Figen… Geçici bir iş olacaktı aslında. Bazen zan ile gerçek arasında büyük uçurumlar oluşur. Ama uzun uzadıya düşünmeye, felsefe yapmaya lüzum yok. Üç kuruş para kazanmak için günün büyük kısmını hayâl kurmaya bile fırsat bulamadığı bir yoğunluk içinde, bir fast-food lokantasının kasasında geçirdikten sonra birkaç senenin nasıl olup da kaybolup gittiğini anlayamıyordu. İş başvurusu yaptığı gün daha dün gibi. İleride yükselmek istiyormuş gibi palavralar sıkıyor, kendisini dinleyen kişinin de yalan söylediğini bildiğini anlıyordu. Ama oyunun kuralı böyleydi.
Birisiyle göz göze geldiği an gülümseyecek, ağzını aça aça, yaya yaya, dişlerini göstere göstere “İyi günler efendim!” diyecekti, “Sipariş vermek ister misiniz?” O kişinin hâlihazırda kendisine yönelmiş olması ya da olmaması pek önemli sayılmazdı. Hiç aklında yokken bile sipariş verebilirdi. Gülümseme çok ama çok önemli. İş başvurusunda müdürün dişlerini görmek istemesi boşuna değildi.
Sipariş esnasında müşteri ayran istediyse ve özel olarak “küçük boy” demediyse mutlaka büyük boy ayran girişi yapmalı ve müşteriye “Bir hamburger, bir büyük ayran. Onaylıyor musunuz?” diye sormalıydı. Müşterilerin yüzde yirmisi durumu fark etmese, lokanta sırf dalgınlık üzerinden epey para kazanmış olurdu. “Büyük seçim ister misiniz?” “Menü satın alanlara tatlı 3.5 Lira. İster misiniz?” Oysa tatlılar mönü satın almayanlara da 3.5 Lira idi. Ama bunu herkese söylemesi gerekiyordu. Çünkü mönü satın alanların yüzde yirmisi durumu fark etmese, lokanta sırf dalgınlık üzerinden epey kazanmış olurdu.
Ona sattığı büyük seçim ya da tatlı başına komisyon ödemiyorlardı. Yoğun tempo ve hızlı hareket etme zorunluluğun baskısı yetmezmiş gibi, lokantada yeterli sayıda eleman çalıştırılmadığından dolayı beklemek zorunda kalan müşteriler çıldırıyor ve ona bağırıp çağırıyorlardı. “Bu nasıl fast-food kardeşim? Normal lokantaya gitsem çoktan gelmişti yemeğim!”
En kötüsü bunlar değil. En kötüsü, göz göze geldiğini sandığı insanlarla bile göz göze gelmiyor oluşuydu. Geceleyin kent merkezinde, sokakta yürürken gördüğü müşterileri tanırdı. Ama onlar onu hatırlamıyorlardı. Yanından geçerken, gözlerinde bir parıltı, başlarında hafif de olsa bir eğilme yoktu. Selam vermeye benzeyen herhangi bir şey… Hiçbir şey. Tanımazdan mı geliyorlar acaba, diye düşündüğü de olmuştu ilk zamanlar, ama sonra hepsinin aynı bilinçli tavrı geliştiremeyeceğine kanaat getirmiş, bu fikrinden vazgeçmişti. Basbayağı tanımıyorlardı işte. Siparişleri alırken gözlerinin içine baktığı insanların bakışları onu delip geçiyor muydu? O, verilen siparişleri kaydeden bir cihaz mıydı gözlerinde? Bir insan olduğunu görmüyor, anlamıyorlar mıydı?
İçlerinde en kibar olanları… O… O bile… Her akşam geliyordu. Gülümsüyor, “İyi akşamlar, nasılsınız?” diyordu. Nasıl olduğunu sormak başka, nasıl olduğunla ilgilenmek, bunu bilmek istemek başka… “Teşekkürler, siz nasılsınız?” demesi yeterliydi, hemen “Sağ olun, iyiyim ben de.” cevabı geliyordu. “Çok kibar. Ama ben iyiyim demedim ki!” Sonuçta kibar adamdı. Yüzünde bütün sevdiklerini bir saat önce, aynı anda kaybetmiş, hayatta tutunacak hiçbir şeyi kalmadığını düşünen bir insanın bütün çizgileri buruşmuş ifadesi de olsa “Teşekkür ederim” demesi “İyiyim” anlamına geliyordu.
“İyi değilim, anlasana! Ay sonu gelmiyor, iyi değilim. Akşamın onuna kadar buradayım. Hiç kimseyle görüşecek, tanışacak zamanım yok. Yalnızım. İyi değilim. Uzun zamandır hiç kimse dokunmadı bana. İyi değilim, anlasana! Sabahtan akşama kadar bir sürü ayı, hayır öküz, hayır sığır, yüzüme bile bakmıyorlar. Bağıran çağıran, azarlayan, hep sabırsız, hep mutsuz insanlar. Sanki hayatlarının en korkunç kısmı şuracıkta bekledikleri birkaç dakika… Beklentilerine kıyasla iki üç dakika daha fazla beklemek bile deliye dönmelerine yetiyor. İçlerinde bunu yapmayan bir tek sen varsın. Sen! Kibar adam! Bana nasıl olduğumu soran sadece sen varsın! İyi değilim! Çok kötüyüm ben! Ne olur bir şey söyle. Akşam kaçta çıktığımı sor işten. Senle bir şeyler içmek isteyip istemeyeceğimi. ‘Neden olmasın?’ diyeyim. Sonra telefon numaramı iste, vereyim. ‘Ama bu akşam olmaz, önceden verilmiş bir sözüm var.’ desem mi diye düşüneyim, ama o tür sözler çıkmasın ağzımdan. Hemen o akşam buluşalım. Söz, hiç nazlanmayacağım. Biraz sohbet edelim. Birkaç güzel şey söyle bana. Biraz yüzüme dokun. Birazcık öp beni. Ne istersen yapacağım sonra. İstersen kulun kölen olurum.”
Adamda tık yok. “Teşekkür ederim, ben de iyiyim. Bir küçük hamburger, bir de küçük boy ayran lütfen.”
“Biliyor musun? Dün akşam şehir merkezinde gördüm seni. Dolmuş duraklarına doğru yürüyorsun zannettim, takip ettim. Peşinden yürürken duraktaki sırada hemen arkana tesadüf edeceğimi, beni tanıyacağını, sohbet etmeye başlayacağımızı, sonra sohbetimize dolmuşta devam edeceğimizi hayâl ettim. Gerçi hangi dolmuşa bineceğini bilmiyordum. Belki çok alâkasız bir yere giden… Ama gece zaten nasıl olsa senin evinde bitecekti. Sonra… Sonra dolmuş duraklarına değil, durakların hemen dibindeki otoparka gittiğini fark ettim. Arabana bindin. Gittin.”
Oysa başka bir yerde tesadüf etselerdi, bir barda mesela, her şey başka türlü olabilirdi. Dünya güzeli değildi belki. Ama yüzüne bakılmayacak cinsten bir kadın da değildi. Hele azıcık makyaj yapıp doğru dürüst giyindi mi… Bembeyaz, pürüzsüz bir teni vardı. Benlerinin sayısı biraz fazlaydı ama olsun. O kadar kusur kadı kızında da olur. Birkaç kilo verse şu “Şeytan’ın Avukatı” filmindeki sarışından farkı yok aslında. Verecek, verecek vermesine de diyete yüklendi mi bu sefer sigarası sapıtıyor. Kiloları da sigarayı bırakırken almıştı zaten. Şu kızıl saçlı garson çocuk için…
Kocasından boşanalı beş ay olmuştu. Adam halen bütün ihtiyaçlarıyla ilgilendiğinden, iş arama ihtiyacı duymamış, onun yerine öğlene doğru uyanıp, bir sanat-kafeye gidip cappuccino eşliğinde cheese cake keyfi sürmeyi tercih etmişti. Koray kafede garsonluk yapıyordu. Kızıl, kıvır kıvır uzun saçları günün alacakaranlığa çaldığı vakitlerde az uzaktan sahte şöminelerde dalgalanan ateş rengi kumaş parçaları gibi görünüyordu. Çilleri küçük, hokkaya benzeyen burnunun iki yakasına kanat şeklinde yayılıyordu. Ona ilk servis yaptığı gün sakarlık etmiş rolü yaparak üstüne kahve dökmüştü. Sahteliğini fark edemediği bu sakarlık ona pek sevimli görünmüştü.
Birkaç kez daha aynı saatte aynı kafeye gidip Koray’la kısa sohbetler ettikten sonra bir kâğıda telefon numarasını yazıp uzattı. “Ara beni” dedi. Aralarında en az yedi sekiz yaş vardı. Eskiden olsa bu yaş farkını çok önemserdi. Aklına gelmedi değil. Ama “Amaaaan, boşver, turşusunu kurmayacağım ya!” dedi, oldu bitti.
Koray’ın aklından böyle bir şey olabileceği geçmemişti. Hattâ böyle bir hayâli de yoktu. İnsanın ümitleri hayâl gücünü aşamaz ki… Muhafazakâr bir ortamda büyümüştü. Delikanlılık ilkelerinin halen işlerlikte olduğu, bir kadınla aynı döşeğe uzansa aralarına kınından çıkardığı bir kılıç koyacağı cinsten ortaçağ romanslarının, Anadolu efsanelerinin postmodern versiyonlarının gençler arasında popüler olduğu bir sokağın nevcivanıydı. İsmini ancak çizgi filmlerden bildiği Don Quijote’nin Türkiye şubesi gibiydi, karşısındaki kadının Dulcinea olduğuna inandıktan sonra onun uğruna her türlü maceraya atılabilir, bütün yel değirmenlerine karşı kılıcını çekebilirdi. Hiç değilse ilk kez aşk yapmalarından sonra böyle hissetmişti.
Değil bir kadınla beraber olmak, o güne kadar bir kadını dudaklarından bile öpmemişti. Bu yüzden Figen’le ilk öpüşmeleri Cüneyt Arkın’ın kamera karşısındaki ilk öpüşme taklitlerine benzemişti. Figen önce ne olduğunu anlayamamış, anladığındaysa onun kalbini kırmamak için gülmemeye kendini zorlamış, sırf onu da güldürmemek için bir Serkldoryan sigarasını tersten yakmıştı. Sonra elleriyle, bacaklarıyla, dudaklarıyla ağır ağır devşirdi onu, yönlendirdi, tembihledi, teşvik, en sonunda da tebrik etti. Çocuk neye uğradığını şaşırmıştı.
“Çok acayip bir şey bu. Çok acayip… O an var ya, hiçbir şey düşünemedim. Aklım, zihnim, hattâ beynim uçtu gitti. Ölüyorum zannettim. Ana ne zevkli bir ölüm! Ha ha ha! Zevkten ölüyordum resmen. Ben sana âşık oldum, biliyor musun?” Doğanın bu en sıradan, en olağan gerçeği, kısıtlanmış hayatı ve tahayyülü yüzünden bir mucizeye dönüşmüştü. Mucizelerin yarattığı heyecanla aşkın yarattığı heyecanı ayırt etmek pek zor değildi. Yeter ki mucize yatakta gerçekleşmesin. Koray kendi deyişi ile “köpek gibi” âşık oldu. Sanki Figen bir alaz, o bir sinek, Figen bir güneş, o bir dünya, Figen bir gül, o bir bülbüldü. Nihayetinde bildiği bütün benzetmeler, lisede gördüğü edebiyat dersindeki gazel şerhlerinden hatıraydı.
“Bıraksan şu sigarayı” demişti de Figen bir daha ağzına koymamıştı. İşin aslı o esnada ilişkileri eskimeye başlamıştı ve Figen sağlıklı yaşam konusunda takıntılı bir başka adamdan hoşlanmaya başlamıştı. Koray’ın cümlesini fırsat bildi. “Senin için bırakıyorum.” demek kısa bir zaman sonra yapmayı planladığı şeyi yaparken elini güçlendirecekti. Bu, planladığı şeyi planlamadığının bir delili olacaktı. Öyle ya, aklında Koray’ı terk etmek olsa, onun için sigarayı bırakır mıydı? Onun gibi bir tiryaki. On beş senedir içen. Sömüren. Günde iki paket.
Figen’le tanıştıkları hafta kız arkadaşının hamile kaldığını öğrenmişti Koray. “Vallahi üzgünüm. Lamı cimi yok. Ben baba olmaya falan hazır değilim. Evlenmeyi falan da düşünmüyorum, kusura bakma.” demişti. Sonrasında da kızdan –vebadan kaçar gibi- kaçmıştı. Ne telefonlarına ne de mesajlarını yanıt veriyordu. Öyle ki, kız Koray’ı aramaktan vazgeçip vakti zamanında Koray’la aldattığı eski nişanlısını aramış ve ona yamanmıştı. Üstelik o esnada herifin kredi kartını borcunu o sırada birlikte olduğu kız arkadaşı ödüyordu. Babası işi gücü gezip tozmak olan kızın üniversitede okuduğunu sanıyor, ona her istediğinde para yolluyordu. Adam müteahhitti. Malzemeden çalarak inşa ettiği bir site son depremde yerle bir olmuştu. Büyük para hırsının ardında, annesinin iflas eden babasını terk etmesi vardı.
Ve hikâye böyle sürüp gidiyordu.
Fırat Caner