Şiir artık bir felsefi düşünme pratiği değil gelenekte olduğu gibi, karanlıktaki bir anlık şavk, kendini bir aydınlanma, bir devrim, bir buluş gibi sunan anlık bir esin, bir fikir kırıntısı… Şairler artık mit inşa etmiyor, yapı söküyor; ama bir sökmeden ziyade bir parçalama, hatta kırma fiili söz konusu… Şiirlerdeki ses bütün kuralları yıkıyor, cinsiyet rolleri, ilişkiler, kurumlar, benlik, kimlik parçalanıyor. Ben’in yerini id, kimliğin yerini poz alıyor. Bir zamanlar Walt Whitman’ın “Kendimin Şarkısı” adlı şiirinin ilk dizelerinde görünür hâle gelen ve 1950’lerden itibaren Türkiye’yi de etkisi altına almaya başlayan bir evrenin merkezi olma istenci gün günden daha da yaygınlaşıyor. Fakat artık kendilik, arzunun üretilmesi yoluyla yani dışarıdan zerk edilen bir motivasyonla gayrı iradi ve sürekli olarak yeniden ve yeniden inşa edilen bir imge.
Günümüz Türkiye’sinde şairlerden daha çok şiirle sosyalleşen bir kitlenin şiir kitapları yayımlanmaktadır ve bu kitapları dolduran şiirlerin büyük bir kısmı, belirli ve az sayıda nitelikli kaynağın yüzeysel etkisi altındadır. Şiir sanki küçük bir cemaate ait bir alt-kültüre dönüşmüştür. Şairler bu cemaat içinde son derece prestijli bir konuma sahipken, bu cemaat dışında neredeyse yok hükmündedir. Öyle ki artık “meşhur şair”, diğer şairlerce tanınan, takdir edilen şair anlamına gelmektedir. Şiir günlük gazetelerde köşesini kaybedeli uzun zaman oldu. Şiirlerle bezeli maarif takvimleri eskiden olduğu gibi duvarları süslemiyor. Şiir defteri tutan son nesil de günden güne yaşlanıyor.
Buna karşılık şiir yayımlayan dergiler, yayımlanan şiir kitapları ve şiir kitapları yayımlanan kişiler geçmiş on yıllara kıyasla sayıca büyük artış göstermiş durumda. Şiir etkinliklerine, şiir performanslarına ve ödüllere –özellikle de belli başlı kurumlar tarafından- ayrılan bütçeler arttı. Yine de şiir cemaati içinde ustalıkları herkesçe kabul gören şairlerin şiir kitaplarının satış rakamlarında önemli bir değişme söz konusu değil. Pek çok kalburüstü şair, şiir kitabını yayımlatabilmek için yayınevi yayınevi dolaşmak zorunda…
Yavaş yavaş şekillenen bu durum şairler cemaatinin kalburüstü mensuplarının gitgide daha içe kapanmasına sebep oluyor. İçlerine kapandıkça daha katılaşıyorlar. Nihayetinde yüzeysel de olsa daha akademik bir şiir çıkıyor ortaya ve bir egemen şairler cemaati oluşuyor. Şiir okuyan, yazan ve yayımlayan kitlenin, bu kalburüstü şairlerin de kendilerine mecra bulabilmek için çaresizce varlığını tanımak zorunda kaldığı asıl kalabalığını ise henüz acemilik aşamasında bulunan gençler oluşturuyor. Onlar, postmodern dünyanın çelişkilerinin bir tezahürü olarak şiir cemaatinin velinimetleri… Yayıncılar için taze para, şairler için kendi şiirlerini yayımlatabilecekleri mecraların mevcudiyetinin maddî bakımdan garanti altına alınması anlamına geliyorlar. Öyle ki mecraların bir kısmını da bu gençler yayımlamaktalar. Üstelik şiir kitaplarını satın alıp fotoğraflayan ve sosyal medyada paylaşan da onlar… Ustalık peşine düşmeyen acemilerin yazdığı kitapların yüzbinlerce basıldığını bildikleri bir dünyada birkaç yüz okura sahip olmayı kabullenmekte zorlanan şairler onların takdirine muhtaç neredeyse…
Hâl böyle olunca, bir grubun veya sınıfın sesi olan politik şairlerin ve kendisinin ve ona benzeyenlerin sesi olan lirik şairlerin yerini, estetik yerine espriye yaslanan bir anlayışı benimsemiş kitle şairleriyle estetik mesafesi olmayan, sınırlı bir kelime dağarcığı ile sığ duyguları harekete geçirmeye şartlanmış reşit ergen şairler alıyor. Elbette böylesi bir şiir ortamında egemenlik, sanatsal becerileri bakımından bunun için yetersiz de olsalar akademik şairlere kalıyor.
Bugün şairler cemaatinin önde gelen isimlerinin azımsanamayacak bir kısmı doktoralıdır. Üstelik pek çoğunun doktorası da edebiyatla ilgilidir. Buna rağmen Türk şiiri dünya şiirinden beslenmemeye devam etmektedir -Neyse ki Gökçenur Ç. gibi bu genellemenin dışında kalan az sayıda şair de var. Yani şairler akademiktir ama şiirleri pek de öyle değildir. Üstelik edebiyat ortamında şiirlerin sahiden akademikleşmesini sağlayacak yerel bir eleştiri dinamiği de mevcut değildir. Zira eleştirinin (ve söyleşilerin) amacı artık tanıtma ve satıştır; dolayısıyla da şiirin dönüşmesiyle, şairin pişmesiyle bir ilgisi yoktur. Pişmemişlerin şair oldukları, pişmişlerin pişmemişlerin insafına kaldığı ve/veya kendini onların beğenisine göre ayarlamaya çalıştığı bir dünyada şairin sözünün haysiyeti kalmaz. Sözünün haysiyeti kalmayınca şairi kimse önemsemez. Şairi kimse önemsemeyince de şiir işe yaramaz hâle gelir. Çünkü şiirin bir işe yaraması ancak ve ancak sözün haysiyeti olması ile mümkündür.
Aslında böyle durumlarda hep aynı soru sorulur: Şiir ölüyor mu? Şiir ölmüyor belki… Ama Alzheimer olmuş. Şiirin akademikleşmesi de bu sebeple önemli ve gerekli. Çünkü akademik bir şiir anlayışı şaheserler yaratamasa bile –ki şahsî kanaatimce yaratabilir- şaheserlerin yaratılabileceği yeni şiir zeminini hazırlayabilir.
Bununla birlikte şiirin akademikleşmesinin sebebiyet vereceği, şairin fazlasıyla kendisine yönelmesi, sıradan okurun şiirden uzaklaşması vb. sorunlar da vardır. Günümüzde şairlerin pek çoğu şiirlerinde kendi kendilerine konuşmakta, hayıflanmaktadır. Kendi kendilerine, başkalarından farklı oluşlarına öyle odaklanmışlardır ki bir ortak davanın şiirini yazıyormuş gibi göründükleri anlarda bile başkalarıyla benzer yönleri yokmuş gibidirler. Tam da bu sebeple yaşayan şiir dramatik öğeden yoksundur. Şiirde şairin değil, şair tarafından inşa edilmiş bir sesin, yani bir dramatik personanın konuştuğu şiirlerin azlığı, herkesin sosyal medyada durmadan kendi imgesini ifşa ettiği bir çağda elbette normaldir.
Genç şairlerin zihinleri ve şiirleri, büyük ve bir insanın baş edebilmesi mümkün olmayan sayıda felsefi sorularla doludur. Bu durum yazdıkları metinleri dikkat ve hatta ilgi çekici kılar ama okurlar bir şiiri sadece şairin zihnindekiler için değil aynı zamanda estetik değeri için de okur. Ne yazık ki kitaplaştırılan binlerce, on binlerce şiir kırıntısının çoğu estetik değerden yoksundur. Çünkü acemi şairler ilginç ve karmakarışık zihinlerini alelacele, fotoğraf paylaşır gibi ifşa etmekte ve inşa gibi bir süreci göze almamaktadırlar.
Bütün bunlar, Türk şiirinin ciddi anlamda bir tazelenmeye yani çeşitli kaynaklardan beslenmeye ihtiyaç duyduğu anlamına geliyor.