekice sansür şeklidir. Onu panoptik bakışa bağımlı kılmakla kendiliğinden arındırır ve bir özgürlük hapishanesine koyar.